29 Nisan 2011 Cuma

BAVULLARI HEP TOPLU DURMALI İNSANIN



 

 

Bavulları hep toplu durmalı insanın...

Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...

İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

Çünkü “omuz omuza” günlerin vakti geçti.

Dayanışma, günümüzün borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...

Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.

Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; Zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır... İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa... Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı... Romanlardan, yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına... “Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz” Dizeleriyle başlamalı güne... Telesekretere “Şu anda size cevap verebilecek kimse yok! ” denmeli, “Belkide hiç olmayacak...” cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı... Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır. Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür... O yüzden en sessiz gecelerde “Doğruydu, yaptım” la teselli bulmalı insan. Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı...

Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...

Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...

Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacak kadar gözüpek olabilmeli...

Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...

Yollarla barışmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

 

                       CAN DÜNDAR

SEN



Sen, haykıramadığım çığlığım


Sen, paylaşamadığım yalnızlığım


Sen, yüzleşemediğim korkularım


Sen, arınamadığım günahlarım


Sen, utandığım yalanlarım


Sen, yetmeyen sevişmelerim


Sen, sonu gelmeyen yollarım


Sen, göğsümü parçalayan yüreğim


Sen, büyümeyen, içimdeki çocuk


Sen, özlediğim çocukluğum


Sen, kaybettiğim, bulamadığım, unuttuğumsun...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Sen Benim







Hep aynı sessizlikle geliyor gece…
Hep aynı yalan dolan masalları dinliyorum yine…
Hep aynı yüzler, hep aynı sesler peşimde…
Anlatamıyorum, inandıramıyorum kendime…
Sen benim yarım kalan cümlelerimsin…
Hiç söyleyemediğim, söylemediğim o sözlerim…
Sen benim hiç ısınmayan ellerimsin…
Hiç unutamayan, unutmayan o kalbim…

Sen benim eksik kalan yerimsin…
Kapattığım pencereler, güneşlere çektiğim o perdelerim…
Sen benim hiç sevmediğim sessizliğimsin…
Kaybettiğim yolum, korktuğum karanlık, hiç tutamadığım o yeminlerim…
Sen benim terk ettiğim şehirlerimsin…
Düştüğüm çukur, uzanan ellerim, hiç tutunamadığım gidenlerim…
Sen benim kovulduğum cennetimsin!
Eğdiğim yüzüm, sövdüğüm aydınlığa hiç açamadığım gözlerim.

tanrı aslında sever hepimizi





28 Nisan 2011 Perşembe

HERKES GİDER Mİ? 6







    Kendimi birden gece alemlerinin içinde buluverdim; ne aradığımı, neyden kaçtığımı bilmeden, Nesrin. Hiç birşey, hiç kimse iyi gelmedi, paylaşıp azaltamadı sensizliği. Terapilere gidip, antideprasanlar kullandım. Az kitap okuduğum konusunda eleştirirdin ya, okudum. Bu sefer de sen değil sensizlik vardı be Nesrin. Olmadı işte, beceremedim.

     Geçen gece, kendimi beraber gittiğimiz meyhanenin kapısında buluverdim. Asmalı'da ki küçük meyhane. İçeriye girip, köşedeki masaya oturdum. Rakıyı masaya getirdiklerinde, servisi kendim yapmak istediğimi söyledim. Bardağıma önce buzları koydum, ardından suyu ağır ağır ilave etmeye başladım. Her seferinde, bir çocuk merakıyla, mucizeye tanıklık edercesine izlerdin, buzların rakının içinde eriyip gidişlerini.

      Beni avutacak birşey bulmaya geldim aslında, buraya. Avutacak, suskunluğu bozacak, bozabilecek birşey bulurum diye. Hayat gerçekten zorla yaşanmıyor. Özgür bırakmalıyım. Kalbimin kapısını açıp gitse bu acı. Hesapları kapatmalıyım artık, seninle değil kendimle olan hesaplarımı. Dediğim gibi; öfke, kırgınlık yok içimde, sadece suskunluk.

     Yara aldı ve sönmeye başladı ruhum, adeta. Ama bu, sana duyduğum sevgi ve güveni yok etmiyor. Etmeyecek. Anladım ki bir yerlerde olduğunu, nefes alıyor olduğunu bilmek yetecek...Sen, benim sığınabileceğim limanım olacaksın.

     Bazı sabahlar; gitti zannediyorum. Ama arkamı döndüğüm bir an da, bakıyorum ki orada, olduğu gibi duruyor yokluğun. Bir gölge gibi takip ediyor, beni.

     Bak Nesrin, en sevdiğin parça çalıyor. Hani sarhoş olmaya başladığında, bir şey dalgalanıyor gibi hissedersin ya içinde...Sanki aylardır, bu parçayı duymayı bekliyormuş gibiyim. Kendiliğinden bir tebessüm belirdi dudağımın kenarında. Beni avutması için, sen mi yolladım bu parçayı? Bilmediğim uzak bir yerden. Teslim oluyoruz kalbim ve ben; açıyoruz kapılarımızı, hüznün gitmesi için.

                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Nisan 2011 Çarşamba

NEDEN YAZIYORSUNUZ?



     Bu güne kadar neredeyse bütün hepsini almış olduğum, hiçbirinin sonunu getiremediğim kitapların yazarı;  Orhan Pamuk. Belki şimdi tekrar denemeliyim diyerek, kütüphanemden kitaplarını alıp, yatağımın başucuna yerleştirdiğim şu günlerde, 2006 yılında Nobel Ödülünü alırken yapmış olduğu konuşma metni çıktı karşıma. Belki de tam ufak tefek birşeyler karalamaya başladığım günlere denk gelmesi sebebiyle, oldukça etkiledi beni. Aslında uzun zamandır günlük mahiyetinde yazıyordum, kendimce. Ne zaman ki sizlerle paylaşmaya başladım; yazdıklarını çok geniş kitlelerle paylaşan yazarların, verdikleri ropörtajlarda anlattıkları, sancılı dönemlerinin ne boyutlarda olabileceğini az buçuk tahmin edebilir oldum. Her kitapta girmiş oldukları alemler, sancılı geceler, basım öncesi, sonrası görülen kabuslar...Gerçekten deli işi olmalı. Peki öyleyse; neden yazmaktan vazgeçemiyorlar? Belki; aşağıda, konuşmasından bir bölüm olan alıntıyı okuyunca sizler benim gibi ortak olursunuz yazarların bu duygularına. Şimdi söz Orhan Pamuk'ta:

Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.

Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul'da, Türkiye'de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.

BOLT DEPRESYONDA

     Bir sabah Erdo elinde valiziyle erkenden havalimanına gitmek için evden ayrıldı. İş için gidiyordu ve iki gün sonra dönecekti. Buraya kadar herşey normal. Diloş eve gelince Bolt'ta bir tuhaflık olduğunu söyledi. Beraber Bolt'un yanına gidince gördük ki hayvanın yürümeye mecali yok, burnu kupkuru, gözler kançanağı... Bu arada kulübesi kemirilmiş. Veteriner hekimi aradım. Sağolsun hemen geldi. Bolt'un ateşi çok yüksekti. Ağzının kenarlarına batmış kıymıklar vardı. Açıkcası Dilek'te bende telaşlandık. Muayeneden sonra sorular başladı;
       ''Eşiniz nerede?''
       ''Yurtdışına çıktı.''
       ''Ne zaman gitti?''
       ''Bu sabah.''
       ''Evden elinle valiziyle mi ayrıldı?''
       ''Evet.'' (doğal olarak)
      Teşhis; Bolt Erdo'nun elinde valizle evden çıkışını, sahibim beni terk etti olarak algılamış ve depresyona girmiş. Bunun sonucu olarak ta kulübesini kemirerek kendisine zarar vermek istemiş. Bendeki ilk tepki cümlesi ''Bir erkek için değmez  Bolt. Arkasından depresyona girmeye gerek yok. Hepsi zamanla unutulur be koçum.'' oldu. Cevabımı duyan, titiz ve duygusal hekimimiz tuhaf tuhaf baktı yüzüme. Aslında vermiş olduğum cevap; ''eyvah, görüyormusun ilgilenmeyeceğim, sorumluluğunu üzerine almayacağım dedin, bak şimdi başına gelenin'' diyen iç sesimin dışa vurumuydu. Ben biliyorum kendimi, son baştan belliydi. Veteriner hekimi; işte olacağım sürede Bolt'u, gözetim altında tutmasını rica ederek yolcu ettim.

       Erdo gelene kadar herşey yoluna girdi. Ama; evcil hayvan beslemeyi düşünenlere bir kaç kez daha düşünsünler, derim. Aman ben vazgeçtim, bakamam, diyerek sokağa bırakmak büyük vicdansızlık. Sokak hayvanlarının hallerini, maruz kaldıkları muameleleri görüp duyuyoruz ki birçoğunun da sorumlusu bahsettiğim o vicdansız insanlar. Lütfen; iyi düşünelim, anlık, gelip geçici heveslerle karar vermeyelim.

         Bolt serisinin üçüncü yazısında okuyacaksınız zaten öyle bir bağ oluşuyor ki aranızda, yapmış olduğu yaramazlıklar lezzet katıyor hayatınıza. Artık hatıralarımıza ortak olan bir de Bolt var.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

26 Nisan 2011 Salı

ALMAN LİSELİLERİN MEKTUBU

   Ellerinde olan gücü, yazılı ve görsel basını, kötüye kullanarak; bölücülüğe, ötekileştirmeye çanak tutan, iktidar bayrağı kimin elindeyse onun peşinden koşan (biz halk arasında onlara ''elimde hıyar var diyenin peşinden, tuzlukla koşanlar'' deriz), ideoloji yoksunu habercileri istemiyoruz, artık. Bugüne kadar toplumca yaşadığımız her acıyı, sizin gibiler büyüttü, umutlanabileceğimiz her ışığı da sizin gibiler söndürdüler, yeter artık. Ellerinizi çekip gidin, emekli olup birer sahil kasabasına yerleşin; sapkın fikirlerinizi yazıp durun. Tam paşalar gibi! işte; çok sıkılırda geçmişteki hesaplaşmalarınız az gelirse bir de resim yaparsınız...Aşağıda okuyacak olduğunuz cevap; geleceklerine ait tüm hayalleri, günden güne sarsılan, zaten yeterince çarpık olan eğitim sistemimiz içinde maddi, manevi sömürülen gençler adına, Alman Lisesi öğrencilerinin bir köşe yazarına vermiş oldukları cevaptır:



    

      Cuma günü, pek çok liseli gibi, Alman Lisesi öğrencileri de YGS ' deki şifre skandalını protesto amacı ile gösteri düzenlediler. 12. sınıf öğrencilerinin , Valilikten izin alarak düzenledikleri gösteride taşınan "Cemaate Geçit Yok" pankartı ile ilgili, "Bu veletlerin acaba kaçı bir Gülenciyle tanıştı" diye yazı yazan Emre Aköz ' e, yine öğrencilerin verdiği yanıt, basında kendisine yer -nedense!!!- bulamadı, sadece bazı internet portallarında yayınlanan yanıtı, sizlerle de paylaşarak yayılmasına katkıda bulunmak istedim.Siz de yayılmasına katkıda bulunursanız bir vatandaşlık görevini yerine getirmiş olursunuz.







Alman Liselilerden Emre Aköz' e yanıt


17.04.2011 - 18:16

 

Cuma günü YGS ' deki şifre skandalına karşı Büyük Liseli Buluşması ' na "Cemaate Geçit Yok" pankartıyla katılan Alman Liseli öğrencilere dünkü yazısında "Bu veletlerin acaba kaçı bir Gülenciyle tanıştı?" diyen Emre Aköz ' e yanıt geldi.

