8 Nisan 2012 Pazar

TESTOSTERON

  Bulduk! Her şeyin tek bir sorumlusu varmış: Testosteron… Erkek değil erkeksel, kadın değil kadınsal yaratıklarmışız ve tek yöneticimiz var, o da bu testosteron hormonuymuş.

  Testosteron: Erkeklerde, testislerde ve böbreküstü bezlerde; kadınlarda yumurtalıklarda kolesterolden üretilen bir hormon. Ses kalınlaşmasına, vücut ve yüz kıllarında artışa neden olarak erkeksi özelliklerin kazanılmasına sebep olur. Protein metabolizmasını hızlandırarak kırmızı kan hücrelerinin ve kas miktarının artmasına, yaralanmalar sırasında vücudun kendisini yenilemesine ve vücuttaki yağların yakılmasına yardımcı olur. Erkeklerde, bu hormon ergenlik dönemi ve 20’li yaşların başlarına kadar oldukça yoğun bir şekilde salgılanır. 50’li ve 60’lı yaşlardan sonra ise etkisini kaybederek gittikçe azalır. Ayrıca erkeklerdeki bu hormonun miktarı, kadınlardan yaklaşık 30 kat fazladır.* ( *oyunun tanıtım kitapçığından ) 

 Görüldüğü üzere yaşdönümlerinde davranışlarda oluşan değişiklikler bile bu testosteron oranıyla açıklanabiliyor(muş). Cumartesi akşamı bir kez daha ‘’Oyun Atölyesi ‘’ ndeydik. ‘’Testosteron’’ adlı oyunu izlemek için. Öncesinde Rakı & Balık adlı mekânda kurulan uzun masadaki keyifli sohbeti, sonrasında Moda’da yenen dondurmaları falan yazmayacağım. Diyette ve spor yapıyor olduğumu afişe ettikten sonra utanıyorum artık. Bu defa ‘’ HİÇ EKMEK YEMEDİK ’’ de diyemiyorum, rakıdan dolayı.

   Oyunun ilk bölümünde pek bir şey anlayamadım, kendimi veremedim. ‘’Bu ne yahu? Yuh! Kadınlar bu kadar da değiliz.’’ soruları kafamda dolaşıp durdu. Durum böyle olunca da güleyim mi, kızayım mı arada gidip geldim. İnanın bir ara sahneye atlayıp ‘’ Yeterin len! Ne istiyorsunuz biz kadınlardan.’’ diye haykıracak kadar dellendiğim bile oldu. Ama ikinci bölüm, işte ikinci bölümde anlaşıldı ki; kadınlar gerçekten dünyayı idare edebilecek güçteler. Neden mi? Erkeklerin hayatlarında ki her şeye anlam katan tek şey ‘’Kadınlar’’, tek amaçları kadınlarla birlikte olabilmek. Oyuna adını veren testosteron hormonu var var, yoksa ayvayı yediler. Bütün hayat iki şey  arasındaki kısa mesafede geçiyor. Yaptıkları - yapmadıkları, yapabilip - yapamadıkları her şey bu hormona bağlı, yaradışsal. 

  '' Kocam beni anlayamıyor. - Benimle yeterince ilgilenmiyor. - Beni aldattı. - Canı çekip, keyfi geldiğinde benimle ilgileniyor. - İşi bitince sırtını dönüp yatıyor. '' gibi soru, sorunları olan kadınlar hepsinin cevaplarını almış olarak ayrılıyorlar salondan. İşte cevap: '' Onların bir suçu yok. Hepsi TESTOSTERON yüzünden.'' Erkekler dürtülerinin egemenliğinde hareket ediyorlar. Sahnede birbirlerine kafa göz giren, ana avrat düz giden ( üstüne üstlük bunları çok doğalmışçasına yapan ), sarmaş dolaş olup ağlayan, kadınlarla davasını çözememiş farklı yaş ve farklı statüdeki adamları izledik, yeryüzünde yaşayan tüm erkeklerin yansıması olarak.

    Ve sahnede olmamalarına rağmen, asıl kadınları izledik hem de başrolde. Erkekleri görünür kılan kadınlar. Yaratılmamış oldukları düşünüldüğünde, erkeklerin yaşamsal tüm amaçlarının ortadan kalkacağı kadınlar. Bir futbolcu düşünün ki:  Oynuyor karşı takımı yenebilmek için. Karşı takımı yeniyor para kazanabilmek için. Para kazanıyor mal mülk alabilmek için. Malı mülkü alıyor karıya kıza hava atabilmek için. Testosteron hormonu salgılıyor, kanı pompalayabilmek için. Yemek, içmek, çalışmak, kazanmak, kıskanmak, döllenmek vb. hepsini kadınlarla ilişkili. Yolun sonunda hep bir kadın var.

   Amanın işte böyle… Bizde bu muhabbet epey gider. Hallerimiz nice olur ? Bilemem. Ama buna da bir kılıf bulduk ya, bir taraflarımız göğe erdi.

 Efendim, hepinize sevgi saygı Özgür’den. Bol hormonlu haftalar diliyorum.







NOT: Performanslar müthişti. Özellikle genç oyuncular… Müzik deseniz; tüm izleyenler son bölümdeki melodi dillerimizde çıktık salondan. Beni tek rahatsız eden tüm oyun boyunca oyuncuların oralarına buralarına bulaşmış olan kan görüntüsü oldu.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

2 Nisan 2012 Pazartesi

?????