Alman Liseli öğrenciler, Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz ' ün dünkü “Siz hiç 'öteki' oldunuz mu?” başlıklı yazısında kendileri için kullandığı ifadeler ve Alman Liseliler ' in liseli boykotuna katılmasını eleştirmesine Aköz ' e bir açık mektup yazarak yanıt verdiler.

Alman Liseli Öğrenciler ' in Aköz ' e hitaben yazdıkları mektup şöyle:

Biz "Alman Liseli Öğrenciler",

·         Bu metni, başbakan ile köşe yazarlarının polemiğinde, meslektaşları için ‘sümüklünün teki’ diyen,

·         Karikatüristlere‘asker civelekleri’ diyen,

·         Polis tekmeleriyle çocuğunu kaybeden kadın öğrenci için ‘Duygu sömürüsünü kimse yutmasın.
.      Madem bebeğini önemsiyorsun, ne işin var orada?’diyen, 


·         Paralı eğitime karşı çıkan öğrencilere köşe yazılarında "tembel, asalak, bedavacılar’ diyen,

·         Ankara’da direnen Tekel işçilerine “yan gelip yatanlar” diyen,

·         Solcu kadınlar için ‘Kerhaneye düşmek gibi bir şey’ diyen Emre Aköz’ün

16.04.2011 tarihli “Siz hiç ' öteki ' oldunuz mu?” yazısına cevaben kaleme almayı uygun ve gerekli gördük.
Söz konusu yazısında Emre Aköz, Alman Liseli Öğrenciler olan bizlerin açtığımız "Cemaate Geçit Yok" pankartı üzerinden hareketle, eylemimizin ve söylemimizin içini boşaltmayı, haklılığımızı çarpıtmayı amaçlamıştır. Emre Aköz ' e açık mektubumuz:











Emre Aköz, alışkın olduğunuz dilin dışında, içerisinde hakaret barındırmayan bu yazıyı anlamanın sizin için zor olacağını düşünsek de üslubumuzda hakaret ve aşağılama barındırmamaya özen göstereceğiz.

İlk önce kendimizi tanıtalım: Bizler, sizin tek kelimeyle ' veletler ' olarak geçtiğiniz insanlar olmanın ötesinde, okuyup düşünen, sorgulayan ve derdini insanca anlatmaya çalışan, geleceğine sahip çıkan, lise öğrencileriyiz. Yazınızda eylemin liselilere “yaptırıldığını” yazarak sadece Alman Lisesi öğrencilerine değil, hakkını savunmak için sokaklara dökülen bütün liselilere hakaret etmişsiniz. Liselilerin bu eylemleri yönlendirme olmadan, baskı altında kalmadan hatta “merkezi kimlikleri” savunup “ötekileştirmeyi” meziyet sayan bazı gerici okul yönetimlerinin baskılarına karşı, kendi özgür iradeleriyle gerçekleştirdikleri açıktır. Öğrencileri yönlendiren birilerini mi arıyorsunuz? Bizi yönlendirenler, aklımız, cesaretimiz, umudumuz ve aydınlık yarınlara duyduğumuz özlemdir. Bir örgüt mü arıyorsunuz? Evet tüm liseliler, öğretmenler ve veliler bu eylemler için örgütlenmiştir. Fakat sizin kaleme aldığınız bu yazıyı kendi isteğinizle mi yoksa hükümet-cemaat işbirliğinin kalemşörlerinin emriyle "sehven" mi yazdığınız büyük şüphe konusudur.

Gelelim söz konusu yazınızda bize sorduğunuz soruya: Bu veletlerin acaba kaçı bir Gülenciyle tanıştı?
Cevabımız: Evet Tanıyoruz! KPSS ' de soruları çalanları, YGS’yi şifreleyenleri, liselerde kadın ve erkek öğrenciler arasına santimler koymaya çalışanları, sınavlarda yine ‘sehven’ haremlik-selamlık’ uygulamasını yapanları, okullarımızı bilimin ışığından uzaklaştırmak isteyenleri en iyi biz liseliler tanırız. Peki Emre Aköz, siz hiç dershane parasını ödeyemediği ya da YGS de emeği ve hakkı hiçe sayıldığı için intihar eden akranlarımızla tanışma şansına eriştiniz mi?


Emre Aköz, bizim “Cemaat ' e geçit yok” pankartımıza bozulmuşsunuz, sevindik. Evet Türkiye ' deki dini sömürü kaynağı, geleceğimizi çalan, sınavları şifreleyen Gülen cemaatine liselerde geçit vermeyeceğiz. KPSS sorularını abi-abla evlerinden aldıklarını söyleyen bir sürü tanık var, peki siz hiç onlarla konuştunuz mu?

Yazınız, sadece biz değil tüm liselilerin eylemlerini manipülasyon altında yaptığımızı aşağılayıcı bir şekilde iddia edip, bütün öğrencilerin psikolojisinin böyle bir skandalla nasıl sarsıldığını, açıklamaların yetersiz ve bulanık, devlet içinde örgütlenen suçluların hala serbest olduğunu anlatmak yerine, eylemlerimizi farklı uçlara çekerek, söylemimizi çarpıtmayı amaçlamaktadır.

Aynı yazınızda "Almanlar, Türkiye ' de okul açınca iyi; Türkler yurt dışında aynısını yapınca kötü!" söylemine yer vermişsiniz. Buradan anladığımız kadarıyla, siz, Alman hükümeti tarafından desteklenen eğitim kurumunu, bir devletten bağımsız kurduğu eğitim kurumlarıyla eşdeğer tutmaktasınız. Bu tutumunuz, bizlere, sizin de devlet içi cemaat örgütlenmesinin ve cemaatin devletleşmesinin farkında olduğunuzu düşündürüyor. Şunu anlamamız gerek ki biz Türkiye ' ye yararlı olma iddiası olan gençler olarak çağdaş, bilimsel ve kaliteli eğitim arayışındayız.

Bir de yazınızda ‘Seçime iki ay kala ahmakıslatan yağmurları başladı’ demişsiniz,(iyi etmişsiniz. Burada ahmak kimdir size sormak gerekir ancak hakkınızı yemeyelim, bizi iyi anlamışsınız.) Eğer bu skandalın sorumluları bulunmazsa, üstü önceki skandallar gibi kapatılmaya çalışılırsa, eylemlerimiz devam edecek ve liselileri provokatör, marjinal gruplar gibi göstermeye çalışanlar, bize bir şey olmaz diyerek yollarına devam ederlerse, kimin ahmak olduğuna tarih karar verecektir.

Bir de şöyle anlatalım. Alman Liseli öğrenciler olarak, diğer liselerden kardeşlerimizle, bizi destekleyen sanatçılarla, velilerimizle, akademisyen ve öğretmenlerimizle birlikte, geleceğimizi çalmaya çalışan karanlığa karşı İstiklal Caddesi’nde yaktığımız ateşten birileri rahatsız olmuştur. Bu ateş, provokatörlerin değil, hak ve hukuk, eşit ve nitelikli eğitim arayanların ateşidir. Ve biz inanıyoruz ki hür irademizle yaktığımız bu ateş bir yangın gibi büyüyerek bütün gençliğe yayılacak, ülkemizi aydınlatacaktır. Bu saygısız tavrınızla, gerçekleri çarpıtarak ve eylemlerimizin içini boşaltmaya çalışarak, öğretmenlerimize, anne-babalarımıza, bizlere ve bu eylemleri destekleyenlere dil uzatmanız, gelecekte de tarafımızdan hiçbir zaman cevapsız bırakılmayacaktır.

Alman Liseli Öğrenciler



yeni alışveriş sitesi



Hadi yeni alışveriş sitemiz hayırlı olsun. http://www.zizigo.com/ ; limango, trendyol, markafoni, grupların sülalesi derken, yalnızca ayakkabı satılan bu siteyi geçenlerde okumuştum. İzin günümün sabahında, yatakta oturmuşken bir göz atayım dedim. Fena değil; özellikle satış ve iade şartları oldukça cezbedici. Aşağıda alıntı yaptığım gibi;

Nasıl mı? Zizigo’nun ücretsiz kargo ve 365 gün ücretsiz iade/değiştirme özelliğiyle beğendiğiniz ayakkabının birden fazla numara/renk/modelini alabilirsiniz. Deneyip hangisini beğendiğinize karar verdikten sonra tek yapmanız gereken bizi aramak! Hiçbir ücret ödemenize gerek kalmadan, değiştirmek/iade etmek istediğiniz ürünleri gelip kapınızdan hiçbir ücret ödetmeden teslim alıyoruz. Üstelik tüm bunları en geç 72 saatte yapıyoruz.

Anlayacağınız, vaktiniz olduğunda incelenebilecek gibi...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

TRAFİK EFELERİ



      Bazen merak ediyorum; insanlar kul hakkı deyince, ne anlıyorlar. Müslümanlıkta, Tanrı katında affı olmayan tek şey.  Sebebine gelince; kul hakkında affedebilecek olanın, yalnız ve yalnız, hakkı yenen kul olduğundan bence. Aslında vicdan sahibi olan her insanın, hangi inanca sahip olursak olalım, buna dikkat etmesi gerekmez mi? Sonucunun, başkasının hakkına tecavüze girdiğine inanadığım, çok ama çok şey var. Mesela; birinin hayallerinin, yemeğinin, mutluluğunun, sağlığının, aşkının, gerçeğinin önünde engel olacak her davranış, her söz.

     Dün akşam trafikte yaşadığım bir diyalogtan sonra, kalan insanlığımız adına şüphelerim daha da arttı. Yol yapım çalışmaları sebebiyle, trafik tali yola yönlendirilmiş, tek şeritte yol alıyorduk. Bekleyen herkesi hiçe sayarak sollayanlar için, içimde yükselen öfke içeren duygularlayken; arkamdaki minibüs sollamak için atağa geçti. Yol iyice daraldığından yanımda durmak zorunda kaldığı sırada, camı açmalarını işaret ettim. Başta anlam veremediler, ikinci seferde açtılar camı.

     Sonrasında pişmanlık duymamak için önce sordum ''araçta, yaralı ya da hasta varmı? '' diye. Olmadığını söyleyince ''çok acil bi durum mu var?'' diye sordum. Cevap değişmemeşti. Bunun üzerine ben; ''bakın işten çıkmış evime gitmeye uğraşıyor ve feci yorgunum. Eğer olurda sollar ve bir yığın arabayı, dakika bile değil bir kaç saniye için geçip giderseniz; diğerlerini bilmem ama ben hakkımı helal etmeyeceğim. Şimdi yolunuz açık olsun'' diyerek camımı kapattım. Hemen arkama geçti ama biliyordum ki, şoku, bir kaç saniye sürecek ve erkeklik gururu ağır basacak, öne geçecekti. Veeee öyle de oldu. Gerçi; dört araba öne geçtikten sonra yol açılana kadar bir daha sollama yapmadı. Umuyorum ki, sonrasında yanından, onunda hakkını hiçe sayarak geçen her aracın ardından söylediklerimi düşünmüştür.

     Trafikte, emniyet şeridinden gidenlerin ardından, daha da dehşetle bakakalıyorum. Yaralı çocuklarıyla bir ambulansın içinde hastaneye yetişmeye çalışıyorken; ambulansın emniyet şeridinden giden araçlar sebebiyle, yol alamadığı anı hayal etseler. Bir daha kullanabilirler mi emniyet şeridini, acaba. Adam olarak doğuyoruz da; büyüdükçe bu adamlık vasıflarını nasıl kaybediyoruz, anlayamıyorum bir türlü.