 Öncelikle herkese, hepimize iyi bir hafta ( haftalar ) diliyorum. Yazıyı sonlandırırken bir daha dileyeceğim ama ne kadar etkili olur, tartışılır. Neden mi? İşte benim nedenlerim:

1) Beynimiz bu kadar soruyla nasıl baş edebiliyor? Beynim almıyor. En yakını dün mesela, kafamdan geçenleri düşününce akıl alınası gelmiyor. Güne gözlerimi henüz açmışken başladı zavallı. Hani hava güneşli olacaktı, bu bulutlarda nereden çıktı? Markete ben mi gitsem acaba? Annemler kahvaltıya gelecekler mi? Neler eksikti? Keşke aklıma geldiğinde not alsaydım. Oğuz’u beraberimde götürsem mi? Derken derken öğle saatleri yaklaştı ve aralıksız devam. Çiçekleri hangi saksılara diksem. Bostan dikenler nasıl baş edebiliyorlar bu işle? Herkesin karnı acıkmaya başladı, ne yesek acaba? Uykum geldi, uyursam akşam uykusuzluk çeker miyim? Dergilere mi baksam yoksa kitap mı okusam? … Hiç durmadı sorular, yatma vakti yaklaştı. Bu survivora katılanlara neler vaat ediyorlar acaba? Televizyon yayınları bir gece dursa, başımıza gelen hiçbir halt için ayaklanamayan bu insanlar ayaklanırlar mı? Nihayet yatağa gireceğim ki; Yüzümü temizlemeden yatsam bir şey olur mu? Bir saat daha takılsam mı? Uykuya yorgun argın teslim olmak ne kadar güzel.

2) Yapılan son zamlarla nasıl baş edeceğiz? Halkı alet ederek haksız kazanç, güç sağlayan herkese lanet olsun.

3) Trafikte takip ettiği sol şeridi para verip satın almışçasına, tali yolda gider gibi araç sürüp trafiği tıkayanları araçlarından indirip, gidecekleri yere kadar yürütesim var. Hâlbuki biz Türk halkı parasını vergilerimizle ödediğimiz halde yılar yıllardır ne şu boğaz köprüsünü ne de otobanları satın alamadık. Ödeme yapmaya hala devam ediyoruz.

4) İşe gelirken yaz için tadilat yapılan evleri görünce geldi aklıma keşke bizlerde sezonu geçen, yorulan, eskiyen yerlerimizi tuğla çimentoyla yenileyebilseydik.

5)Tanrının yarattığı şu bedeni sağlıklı olacam diye spor yaparak yorup durmak, otla beslemek nereye kadar?  Yerimizden kımıldamadan yaşayıp önümüze geleni yiyelim de demiyorum fakat böyle yaşayıp hayatları boyunca kilo problemi yaşamayanlarrrrr. Nasıl yahu?

6) Çocuklar için oradan oraya savrulup, hafta sonlarını peşlerinde harcamak çoktan seçmeliye tabi olamaz mıydı? Şımartmakla yoksun bırakmamak arasındaki dengeyi sağlamak daha kolay olamaz mıydı?

7) İnsanlar dünyayı, dünya mı insanları yok ediyor?

8) Alışverişin sonu var mı? Marketten alınan yiyecekler nasıl bu kadar çabuk bitiyor ve biz her hafta markete gitmek zorunda kalıyoruz?

9) Bu tablet eğitim saçmalığının sonu ne olacak? İleride okumaya, yazmaya gerek kalmadan damar yoluyla verecekler eğitimi. Şimdi televizyon ve tabletlerle idare ediyoruz.

10) Önümüzdeki yıllarda, yapılan ayrımcılığın sonucu olarak ayrı eyaletlerde mi yoksa sığınaklarda falan mı yaşamak zorunda kalacağız?

   İşte bunlar dün düşünülenler. Cumartesi ise apayrı sorular, endişeler, şaşkınlıklarla geçti gitti. Bir de Oyun Atölyesinde sahnelenen ‘’ Antonius ile Kleopatra ‘’ adlı oyunu izledik. Şahaneydi. Bu sezon neredeyse iki haftada bir oyun izledik. İzlediklerimiz arasında kostümünden, müziğine, oyunculuklarından, sahnesine her şeyiyle dört dörtlük olanı sanırım bu oyundu. Kaçırmayın derim. Oyun bahanesiyle Anadolu yakasına geçmişken Çiya’da gözü dönmüşçesine Hatay yemekleri yemek, çıkışta Ali Usta’da dötümüz donsa, dudaklarımız uyuşsa bile dondurma yemek farzdı tabi.

   Bütün bu kafa karışık ve yorgunluklarının ardından, içinden hepinize tekrar iyi haftalar diliyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Sevgiyle kalın.

 Oyundan:

 Kleopatra: Pekâlâ, madem gerçekten âşıksın, o zaman, ne kadar, onu söyle. 

Antonius: Ölçülebilen aşk zavallı aşktır.

                                                                                                                                       Kleopatra: Peki, ya ben ölçmeye kalkarsam?

Antonius: O zaman, kendine yeni bir dünya bulacaksın.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

30 Mart 2012 Cuma

12 dakika

 

 Harcına sevgi katılıp, tuğla tuğla örülmüş evlerde yaşananlardan geriye