                                                                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Nisan 2011 Pazartesi

CESARETİN VAR MI AŞKA?






Monopoli oynamayı severim


Ama sadece banka bende olduğu zaman.


Zenginliğe bayılırım


Ama borçlanmaktan hiç hoşlanmam.


Kağıt oyunlarını da severim


Ama Doğu ülkelerinin saçma oyunlarını oynamaktan hiç hoşlanmam.


Satranç, dama, beş taşta oynarım.


Öyle bir oyun var ki;


Asla oynamamak gerekir asla,


En iyi arkadaşınız bile teklif etse.


Üzücü bir oyundur.


Çünkü; bir beton kalıbı hatırlatır.


Bu oyun, çok güzel bir evde başladı.


Şöförü olmayan, güzel bir otobüs,


Güzel bir kutu,


Güzel bir kız...

AMELİE






Sizin kemikleriniz camdan değil.


Hayattan darbe alabilirsiniz.


Ama bu şansı kaçırırsan;


Senin kalbin, benim iskeletim kadar


kuru ve kırılgan hale gelecek.


Haydi


Ne bekliyorsun?


Tanrı aşkına...

24 Nisan 2011 Pazar

ETKİNLİK MANYAĞI OLDUK

 

    Bugün, 23 Nisan etkinlikleri kapsamında hazırlanan bir organizasyona katıldık. Etkinlik manyağı olduk geldik. Hele Erdo ve benim nasıl etkinlik yapasımız varmışta haberimiz yokmuş. Kendimizi oradan oraya savurduk, bulduğumuz her masaya oturduk. İçeriye ilk girdiğimiz anlarda bir bocalama yaşadık. O kadar büyük bir kalabalık, yapacak o kadar çok şey vardı ki; ortama adapte olmamız zaman aldı. Elimizde Oğuz'un ayakkabıları, pamuk şekerler, dondurmalar...


Her zaman ki gibi büyük çoğunluğu, anneler, çocukları ve bakıcıları oluşturuyordu. Bu babalar bu tür şeylerde neredeler akıl sır ermez. Bu arada Çılgın Şeniz'le de karşılaştık. Karşılaşmalarımız öyle bir hal aldı ki; gittiğim her yerde gözüm O'nu arar oldu. Her gördüğümde enerjisine hayran oluyorum desem yalan olmaz. Hatun her yere, herşeye yetişiyor; O'da supermother'lardan.




     Erdo'yla ben,  bulduğumuz, mini boylardaki taburelerde dinlene dinlene geçirdiğimiz dört saat sonunda ''evim evim güzel evim'' demeye başlamıştık ki, Oğuz'un da pilinin bitme alametleri gözükmeye başladı. Üstü başı çamur içinde arabaya biner binmez, ayakkabılarını çıkartıp, çıkışta hediye ettikleri flüdü de eline aldı. Hala minnetle anıyorum; o flütleri hediye eden firmayı; bana eve gelir gelmez bir ağrı kesiciye mal oldukları için. Anacığım hiç susmadan çalınırmı o meret, bir saat boyunca. Beyefendinin çaldığı ve yeni bestelediği parçaları da sıkıyosa dinleme, ardından çok beğendiğini söyleme.




      Az önce şükür ki geldik eve; tabanlarıma basmakta zorlanıyor olmam, banyo yaptırma ve karın doyurma görevlerime engel değildi, tabi. Neyse onlarda bitti. Şimdi, sonunun nereye varacğının beni korkutmasına yetecek, yarım saattir süren bir sukünet hakim evde. Arkadaşlarıyla sinemaya gitmiş olan Elf'i almak için evden çıkmama bir saat var. Umarım bu süre zarfında, Oğuz insaf eder de bu sessizlik sürer.
ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

22 Nisan 2011 Cuma

HAYALLERLE YAŞAMAK

     


Kimi zaman ne dediklerini anlayamadan, kimi zaman şaşkınlıkla, kimi zaman üzüntüyle, kimi zaman da çaresizlik hisleriyle izliyorum, zamane liderlerini. Kendimizi geçtim, çocuklar için endişelerim var. Bunların yanında  bir de hayalim var; belkide hiç gerçeleşemeyecek bir hayal. Bir gün tekrar, bütün menfaati duygularından, ilişkilerinden sıyrılabilmiş, yalnızca halkını düşünen bir lider çıkarda gelir; çok büyük bir hayali olan. Atatürk gibi; bütün Türk Halkını bir bütün haline getirebilecek, peşinden sürükleyebilecek, muhtaç olduğumuz kudretin, damarlarımızdaki asil kanda mevcut olduğunu hatırlatacak. Bayramımız kutlu olsun.


                    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BUGÜN 23 NİSAN

  


23 NİSAN


Bugün Yirmi Üç Nisan,
Toplandı bütün vatan,
Millet Meclisimize
Atatürk oldu başkan


Kaldırdı hasta yurdu,
Yılmaz bir ordu kurdu,
Türk'ün şanlı sesini,
Dünyalara duyurdu.


Yükseldi bayrağımız,
Koparıldı bağımız,
Sultandan ayrılınca,
Kurtuldu toprağımız.


Türk çocuğu gül, sevin,
Yaşa yurdunda emin,
Bugünü an bayram et,
Bugün senindir, senin.


VASFİ MAHİR KOCATÜRK

MARTILAR

    


Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses, dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk, onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış.


       Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında... Fakir bir köylü delikanlı, iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler... Tabii ki... Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı pensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarıa boş olmadığını düşün,  fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya  tutulan güzel prenses, onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler.


     Fakir delikanlı, hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı, nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş. İŞTE HİKAYEMİZ DE ZATEN BURADA BAŞLIYOR.


     Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş.Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış. Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar.Ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; ta ki bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Ağlayarak kızına sarılan kral, martıların bile bu aşkı anlarken, anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek; delikanlıyı alması için bir gemi yollayacağını ve onları evlendireceğini söylemiş. Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış.


     Tabii bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip, hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar. Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlarmış. Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Ve malesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar... İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve her şeyi geri getiriceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.

20 Nisan 2011 Çarşamba

HERKES GİDER Mİ? 5



Köye 20 km. kaldığını gösteren tabelayı görünce, emlakçıyı aradım. ''Tamam Nesrin Hanım; muhtar sizi bekliyor.'' cevabıyla biraz daha rahatladım. Evin anahtarının olduğu ve beni eve götürecek olan muhtarla meydandaki kahvede buluşacaktım. Öğle saatleri yavaş yavaş geride kalmıştı, artık. Kahvede buluştuğum muhtarın, ikram etmek için ısrar ettiği çayı içtikten sonra yorgunluğumu iyiden iyiye hissetmeye başlamıştım. Ev diğer evlerden yürüme mesafesinde olmasına rağmen pek köyün içinde sayılamazdı. Denizin üzerinde yükselen bir burunun üzerinde inşaa edilmişti; bir deniz feneri edasıyla. Eve varınca; anahtarla kapıyı açıp önüm sıra içeriye giren muhtarın bir an önce gitmesini ve yalnız kalmayı istiyordum. Bunu sorularına verdiğim kısa cevaplardan anlayabilecek kadar kibar biriydi muhtar. Bir ihtiyacım olduğu taktirde aramam için telefon numarasını bırakarak yanımdan ayrıldı.

     Arabada ki eşyalarımı boşaltmaya başlamadan önce, bahçeye çıkıp manzaraya karşı öylece durdum. Denizi köpük köpük dalgalandıran, saçlarımı savuran bir rüzgar vardı. Yağlı boya bir tablonun içinde gibiydim, adeta. Bir melodi peydahlandı kulaklarımda; gözlerimdeki yaşları çağıran. Gözyaşlarım, bir çığlıkmışcasına süzülüyordu yanaklarımdan. O an hissettiğim neydi tam olarak bilmiyordum bile ama ağlıyordum, işte.

     Eve girdiğim anda ilk dikkatimi çeken ve hayran kaldığım zemine döşenmiş çiniler oldu. Arabadaki eşyalarımı, girişteki sahanlığa taşıdım. Evde çok az eşya vardı. Salonda bir çekyat, masa ve iki sandalye, yatak odasında ise üzerinde sünger bir döşek olan somya, boyası iyiden iyiye gitmiş iki kapılı bir dolap. İlk iş olarak;  masayı camın önüne çektim. Çantamdan bilgisayarımı çıkartarak üzerine yerleştirdim. Ricam üzerine teknoloji, benden önce eve gelmişti bile. Ekranda Google amblemini gördüğüm an yaşam başlamıştı sanki evde.

     O an yorgunluğuma iyi gelecek tek şey demlenmiş çay olabilirdi. Mavi dolapları olan mutfağa girdim. Çiniyle döşenmiş beton tezgahın üzerinde, mutfak eşyalarımı sığdırmış olduğum koliyi açtım. Acil ihtiyaç listesi yaparak hazırladığım koliden; demliğimi, çayımı, ince camdan yapılmış, ince belli çay bardağımı çıkarttım. Musluktan akan suyu direk kullanabilmenin lüksünü yaşayarak demliği ocağa koydum. Akşamı geçirebileceğim atıştırmalıklarım vardı. Zaten sabah ilk işim şehre inmek olacaktı.

     Geceyi, tavanda sallanan ampül eşliğinde çayımı içerken e-postalarımı okuyarak ve diğer kolileri üstün körü açarak geçirdim. Hep burada yaşamışcasına rahattım. Bu huzurla sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Deliksiz uyuduğum geceleri hatırlayamıyordum bile.

     Günün ilk ışıklarıyla uyandım. Zamanın birinde, cuma pazarından aldığım, kıymetlim olan polar sabahlığımı üzerime geçirdim. Ocağın üzerine suyu koyup banyoya girdim. Onbeş dakika sonra, yeni güne, denize, bahçeme, yarısı yıkılmış çitlerime, günaydın demek için; üzerimde polar sabahlığım, elimde kahvemle bahçedeydim.

     Hazırlanıp evden çıktım. Meydana uğrayıp, fırından simit aldıktan sonra yola koyuldum. Evden çıkarken, akşam almış olduğum ölçüleri not ettiğim kağıdı, yanıma alıp almadığımı kontrol etmeyide ihmal etmemiştim. Planım; bugün mobilya alışverişinin birinci etabını bitirmek, mutfak için yiyecek alışverişi yapmaktı. Hiç araştırma yapmaya falan gerek duymadan önceden kafama koyduğum gibi, köye geliş yolunda önünden geçtiğim Ikea'nın yolunu tuttum.

    Her zaman ki gibi olan oldu; kendimi tutmakta hayli zorlandım. Buna rağmen neredeyse tüm günü orada geçirdim. Vidasıydı, otuydu, püsürüydü saatlerimi aldı. Gerçi yapacak daha önemli işim, yetişecek bir yerim olmadığından olsa gerek hayli yaydım kendimi. Montaj ekibiyle, ertesi sabah için sözleşerek ayrıldım oradan. Yiyecek alışverişi için gideceğim markette de sapıtmamak için çıkmadan karnımı doyurdum. İsabetli bir karar vermiş olduğumu anlamam uzun sürmedi. Çünkü; reyonların önünde, bomboş olan buzdolabı gözümün önüne geldikçe, içimdeki canavar hörtlüyordu.

    Bu sefer; dönüş yolunda, aldıklarımı nasıl yerleştireceğim kabusu sarmadı. O anda kurduğum ve beni heyecanlandıran tek şey; acele tarafından bir salata yapıp, şarabın eşliğinde oturup keyif yapacak olmanın hayaliydi. Öylede yaptım. Dönüşte yanıma aldığım temel mutfak eşyaları ve yiyecekleri yerleştirdim. O eşyalarla birlikte aldığım abajurda, masamın üzerindeki yerini aldı. -Gerisi bekleyebilir-  diye düşündüm. İyiki de öyle yapmışım.


     Sabah gözlerimi açıp saate baktığımda, bu kadar erken ve zinde gözlerimi açabildiğime inanamadım. Uzun bir gece olmuştu, çünkü. Baştan başlıyor olmak diriltmişti sanki beni. O saatlere kadar okuyup, o kadar şarap içtiğim gecelerin sabahları; yataktan çıkacak gücüm olmaz, ayılamazdım bir türlü. Buraların havasından suyundan ya da yeniden başlıyor olmanın heyecanından mı bilinmez ama tazelenmiş hissediyordum kendimi. Ne istediğimi de, ne istemediğimi de...

                                  ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

    

BİZ KADINLAR



    Kadınlar büyürler mi gerçekten. Şu erkekler yüzünden acı çekmeyecek kadar, yeterince. Bundan sonra hiç bir erkek beni ağlatamaz, ayrıldığımda yerlerde sürünmeme sebep olamaz, kiminle birlikte olursa olsun kıskanmam mümkün değil...uzar gider. Kalbe söz geçirebilen varmıdır acaba? Bir durup bakınca ergenliktede, evliykende, yaşlılar evindeykende kadın hep aynı kadın. Aslında sadece ilişkiler değil genel birçok olaya verdiğimiz tepkiler çok benzer.

     Vücutlarımızla hep bir zorumuzun olması. Ben kendinden memnun olanına henüz rastlamadım. Kilolarla mücadele, başladığı gibi bitiveren diyetler zaten başlı başına ayrı bir konu. Nasıl zayıflayabileceğimiz konusunda bilmediğimiz yok evel allah, iş uygulamaya gelince fosss. Yok cildim böyle, saçlarım hacimsiz, boyum kısa ya da çok uzun, ayak bileklerim kalın, göğüslerim şöyle böyle, bitmez. Bu konuda vahim olan bunları erkeklerin yanında rahatlıkla dile getirip o ana kadar dikkatlerini çekmemişse bile o andan sonra gözlerine sokmak. Eşini baskül niyetine kullanmayan azdır zannediyorum. Eşinin ya da sevgilisinin, yanlarından geçen diğer kadına bakıp; ''Hayatım benim popom şu kadınınki kadar büyükmü?'' dediği andan itibaren adam, yanından geçen hatunların dötlerine daha dikkatli bakmaya başlamaz mı? Çok şişirmemek şartıyla egomzun hafif ayakta olması yeterli bence.

     Bir de en azından benim farkına varmamın vakit aldığı bir konu daha var. Biz kadınların, sorunu dile getirmeden küsme hallerimiz. Adam birşey yapar ya da söyler ve biz küseriz. Ama; adamcağızın birşeyden haberi yok, farkında bile değil. Asıl vahimi, adamın anlayıp özürdilemesini bekleme sürecine girme hallerimiz. Böyle birşey yok arkadaşlar. Bu durumda size ''çok beklersin'' denilebilinir. Üstüne üstlük uzatırsan, bir iki gün sonra adam seninle konuşmamaya başlar. Çünkü;  onun olup biten hakkında hiç bir fikri yoktur. Bakış açılarımız erkelerle o kadar farklı ki; yaşadığımız şeyden sonra içine girdiğimiz dargınlık dehlizinde tamamen yalnızızdır. Haberi olmadığı içinde konuşmama halinizi anlamlandıramaz o beyinciği ve bu sefer o bize küsüverir. İş uzarsada sebep bile unutulur, arapçasına dönüşme ya da ayıkla pirincin taşını durumu.
                                                                    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

18 Nisan 2011 Pazartesi

HERKES GİDER Mİ? 4






                Sensiz sabahlara uyanıyorum. Yüreğimi taşıyamacağımı zannediyorum. Çok yalnızım, kadınım.( Nesrin ) Sen giderken beni esir alan öfke de gitti yapayalnız kaldım. Kocaman bir suskunluk kaldı, geride. Sabahları hazırlanırken dinlediğim radyo bile suskun artık. Seni ve senli günleri hatırlatan hiçbir şeye tahammülüm yok.


Ofiste çalışırken, Çevremdeki tüm sesler susmuş, tüm renkler silinmişte hareket eden sadece bedenim-miş gibi geliyor. Bu sessizlik hapsetti beni. Bazı anlar birşey oluyor; birden seni iş yerinde çalışıyor sanıyorum, elim telefona gidiyor. Akşam mesai bitince eve dönecekmişim sanıyorum. Seni, bizi ne kadar çok ertelemişim , Nesrin. Aklıma düştüğün anlarda seni arayıp özlediğimi söyleseydim. Çiçekçinin önünden geçerken, trafiği boşverip kapsaydım bir demet çiçek. Rüzgar saçlarında dolanırken yüzümü sürüp, sarılsaydım doyasıya. Ertelemelerin böyle bir son hazırlayabileceğini bilemediğim, sahip olduğumuzun ne kadar özel olduğunu unuttuğum için affet beni.


Arkadaşlarım bıkıp usanmadan arıyorlar. Senin evde olduğunu, olacağını bildiğim akşamlar; ne kadar çekici gelirdi, bir kadeh atmalar, erkek erkeğe sohbetler. Sen benim ne kadar çok şeyim-mişsin. İçimde ne kadar çokmuşsun ki sen gittiğinden beri, anlamsız kaldı, herşey.


Nedensiz uyanıp, usul usul ağlıyorum, geceleri. Korkulu rüyalardan uyandığımda; masallar, ninnilerle annemin dizlerinde uykuya daldığım çocukluk gecelerimi özledim. Yitirilmemiş şansları, kirletilmemiş, nasır tutmamış duyguları, yürek titremelerini...Tekrar annemin dizlerinde yatan o çocuk kadar yolun başında olabilmeyi ne çok istiyorum bir bilsen.


Ben herşey yolunda zannederken daha doğrusu öyleymiş gibi yaparken; anlatmaya çalışmaktan vazgeçmedin. Ne zaman ''nefes alamıyorum'' dedin. İşte o an durdu herşey. O andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kim bilebilirdi ki; ikimiz içinde birer başlangıç cümlesi olacağını. Evet, başlangıç. Ne kadar sancılı olsa da...Cebimizde ağırlık yapan herşeyi boşaltıp, yanımıza yalnızca zaman içinde biriktirdiğimiz masallarımızı alarak yola çıkma vakti.


Şimdi nerede, ne yapıyorsun, acaba? Uzun zamandır ertelediğin yolculuktasın. Güneş senin için tekrar doğmaya başlamıştır, umarım. Her zaman dediğin gibi; zaman, zamanla geçecek. Zaman benide iyileştirecek. Seni hatırlatan herşeye, herkese tebessümle bakabileceğim, günü geldiğinde.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BARBEKÜ



Alışverişi yapan kim? Kadın.


 Mezeleri hazırlayan kim? Kadın.


 Domatesleri, biberleri, soğanları şişlere dizen kim? Kadın.


 Sofrayı, kuran, toplayan kim? Kadın.


 Yemeği yapmış olan kim? Erkek.


         Sezonun ilk mangalı yakıldı. Kalabalıkla gelen, curcuna, herbir köşeden gelen ayrı sesler, gene evimizdeydi, şükürler olsun. Gün son bulana kadar çocuk sesleri dinmedi. Herbir katta ayrı bir film...Oğuz; Baran kıskançlığı sebebiyle ablasını ablukası altına aldı. Baran desen; keşif çalışmaları gün boyu sürdü, tabi peşinde koşturan, annesi Şebo. Elf'le Duygu deseniz, onlar kendi dünyalarında. Gerçi Elf; daha sonra yediği çiğköftelerin hışmına uğrayarak uzun süre karın ağrısı çekti.

          Sabah Elf'i dersaneye bırakıp eve dönünce ilk iş mutfağa girdim. Ortam hazırlamakla ilgili çalışmalar kapsamında; mutfak önlüğü seçimi, uygun müzik kanalı ayarlanması gibi...ön hazırlıklara başladım. Bu masterchef, mahvetti hepimizi. Restaurant mutfağı havası yakalanamadan yemek memek pişiremez olduk. Mezeler, zeytinyağlılar derken son olarak pirincide ıslayınca hazırlıklar tamamlandı. Asıl büyük hazırlık, yaz mutfağında bizi bekliyordu. Mangalla ilgili herşey kontrol edilerek eksikler tamamlandı; Erdo için. Beyefendi'nin; kağıt havlusu, eldivenleri, maşaları tezgaha dizildi, biralar dolaba konuldu, purosu hazır edildi.

           Derken akşamüzeri Özlem'ler gelince erkekler mangalı yakmak için mutfağa geçtiler. Önder'in de gelerek onlara katılmasıyla, ekip tamamlanmış oldu. Yarım saat olmadan; ellerinde purolar, sigaralar, içkilerle, sergiledikleri fotoğraf, yükselen müzik sesi ve Bolt'u da yanlarına almalarıyla tamamlanmış oldu. Bu sırada biz de  evde sofrayı kurmuş, bahçeden topladığım lalelerle renklendirmiştik. Bu kadar titizlenmeme rağmen, bahçeden talimatlar gelmeye başladı. Etler hazır mı? Domates, biberleri şişe dizecekmisiniz?

          Nihayetinde Vilo'larda gelince sofraya oturduk. Erdo'nun iyileşmesinide kutladığımız, keyifli bir yemek oldu. Ama; bunca yapılandan sonra soruyorum sizlere ''Yemeği kim hazırladı?'' Her seferinde, elinde maşa tutan olmak istiyorum. Çünkü; eldeki maşanın yerini sırasıyla; çatal, bıçak sonra da ekran karşısında maç izlerken demlenmiş çay alıyor. Sofrayı kuran kaldırsın, herkese afiyet olsun durumu.

          Yanlış anlaşılmasın, durumdan şikayetçi olduğumdan değil. Çünkü; Özlem ve Şebo'yla sofrayı toplamak, biryandanda Şebo'nun pişirdiği, kokusu yayılan Türk kahvelerini mutfak masasında, bütün kızlar toplandık vaziyetinde içmek; değişilemez bir keyif. Benim bozulduğum; şu barbekünün tanımı. Kadını alışverişi yaptığı, domatesleri soğanları doğradığı, eti hazırladığı, heryeri temizlediği ve erkeğin ''yemeği hazırladığı'' mangal partisi.

         Allah'tan, çevremizde paylaşmanın mutluluğunu duyduğumuz, keyif yapabildiğimiz dostlarımız, ailemiz var. Böyle günlerin sonunda bize yaşattıkları ve paha biçilemez olan mutluluk, huzur için hepsine teşekkür ediyorum. Herşeyi daha renkli görmemizi sağlayarak, anlam katan nice yemeklerde beraber olmak dileğiyle.

                                                                                                       ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

16 Nisan 2011 Cumartesi

BEN 10



 Dün akşamki masal seansımız için Oğuz'un seçmiş olduğu kitap sayesinde Ben 10'un gelmişini geçmişini öğrendim. Bugüne kadar az buçuk bilgim vardı. Fakat; dönüşebildiği yaratıkların nereden gelmiş oldukları, sahip oldukları güçler hakkında birşey bilmiyordum. Şükür ki; o da eksik kalmadı, öğrendim. 



      Zaten elimden geldiğince televizyon izlerken yalnız kalmamasına özen gösteriyorum, Oğuz'unda Elif'in de... Elif, hadi kotardı gibi, en azından kendine ait zevki oluşmaya başladı, diyelim. Seyrettiği korku filmlerini onunla birlikte değil tek başıma bile seyretmem mümkün değil. Ama, söz konusu 3- 4 yaş olunca durum farklı. Oğuz'un söz ya da davranışlarında olan dikkat çekici her değişiklikte önce izlediği çizgi filmlere bakıyoruz. O kadar fantastik şeyler var ki ben bile anlamaya çalışırken, zorlanıyorum. Düşünün ki 3-4 yaşındaki bu çocukların, gerçekle fantaziyi ayırma becerileri ne kadar gelişmiş olabilir?


    Bir arkadaşımın oğlu, uçabileceğine o kadar inanmıştı ki; masanın üzerinden süzülüverdi birgün. Sonuçta; kırık bir kol ve soru işaretleri. Bir başka tanıdığımızın çocuğu ise ilkokula başladığında öğrenme güçlüğü çekti, uzun süre okuyamadı çocuk. Sebep olarak televizyon başında geçirdiği uzun saatler gösterildi. Hayatı süslü püslü giyisiler ve sihirli güçlerden ibaret sanan kız çocuklar da cabası.Görüntüler o kadar seri halde verildiğinden zeka gelişimi kötü etkileniyormuş; fazla çalışmasına gerek kalmadığından.Uzmanların sınav dönemlerinde gençlere televizyon, özellikle reklamları izlememelerini önermelerinin sebebide buymuş.


     Bunları bir kenara bıraktık diyelim. Eski çizgi filmlerin çocukları olunlu etkileyecek, içinde toplu yaşama kuralları, paylaşım, dili doğru kullanma gibi yardımcı, eğitici etkilerinin yanında bir felsefeleri olurdu. Ama; sözlük anlamındaki gibi özel bir içeriye sahip felsefeleri. Zaten felsefe bitti, herşey; dinde dilde bitti. Sürekli gelişmek zorunda olan herşeyin önü tıkandı ya da tıkattırıldı. Bak konu sapmaya başladı gene.


       Şirinleri izlerdik mesela; paranın ve paranın getirdiği sınıfsal ayrımların olmadığı bir ormanda yaşarlardı.( Ki; Amerika elini buna bile değdirmişti) Tom ve Jerry'i izlerdik; aralarındaki tüm çekişmeye rağmen, beraber yaşayabilen, kedi ve farenin maceraları. Çok iyi kurgulanmış ailelerdi; Çakmaktaş ve Moloztaşlar. Gerçi; bunlar ve benzerleri var hala, gösterimde olan. Fakat; kapitalist düzenenin getirmiş olduğu, pazarlama, promosyon çalışmaları çarkları arasında kalıyorlar. Allahtan sinema filmlerinde biraz insaflı davranıyorlar.( Bir de 3 boyut işinden vazgeçseler) Ama evde olan çocukların izleyecekleri bile, güçler tarafından belirlendiği için durumun çok farklı boyutları var. Ülkelerdeki yayınlara yatırım yapan ülkeler arasında, feci paralar dönüyor. En son ''Susam Sokağı'' adlı çocuk programın yayınlamak için Pakistan'da yapılan yatırımı duymuşsunuzdur. Bize de 80'lerde gelmişti, hatırlayanlar vardır. İdeolojileri benimsetebilmek için ilk hedef çocuklardır, çünkü. Temel atma çalışmaları şimdi de Pakistan için yapılıyor. Anlatmak istediğim çocuklara izlettirmek istediklerimizi kontrol etmek için tek yapabileceğimiz kumandayı elimize almak. Ben kanallar falan yazılar yazmaktan çoktan vazgeçtim.


Ama durun, unutmadan bizim Caliou'muz var. Mükemmel, sinirleri alınmış anne. Mükemmel, uzun saatler evde olan, sinirleri alınmış bir baba. Herşey o kadar muntazam ki; evde yaramazlık yapmanın tadına varamayan iki çocuk. Bir de o kadar çok gösteriliyor ki hepimiz dönüşüp birer Caliou olacağız diye korkmuyor değilim.


Neyse; dün akşama dönecek olursa, Oğuz uyuduktan sonra kalkıp oyucakları arasından Omnitrix saati arayıp buldum. Koluma takıp yattım yatağıma. Düğmesine her basışımda tavanda beliren yaratıkları izlemeye ve düşünmeye başladım. Düşündükçe farkına vardım ki; bu yaratıkların özelliklerini taşıyoruz. Özellikle biz kadınlar...Şimşek Hız mesela; çok hızlı haraket edip düşünebiliyor, sivri tırnaklarıyla saldırıyor. Ateş Topu; ateş topu fırlatabilmesinin yanında ateşte söndürebiliyor. Elmas Kafa; elmastan duvar ve korunak yapabiliyor. Bizimkiler elmastan olmasa bile isteyince mükemmel beceririz duvar örme işini. Yüzen Çene; çok güçlü çene yapısına sahip. Bu konuda bizimle yarışabilecek yalnızca bu yaratıktır, herhalde. Gölge Hayalete gelince; karşısındakinin beynini kontrol ederek kabuslar görmesini sağlayabiliyor. Şükür ki; tanıdığım böyle bir kadını geçenlerde hayatımdan  tamamen çıkarttım. İşte böyle; düşününce farkına vardım, bu yaratıkların bir şekilde birilerinde beden bulmuş olduklarını.


Uykuya dalmadan önce son hatırladığım, biraz ürkmeye başladığımdı. Sabah gözlerim, kolumdaki saati dikkatlice inceleyen ve bakışlarında soru işareti olan Erdo'nun gözleriyle buluştu. O andan itibaren hangi yaratığa dönüştüğümde bana kalsın.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

13 Nisan 2011 Çarşamba

HERKES GİDER Mİ? 3



   Nesrin:

   Çay molasından sonra tekrar yola koyuldum. Çok önceleri okuduğum bir biyografide, kadının yaşadığı her dönemi bir film, kendisinide başrol oyuncusu olarak gördüğünü okumuştum. Bu şekilde herşeyin üstesinden daha kolay gelebildiğini yazmıştı. Herşey bir film gibi; başlıyor ve bitiyor.Yolculuğumun başlangıcından beri ben de bir filmin içinde gibiyim. Yazanın da, yönetinin de, oynayanının da ben olduğum bir film. Bu düşünceler içinde birkaç saat daha araba kullandıktan, virajlarda, batmaya hazırlanan güneşle saklanbaç oynadıktan sonra girişinde sağlı sollu zeytin ağaçlarının olduğu bir köye geldim. Deniz kenarına giden yolu takip ettim.

   Yanından geçtiğim yabancının, tarif ettiği pansiyonun önüne parkettim arabayı. Beyaz boyalı, üç katlı bir binaydı. Pansiyonun önündeki tahta iskemlede, orta yaş üstü bir adam oturuyordu. Ben arabadan inerken ayağa kalkıp yanıma gelerek, güleç yüzüyle selam verdi. Adının Pakize olduğunu sonradan öğrendiğim eşiyle beraber, ufak el çantamla odama çıkana kadar eşlik ettiler, bana.

   Oda mis gibi badana kokuyordu. Odada; çift kişilik bir yatak, ufak bir gömme dolap ve bir masayla sandalye vardı.Uçlarında dantel oyası olan keten perdelerden akşam güneşi sızıyordu. Hemen bir duş alıp kendimi yatağa atmak için sabırsızlanıyordum.

Uyandığımda hava kararmıştı. Karnım açlıktan adeta zil çalıyordu. Giyinip aşağıya indim. Binayla deniz arasına konan altı masa vardı. Etrafı, uzun beyaz, ağaç dallarına dolanmış kabloya eklenmiş olan ampuller aydınlatıyorlardı. Diğer masalar yemeğe çoktan başlamışlardı. Pakize Hanım'ın eşi Mahmut Bey, saygıyla yanıma yaklaşarak menüde bulunan yemekleri sıraladı. Benim içinde uygun olduğunu söylememden sonra mutfağa doğru yöneldi.

   Bardağımdaki buzların üzerlerine döktüğüm rakıyla buluşmalarını izlerken mest olmuştum, hele o anason kokusu, yok mu. İlk yudumu alırken diğer masalara şöyle bir göz attım. Yaşlı bir çiftin masasında bir haraket vardı. Adam elindeki şalı  eşinin omuzlarına yerleştirdikten sonra kalkmasına yardım etti. Eşinin kolunu tutup özenle kendi kolunun arasına yerleştirdikten sonra ''iyi geceler'' dileyerek, ağır adımlarla pansiyona doğru yöneldiler. Diğer masada ki çift çocuklarını henüz uyutmuş pusete yerleştirmiş, sessizce konuşuyor, gülümsüyorlardı. Muhabbet onlar için yeni başlıyordu.

   İkinci kadehe geçmiş, dalmıştım ki bir ud sesi çalındı; çakıl taşlarına vuran suyun sesiyle dolmuş olan kulaklarıma. Daha güzel hiçbir şey eşlik edemezdi, masamdaki kadehim ve geceme...

   Odaya çıkıp yastığa kafamı koyduğumda ilk defa Ahmet'in o an ne yaptığını düşünmüştüm. Ayrılma kararı arifesinde de, sonrasında da O'nun içinde iyi olanı dilemiştim, hep. İkimizin içinde de bizi peşinden sürükleyebilecek, devam edebilmek için ihtiyacımız olan, istek kalmamıştı. Hiçbir zaman evliliğin standartları  olduğuna, belli kalıplar içinde yaşanılması gerektiğine inanmamıştım, zaten. Ama yaşadığını hissedebilmeliydi, insan. Benimkiler kadar Ahmet'in de, yaşadığını hissedemeden geçirmiş olduğu günler için üzülüyordum. Umuyorum ki; O'da silkelenir ve tekrar nefes almaya başlar.

   Sabah gözlerimi açtığımda, tekrar filmin başrol oyuncusuydum. Demli çay ve tatlı sohpetin eşlik ettiği kahvaltıdan sonra Mahmut Bey ve Pakize Hanım'la vedalaşarak yola koyuldum.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

GÖKKUŞAĞI


Yıllar önce, yağmurlu bir gün de öğrenip, penceremizin önünde Elif'e anlatmış olduğum, hem biz büyükler hem de çocuklar için küçücük bir hikaye;


Dünyanın tüm renkleri birgün bir araya toplanmış ve hangi rengin daha özel olduğunu tartışmaya başlamışlar.


YEŞİL demiş ki;

''Elbette en önemli renk benim. Ben hayatın ve umudun rengiyim. Çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim.Şöyle bir yeryüzüne bakın, heryer benim rengimle kaplı.

MAVİ hemen atılmış;

''Sen sadece yeryüzünün rengisin. Ya ben? Ben hem gökyüzünün hem de denizlerin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir ve huzur olmadan sizler hiç bir işe yaramazsınız.

SARI söz almış;

''Siz dalgamı geçiyorsunuz? Ben dünyaya sıcaklık  veren rengim, güneşin rengiyim. Ben olmazsam soğuktan donarsınız, hepiniz.

TURUNCU onun sözünü kesmiş;

''Ya ben? Ben sağlık ve direncin rengiyim. İnsan yaşamı için gerekli vitaminler benim rengimde bulunur. Portakalı, havucu düşünün. Ben pek ortalıkta gözüken bir renk olmayabilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren benim, unutmayın.

KIRMIZI daha fazla dayanamamış;

''Ben hepinizden üstünüm. Ben; kan rengiyim. Kan olmadan hayat olurmu? Ben tehlike ve cesaretin rengiyim. Aşk ve tutkunun rengiyim. Bensiz bu dünya bomboş olurdu.

MOR ayağa kalkmış;

''Hepinizden üstün olan; benim. Ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar, liderler beni seçmişler. Ben otorite ve bilgeliğin rengiyim, insanlar beni sorgulamazlar.

Bütün renkler hepbir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar. Herbiri diğerini itip kakıyor,''En büyük benim'' diyormuş. Derken; bir anda şimşekler çakmış ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamışlar. Bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar.

Ve yağmurun sesi duyulmuş;

''Sizi yaramaz renkler, bu kavganın anlamı ne, bu üstünlük çabanız, neden? Siz bilmiyormusunuz ki her biriniz farklı bir görev için yaratıldınız. Birbirinizden farklısınız ve herbiriniz kendinize özelsiniz. Şimdi, el ele tutuşup bana gelin.''

Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar. El ele tutuşup gökyüzüne havalanmışlar ve bir yay şeklini almışlar. Yağmur onlara ''Bundan böyle'' demiş.''Her yağmur  yağdığında sizler birleşip bir renk cümbüşü şeklinde gökyüzünde yeryüzüne uzanacaksınız ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacak, güç bulacaklar. İnsanlara yarınlar için umut olacaksınız. Gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size GÖKKUŞAĞI diyecekler'' demiş.(ALINTI)

Anlattığım her seferde; bir araya gelip rengarenk olmanın, olabilmenin; ne kadar güzel bir çeşitlilik ve paylaşım , bu paylaşımdan duyulacak manevi tatminin tarifsiz olacağını düşünmeden edemem. Paylaştıkça çoğalıp büyüyen mutluluklar, paylaştıkça azalan mutsuzluklar.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

UYKUSUZ GECELER

          Çocuk babasının yanına gider ve sorar;

          ''Baba biz nasıl, nereden geldik'' diye.Babası uzun uzun evrim teorisini anlatır. Daha sonra mutfakta yemek yapan annesinin yanına giden çocuk, aynı soruyu ona da sorar. Anne ise Adem ve Havva'dan geldiğimizi anlatınca çocuk, ''ama babam maymunlardan geldiğimizi söylüyor'' der. Anne de ''onlar babanın sülalesi oğlum ben karışmam'' der.

           Bende ara sıra düşünmüyor değilim, benim çocuklarım nereden geldi diye. Bir gariplik var, çünkü. Şurası kesinki vampirlerle bir yerlerde yollarımız kesişmiş, yakayı son anda kurtarmışız. Hani normalde evlerde gece uyunur, sabah, takribi 8-10 saat sonra uyanılır, değil mi? Yok anacığım bizde bu mümkün olmuyor. Zaten Oğuz'u doğururken aynı zamanda bir çalar saat doğurduğumun farkında değildim.

           Bizim yatak odasında sürekli bir haraket var. Bazen gözümü bi açıyorum Elf başucumdaki bardaktan su içiyor.(aşağıya inmeye üşenir) Aklına birşey takılır onu sormak için uyandırır. Sabah kahvaltı için canı birşey çeker, uyandırır. Geçen gece gene, bu arada saat 03.00, ben henüz uyumamışım,kahvaltısı için krep siparişi verdi. Haydeee kalk sabahın altısında krep yap.

           Oğuz'u anlatmaya sayfalar yetmez, zaten.Gece boyunca evde ki tüm yatakları dolaşıyor. Bir keresinde yatmak için üst kata çıktım. Baktım odasında yok, Elf'in yanında ve üzerinde yatırırken giydirdiğim pijamaları yok.Anlık bir kendimden şüpheden sonra yatağıma gittim.Üzerinden ne kadar vakit geçti farkında değilim, bizim yatağa geldi ve üzerinde gene farklı bir pijama. Artık sabah olmak üzereydi ki bu sefer kalkarken farketmemişim pijamaları tekrar değiştirmiş olarak yanıma sığışmaya çalışıyor. Beni zorla itmeye çalışınca farkettim yataktaki ıslaklığı. Oğuz'a dokundum üstü başı kuru fakat pijamalar ters giyilmiş. Odasına gidip yerdeki pijama yığının görünce hikaye tamamlanmış oldu. Gece boyunca kendi yatağından başlayarak evdeki tüm yataklara tek tek işemiş, her seferinde de odasına gidip pijamalarını değiştirmişti.

           Dün gece de Oğuz'un ''bisküvi yiyecektim, nerede?'' naralarıyla gözümü açtığımda, sabah oldu zannettim. Çünkü; tüm ışıkları yakmıştı, velet. Saate bir baktım 02.30, neler olduğunu anlamaya, Oğuz'a akşam yemeğinde neler yedirdiğimi hatırlamaya çalışıyordum  o an.Taze fasulye, makarna ve yoğurt yemişti. Normal çocuklara ne denir bu gibi durumlarda ''oğlum git yat sabah yersin'' Ama yok bizimkinde öyle sersemlemiş, uyku mahmuru bir durum söz konusu olmadığından ve her zamanki gibi Erdo duyupta duymamazlıktan geldiğinden, mutfak yolları bana gözüktü. Bir bardak su eşliğinde altı adet finger bisküviyi yedikten sonra uyudu, nihayet.

          Diyorum ya soyda sopta bişi var. Kafaları uyumuyor benim çocukların, sonra da Özgür yirmi dakika uzaklıktaki işine giderken, kimi zaman gözlerini bir kaç dakika kapatabilmek için mola bile verir durumda yaşamayı sürdürüyor.

                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

12 Nisan 2011 Salı

NÜKLEER ENERJİ



Japonya'dan bir ses

.................................................

Tabiatın gücüne dair; topluma, yaşam biçimlerimize dair yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatan birşey bu. Deprem, tsunami tabi afetler; nükleer felaketin sorumluluğunun yarısı ise insana ait. Petrol olmadığı için nükleer enerjiyi seçmiş olan bizlerin seçiminin sonucu, bu felaket Hiroşima ve Nagazaki'de atom bombasını yaşamış biz Japonlar nükleer enerjiye karşı çıkmadı demek değil. Nükleer enerjinin güvenli olduğu açıklamasına dayanıldı, bol elektrik, aydınlık ve refah bir yaşamın çekiciliğine karşı çıkılamadığından.

Fukuşıma'daki santral, başken Tokyo ve çevresine elektrik veriyor. Kesintiler başladığından beridir bu büyük şehirde ki yaşamımızın ne çok elektrik gerektirdiğinin farkına vardık. Elektrik olmayınca trenler çalışmıyor, binaların asansörleri çalışmıyor, buzdolabındaki yiyecekler bozuluyor, şehir suyunun ulaşamadığı yerler oluyor.

Akşam sokak lambaların da, trafik ışıklarının da söndüğü yollardan geçerken; ışıkların kesik, televizyonların sönük olduğu evlerdeki mum ışıklarına bakıp depremden önce ne çok elektrik israf ettiğimizi düşünüyorum.

Şehrin gecesi apaydınlık, iş de eğlence de sonsuzdu. Uzaydan bakıldığında Tokyo nasılda ışıl ışıldı. O ışıltı ne kadar gerekliydi, loş şehre bakıp düşünüyorum...Fazla aydınlık gecede gerçekten gerekli olan ışıklarıda göremedik. Elektrik için nükleer enerjiyi seçmeme olasılığını, elektrik israfının olmadığı hayat tarzını düşünme fırsatımız var şimdi; çok büyük kurbanlar vererek edinilmiş.

Tek bir kişinin düşünme biçimini değiştirmesiyle tüm toplum değişir. Şimdi yapmamız gereken yeniden düşünmek..........

....................................................................

ETSUKO SHINDÖ

Gerçi bu son pragraf bizim Türk toplumu için pek geçerli olmuyor. Bir ses çığ gibi çoğalarak büyüyemiyor, malesef. Ama biz genede, azınlık olmayı sürdürsek bile söylemekten bıkmayalım, lütfen. Sofradaki bardakta, kalmış suyu lavabo yerine salondaki saksının dibine dökmekten, boşa yanan lambaları söndürmek için koltuğumuzdan kalkmaktan, çöpleri ayrıştırarak mahallede belki de tek olan koynetere taşımaktan erinmeyelim. Küçük bir haraket gibi gözüküyor olsa da en azından birey olarak, küçük şeylerin çığ olabilmesine katkıda bulunmuş oluruz.

Üşenmede yılmadan yapmaya devam edelim diyorum ÇÜNKÜ; bizim, yaşanan felaketi küçünseyecek biçimde '' Bekarlar evlilere göre 6 yıl daha az yaşıyor; nükleer santralların ise insan hayatı üzerindeki etkisi önemsiz boyutlardadır'' şeklinde açıklama yapan bir Enerji Bakanı'mız var. Geleceğimizi bu kadar olan bakanların ellerine bırakmayalım.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

ERKEKLERİN

 


ERKEKLERİN DÜĞMELERİ NEDEN SAĞDADIRRRRRR?



(yazıyı hangi zamanda, hangi dergiden koparttığımı hatırlamadığım için ad yazamıyorum)

Erkeklerin tüm giyisilerinde düğmeleri sağda, ilikler solda iken kadınlar giyisilerinde tam tersidir? Giyisilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda, düğmeler hem çabuk kırılabiliniyor, hem de çok pahalıydı. Düğme alabilecek zengin kadınlar da, uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı.

Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında, onların düğmelerini sağ ellerini kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı. Bu nedenlerle, terziler düğmeleri hizmetçinin sağına, hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular. Günümüzde her kadın, kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir bilinmez, bu adet değişmedi.

10 Nisan 2011 Pazar

RİO



Çocukları götürecek doğru düzgün film bulmakta zorlananlara önerilir. Bilet gişesinde filmin üç boyutlu olduğunu öğrendiğimde vazgeçiyordum. Bugüne kadar Oğuz'u götürdüğüm üç boyutlu her filmin, bir yerinde salondan çıkmıştık, çünkü. Çocuklar için yapılan filmlerde üç boyut özelliğinin kullanılıyor olmasının mantığını çözen varsa, açıklasın bana da arkadaşlar. Adını şimdi hatırlamadığım, başlangıç sahnesi benim bile zihnimden silinmeyen baykuşlarla ilgili bir film vardı. Aman tanrım ağlamaya başlayan çocukları geçin ben bile salondan zor atmıştım kendimi. Heh baktım şimdi, adı ''Baykuş Krallığı Efsanesi'' ymiş. Ne gerek yani bu kadar teknolojiye? Adamlar geçen yıl ''Alis Harikalar Diyarında'' yı çektiler. İzleyenler varsa şayet, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Eğer; özellikle pazar günleri şu eski Türk sinemasındaki Ayşecik, Yumurcak serilerinden falan filmler yayınlasalar memnun olurdum. Tabi ekran karşısına geçip o filmleri izleyecek çocuklar kaldıysa, o filmlerdeki çocukluklar ya da insan ilişkileriyle şimdiki hayatlarımız arasındaki köprüler tamamen yıkılmadıysa, bir işe yararlar. Bak konu nerelere geldi gene; yazıya başlarkenki tek amacım filmi izlemenizi tavsiye etmekti. Eğer vakit bulabilirde giderseniz şimdiden iyi seyirler.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

DÖVME



Çocuklarımın isimlerini bedenimde taşıyorum, artık. Evet, uzun zamandır planlıyordum. Erdo'yu beklemekten vazgeçerek, gidip yaptırdım. Erdo'ya kalsa; yaz geldi sıcak oldu, kış geldi soğuk oldu.Oooooo

Dövmeyi yaptırmaya karar verdim de, kime yaptıracağım. Görsel ve kalıcı bir uygulama olacağı için çok önemliydi; kime yaptıracağım. Gidilecek yerler, klüpler, oteller, bulunacak kişiler listesi geniş olan, elinden uçan kuşun bile kurtulamadığı gelinimiz Şebo'daydı adres, tabiki. Şebo'ya açılan telefonun yirmi dakika sonrasında tüm iletişim bilgileri mail kutumdaydı.

Randevu almak için aradığımda bir link adresi verdiler; figür ve harf karakteri seçmem için. Beğendiğiniz karakteri mail adreslerine yolluyorsunuz.Daha sonra onlar size telefon açarak ön görüşme yapıyorlar. Yazdırmak istediğiniz şey ve bölge hakkında bilgi alıyorlar, tahmini uygulama süresini öğreniyorsunuz. Ve nihayetinde gün ve saat belirleniyor.

Karakteri belirlemek için siteyi bir açtım; 233 sayfa. Beynim bulandı. Görüşmede de dile getirdiğim gibi; netlik kazandırmada gerekli olmasının yanında caydırılık görevide üstlenebilecek kadar çok şey var sitede. Açıkcası ciddiye binince anladım ki; gerçekten zor bir karar. Yüzük, kolye falan değil ki sıkıldığında çıkart koy kenara. Yaşadığın sürece bedeninde taşıyacağın bir aksesuar, daha da önemlisi sana ait bir iz olmalı.

Neyse benim seçim yapmam pek zor olmadı. Şayet; yaptıracağım bir figür olsaydı, hayli zorlanırdım. Karakterimle uyumlu birşey bulmaya çalıştığımı düşünemiyorum bile. Hergünkü ruh halime göre şekil, renk değiştirebilecek birşey olması imkansız olduğundan, bu iş yatardı.

Yalnızca kendimle alakalı planlar yaptığım günler, her zaman harikulade geçiyor. Tıpkı, Dr. Ayşegül'e gittiğim günler gibi. (bu arada Ayşegül'ü de Şebo bulmuştu) Sabah huşu içinde hazırlanıp düştüm yollara. Öncesinde, keyfime keyif katacak bir kahve molası durağım vardı. Hani görüşülmeyen süre yüz yıl bile olsa; tazeliğini kaybetmeyen dostluklar vardır ya; hayata paylaşarak güzellik katanlar, bizimki de onlardan. Adeta, Türk filmlerin fırlamış, Taksim'de, büyük pencereleri, kocaman kapıları olan, yerleri çini kaplı, bembeyaz bir ofis; Meltem'lerinkisi.

Meltem'in yanından ayrıldıktan sonra; kahvehanenin birinde de bir bardak çay içtim. Özlemiş olduğum, hafif karbonat tadı olan çayın tadı hala damağımdayken; Blacksea Tattoo'nun ( http://www.ruhsel.com/ ) kapısındaydım. Tam düşündüğüm gibi bir yer ve kişiydi. Referanslarda sağlam olunca; kafamda sonuçla ilgili bir endişe olmadığından, ortak nokta bularak karar verme ve uygulama aşamasında da herşey rast gitti. Ruhsel; oldukça net biri. Adamla konuşurken, kafanızda sıfır soru işareti. Yaklaşık bir saat sonra; ensemde meleklerimin kanatları ve çocuklarımın isimleriyle ayrıldım oradan.

Hissettiğim tamamlanmış hissini nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum. Bugüne kadar bir uzvum eksik yaşıyormuşum da, o tamamlanmış gibi. Çok sevdiğim birşeyim uzun yıllardır emanetteymişte geri almışım gibi. Bunları hissetmemde sanatıyla aracı olmuş olan Ruhsel'le geniş zamanda sohpet edemediğimiz için bu şekilde dile getiremedim, kendisine. Belki günün birinde bilgisayarının mouse'u  tesadüfen tıklayıverir ve öğrenir, kimbilir?

Eve döndükten sonra, Erdo'da ufak bir kıskançlık belirtisi oldu ama...'' çocukların adlarının altına küçücükte olsa benim adımıda yazdırsaydın ya'' demesin mi. O'na da bir süpriz hazırlamak gerekecek, galiba. Şimdiden düşünmeye başlasam iyi olacak galiba!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

9 Nisan 2011 Cumartesi

SICAK KEK


Eskiden, bizler daha küçükken nasıl geçerdi pazar günleri hatırlayanınız var mı? Bizim pazar günlerimiz muhteşem geçerdi. Genelde misafirimiz olurdu. Vilo pastalar, kekler yapardı. O zamandan çok severim fırından yeni çıkmış, dumanı üzerinde  keki. Allahtan  keki sıcak yemeyi seven bir adamla evlendim de sürüyor gelenek. Herneyse; renkli televizyonlarda yeni çıkmıştı, bizim evede bir gün kucağında getirmişti babam; Grundig marka bir tane. Çıldırmıştık sevinçten.




Salonun ortasında, hayatımıza uzun yıllar ortaklık eden mermer bir sehpamız,  ahşap oyma kolları olan mavi kadife koltuklarımız vardı. Koltuklara büyükler yerleşir, biz çocuklar da mermer sehpanın etrafına çömerdik. ''Kara Şimşek'' adlı dizi başlayınca pür dikkat izlerdik. Hele biz çocukları, sormayın gitsin. Hafta içi televizyon falan kesinlikle yasaktı, çünkü. Bir de ''Dallas'' adlı bir dizi vardı. Haftaiçi  gösterilirdi galiba. Vilo bizi farkedip zılgıtı atana kadar, merdivenleri sessizce tırmanıp replikleri dinlerdik; ne anlıyorsak.  Babalar hep yanımızdaydı, eskiden. Öyle entel tüntel özel zaman geçirmeler falan yoktu.


Şimdi nasıl? Bizim evde cumartesi akşamından sarıyor muhabbet; yarın ne yapacağız. Gerçi benim çocuklar genellikle ''kim gelecek anne'' diye sorarlar. Alışveriş merkezlerinden çocukları mümkün olduğunca uzak tutmak istediğimden kışın genellikle evde geçiyor pazar günlerimiz. Hele bir de misafir varsa değmeyin keyfimize. Vilo gibi pasta çöğrek pişirip; orta sehpanın üzerinde hepberaber yemek kadar zevklisi yok.

Baharlarda; sonbahar, ilkbaharda yapılacaklar listesi vardır muhakkak. Genelde de Elif'e göre hazırlardık. Vapura, çift katlı otobüse binmek, hayvanat bahçesi ziyareti, lunapark eğlencesi,  Kız Kulesi keşfi gibi etkinlikler; bu baharda Oğuz için organize edilmeli. Artık kimselerin köyü kalmadı ki; yazları gidilse cümbür cemaat...Çocuklar; yollarda akan sulardan desturla atlasınlar, bahçelerde ellerinde ekmek arası peynirle kudursunlar, ota samana bulansınlar hatta bitlensinler. Geçen haberleri izliyorduk. Tarlada çalışırken türkü söyleyen çocukları görünce arkadaşım ''ulan çocukların haline bak. İmkansızlıklar içinde geçiyor çocuklukları'' dedi. Bense ''Keşke bizim çocuklarımızda en az onlar kadar, çocukluklarını yaşayabiliyor olsalar'' dedim. Sizce de öyle değil mi?

Doğrusu; benim asıl alışveriş merkezlerinde, alışveriş yapan anne babaların çocuklarını oyalamak için kurulmuş olan oyun parklarında oynayan çocukları görünce içim acıyor. Tarlalarda ya da oynayacak sokakları olan mahallelerde oynayan çocukları görünce içim coşuyor, onlar adına mutlu oluyorum. Tembellik etmeyelim, teslim olmayalım. Ağaçlarımızı, hatta artık sokaklardaki yabani çalıları bile koruyalım, korumayı öğretelim. Boşa akan sularla nelerin akıp gittiğini  anlatalım. Bırakalım sevsinler, dokunsunlar sokak hayvanlarınada. Toplum içinde çocuklarla; abuk sabuk ingilizce konuşacağımıza türkçeyi doğru konuşmayı öğretelim.(Ayrıca eklemeden geçemeyeceğim böyle hatunlarada gıcık oluyorum.Gerçi bu türlerin, sahip oldukları kelime haznesi  tartışılır) Dinleyelim anlattıklarını, odalarına bilgisayar ya da yelevizyon başına yollamayalım çocukları. Sonra fırınından yeni çıkmış keki koyalım, yer örtüsünün üzerine döke saça yiyelim hepberaber. Herkese keyifli haftasonları diliyorum.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

8 Nisan 2011 Cuma

HERKES GİDER Mİ? 2










   Güneşli bir gündü. Ama hiçbirşeyi aydınlatmıyordu. Aydınlatamıyordu. Adliyenin önünde durmuş onu izliyordum. Kadınım gidiyor ve ben arabasının arkasından öylece bakıyordum. Acaba,  acaba frene basacak mı? diye. Araba gittikçe uzaklaştı, ben arkasından öylece bakarken. ''Yeniden deneyelim. Geçmişte yaşadıklarımızı silip yeni bir başlangış yapalım.'' diyerek inmedi arabasından. İçimde bir daha asla kapanamayacak bir yara açılıyordu adeta. Nereye gideceğimi bilmiyor, öylece,  yok oluvermek istiyordum orada.

   Ama hiçbirşey yok olmadı. Dönüp, otoparktaki arabama doğru yürüdüm. Anahtarı kontağa sokmak için eğilince yüreğim acıdı, sanki. İçinde o kadar sıcak bir yara vardı ki; ne zaman soğuyup kabuk bağlayacağını bilmediğim. Yol boyunca gördüğüm herşey rengini yitirmiş gibiydi. Daha önce böyle bakmışmıydım, onu da bilmiyorum. Ama güneş bu kadar solgun muydu, ağaçların yeşili böyle miydi. Bu şarkı hiç bu kadar efkar sardırtmamıştı içimde biryerlere.

   Apartmanın önünde oturdum arabanın içinde, öylece. Keşke dinleseydim Hakan'ı...''Ev dayanılmaz olur abi, yeni bir daire tutalım sana'' demişti. Dinlemedim. Kapıyı açınca, kokun çarptı yüzüme. Öylece attım kendimi salondaki koltuğun üzerine. Üzerinde uyuya kaldığım için sürekli söylendiğin, herzamanki koltuk var ya onun üzerine. Bilsen ki şimdi uyumak ve bir daha uyanmamak istiyorum, o koltuğun üzerinde. Seslerimizi gerçekten duymayalı bu kadar çok mu olmuştu? Birbirimizi dinlemeyeli...O halde; neden sesin kulaklarımda hala.

   Keşke diye başlayamıyorum bile. Ne kadar çok birikmiş o keşkelerden, şimdi söylesemde bir yararı dokunmayacak olan keşkeler. Sebeplerin yaratılmasında başrol oynayan adamın haline bak, şimdiden bir bakışa muhtaç halde yatıyor; kadife kaplı yeşil koltuğunun üzerinde öylece. Her yerde anılar var, neden baharın ilk esintisine benzeyen kokunuda götürmedin giderken? Neden? Neden, gözlerin hala buradalar, içtiğin son kahvenin fincanını neden kaldırmadın? Dudaklarının tadı  hala üzerinde, küllükte duran izmaritin.

  Gidişinin üzerinden geçen üç günde hiçbirşey değişmedi.

  Defalarca konuştuğumuz ayrılık gerekçelerimiz, ortak aldığımız kararlar, hepsini unutamazmıyız? Unuturum zannettiğim, sana, bize ait hiçbirşeyi unutamıyorum. Sabahları tekrar sana uyanmak, geceleri nefesini hissederek uyumak istiyorum. Biliyorum biliyorum, gene bencilce düşünüyorum. Şimdi daha iyi anlayabiliyorum; sen daha yanımdayken, ben terketmişim seni. Ama giden sen oldun. Demiştin ya ''Her erkek hayatındaki kadının balkonundan bakar hayata, kadının gördüğü manzaradır; onları mutlu ya da mutsuz eden'' diye. Sen gittin gideli; baktığım yerden, uçsuz bucaksız çöllerden başka birşey görünmez oldu..  Yalnızlığın bu kadar korkutucu olduğunu bilmiyordum, neden söylemedin, Nesrin. Bu yalnızlık, bu acıyla nasıl başa çıkılabilinir bilmiyorum. Sensiz nasıl yaşanır bilmiyorum.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

7 Nisan 2011 Perşembe

LASTİKLİ ÇARŞAF NASIL KATLANIR

KABUSUNUZA SON VEREBİLİR UMARIM.





HERKES GİDER Mİ?







 

   Adliyenin kapısından çıktığım o an değişmişti herşey. Bir an da oluvermiş bir değişim, sihirli bir değnek deymişcesine.

   Uzun çok uzun zaman olmuş. Eski soyadımı yazdırmış olduğum nüfus cüzdanımı elime aldığım şu an anlıyorum. Birinin, birilerinin birşeyleri olma durumu. Birinin eşi, gelini, görümcesi, dıdısı mıdısı herneyiyse işte. Ama bitti. Dönüp baktığımda hissettiğim hiç birşey yok. Hesaplarımın hepsini kapatmışım.

   Bunca yıllık yaşanmışlıktan geriye kalanlar, yalnızca bana ait olanlar, arabamın bagajına sığabilecek kadar işte. Özenle ayıkladığım fotoğraflarım, tekrar okumak için heyecanlandığım kitaplarım, melodilerini çok farklı duyacağımı bildiğim albümlerim...Hepsi bagajdalar.

   Arabaya bindim, derin bir nefes aldım. Müzik çalara Pink Martini'nin  albümünü yerleştirdim. Çantamdan güneş gözlüklerimi çıkartıp taktım. Özenli bir seramoni yaşarcasına, ahenk içinde, ağır ağır yapıyordum herşeyi. Bu defa beklemesinden endişe edebileceğim hiç kimse yoktu, yanımda.

   Yıllardır O'nun çizdiği rotaları takip etmiştik. Yalnış anlaşılmasın, gönüllü izlemiştim. Herneyse bu defa; kendi çizmiş olduğum rotaya doğru gaza bastım. Artık; kaybolacağım yollar, tesadüfen karşıma çıkacak yerler, hepsi benim seçimim. Bundan sonra sonucuna katlanmak zorunda olduğum her karar; sadece ve sadece bana ait olacak.

   Gördüğüm herşey, kılıf değiştirmiş gibi geliyor. Herşey, daha özgür sanki. Güneş ışınları, sulu boya resimlerdeki gibi sapsarı gözüküyor.  Ağaçlar daha bi yeşil, duyduğum sesler daha bi berrek, adeta. Müzik beni eski Hollywood filmlerine götürdü bir anda; üzeri açık bir arabada sanıverdim kendimi. Boynumda; rüzgarda uçuşan, mavi, ipek eşarbı bile hissediyordum.

  Yanımda olmasını istediklerimi düşündüm. Canımın üçünü, kardeşimi, kuzenimi; müziğe eşlik eden, havada uçuşan kahkahalarımızı. Sonra, yeni evime gelecekleri günlerin hayali geldi, daha bi coştum. Yeni evimi çok merak ediyordum, kokusunu, ışığını, rüzgarını, sıcağını. Herşeyiyle kabulüm; ben seçtim çünkü.

   Gerçi emlakçıyla, mail trafiği oldukça yorucuydu; en azından onun için. O kadar uzun zamandır kuruyordum ki yaşamak istediğim evin hayalini. Bahçesine dikeceğim çiçekleri, denize uyanacağım sabahları, küçük mutfağında demleyeceğim çayın eve yayılan kokusunu...Her canım sıkıldığında, kendimden bile uzağa gitmek istediğim anlarda kapatırdım gözlerimi; o evin terasında hayal ederdim kendimi. Yaşamak istediğim evin resmini oluşturabilmek için; hayalimdekine ait izler bulduğum parçaları birleştirerek kendi fotoğrafımı oluşturmuştum. Ajandamın arasında taşımaktan hiç vazgeçmedim. İşte o fotoğrafı yollamıştım, emlakçıya. Usanmadan dolaştı kasaba kasaba ve buldu benim için; o evi.

Bu düşünceler içindeyken; yol kenarında ki gözlemeciler takıldı gözüme. Evet; ilk mola. Sadece Nesrin'im artık, hayatın sonsuz ,fırsatların sayısız olmadığını biliyorum. Ve gidiyorum. Benim hikayem şimdi başlıyor.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Nisan 2011 Çarşamba

BİZ HİÇ BECEREMEDİK SEVMEYİ DE TERK ETMEYİ DE

 


Hikayeler hiç bitmesin.


Yapa boza, yara bere alarakta olsa vazgeçmeyelim


Aşkın peşinde berduş olmaktan.






5 Nisan 2011 Salı

KAHVE & SİGARA

Lüks yaşamak nedir? Sizin için lüksün tanımı ne, gerçekten.


Son yaşadığımız sağlık sorunuyla ilgili tecrübeden sonra benim için artık tek tanımı var, lüks yaşamanın. Cevap; sağlıklı yaşayabilmek. Genel  kontrol amaçlı çektirdiğim röntgen filimlerinde çıkan ve beni endişeye sevkeden sonuçlardan sonra inancım kesinlik kazandı. Şükür ki herşey temiz çıktı. Ama on gün boyunca yaşadığım endişeler, korkular açıverdi gözlerimi. Özellikle sigara konusunda...Çekilen her nefesin, beni adım adım dönüşü olmayan bir yola  götürüyor olduğu gerçeği çarpıverdi yüzüme. Sahip olduğumuz, bize emanet edilmiş muhteşem bir makine olan vücudumuzun bize küsebileceği gerçeği. Sonuçları aldıktan sonra kardeşlerimi arayıp onlara da aynı şeyleri söyledim. Çektiğimiz tüm nefesleri bizden acıyla geri alabilir, iyi bakmamamızın öcünü hastalanarak  bizden alabilir ciğerlerimiz.


Anladım ki, ölmekten korkmuyor insan aslında. Geride bırakacaklarını düşünüyor ve bu sebeple acı çekiyor. Çocuklarını ailesini düşünüyor. Ama en çok çocuklarını ve annesini düşünüyor. Neyse; bu sebeple zehirle aramdaki özel ilişki şekillenmiş oldu. Şu tatlı krizlerinide aştıkmı tamamdır. Her şeyde bir hayır varmış gerçekten.

Bu zamana kadar sohpetleri, çayı, kahveyi, içkiyi  renklendirenin, keyif verici hale getirirenin sigara olduğuna inanırdım. Ama anlıyorum ki alakası yokmuş. Geçen gün Özlem'le dört saat geçirdik benim iş yerimde. Ofiste bu kadar saat çalışıp  sigara içmemiş olmak mümkünmüş. Türk kahveside içilebiliniyormuş sigara olmadan. Çokta sınamıyorum kendimi, irademle kavgaya girmedim. Beyne vurduğu anda günde iki kere falan tellendiriyorum; içime çekmekten korkarak.

Yaşam dediğimiz hengamenin içinde bir çok şeye, sevdiklerimize yeterli özeni, imtinayı göstermiyoruz. Kaybettikten, risk altına girdikten sonrada pişman oluyoruz. Kimi zaman  son bir şansımız oluyor, kimi zaman olmuyor. Söz konusu sağlık olunca olayın rengi çok daha başka ve ciddi. Bu yazı birçok bağımlı için birşey ifade etmeyebilir arkadaşlar. Ama arasıra bu meretten muzderip olmuş olan insanların son pişmanlıklarını yazmış olduklarını yazıları okumanızı öneririm.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

4 Nisan 2011 Pazartesi

TİVİ MİVİ


Haftasonu yapacak birşeyiniz yokmu? Keyfiniz mi yok? Survivor izleyin. Pazar akşamı duyduğum çığırtkan sesle dile getirilen abuk sabuk cümlelerin merakıyla göz attığım ekranda, ne iş yaptığı, nereden geldiği belli olmayan ünlülerimizden biri olan Nihat Doğan'ı gördüm. Gerçi söylediklerinden ziyade beni enterese eden Elif ve Vilocuğumu bu kadar güldürebiliyor olması oldu. Arkadaşım bu ne egodur, kendilerini buralarda görmelerine kim ne sebep oluyorsa, ne olur yapmayın etmeyin.Şov mov diyorsunuz ama altında gerçeklikleride var biliyoruz değil mi.


MasterChef'e gelince; sakın karnınız açken izlemeyin. Biz bugün Erdo'yla perişan olduk. Mutfakta olmayı zaten çok severim. Bir an da pazara gidip taze sebzeleri almış eve gelmiş olmayı çok istedim. Ekrandan çok daha kolay gözüküyor ya; neler pişirdim o anda bilemezsiniz. Eleştiriler konusunda çok acımasız olduklarına dair söylentiler duymuştum. Ama izlediğim kadarıyla herşey oldukça normal. Bizim millet her konuda uzaktan atıp tutar ya...Ne var onu yapmakta. Ben olsam şöyle böyle yapardımlar. Ama iş özellikle hizmet sektörüne gelince papuç pahalı. Bize sorsan; yemek yapabilen, yaptığı beğenilen her ev kadını potansiyel masterchef. Müşteriyi bırakın, benim kayınvalidem annemden sonra tanıdığım en mükemmel yemek pişirebilen hatun. Onun sofrasında bile oğullarından biri yada kayınbaba mutlaka bişi bulur eleştirecek. Ağızlarının payı tarafımdan veriliyor gerçi ama...Bu arada Vilo'nun sofrasında böyle birşeye hiç birimiz cüret edemeyiz.

Hele o adını koymamış olmalarını dilediğim ama geç kalmış olduğum Feriha var ya o Feriha, akıllara zarar. Cuma rutini Zennure Anne gecelerinde maaile izleyip çıldırdığımız dizi. Yalanın biri bin para. Bu kadar da olmaz diyorsun, oluyor. Kız ayakta uyutuyor herkezi, helal dedirtecek kadar. Şimdi yakalanacak diyorsun huuup kıvırıveriyor birşey. Üniversiteyi kazanana kadar iyiye çalışmış kafada, sonra Allah Kerim deyip koyvermiş.Yorum yaparkende ölesiye korkuyorum, hepimizin evladı var. Saklayıp beklesin hepimizi bu tür şeylerden.

Şu anda ekranda Arka Sokaklar dizisi var. Toplumsal mesajlardan yararlanmak uğruna böyle oyunculuklara tahammül etmek zorunda kalanlara Allah sabır versin. Anlayacağınız  evde  Oğuz'la oynayarak geçirdiğim vakitler beni çok şeyden koruyormuş.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL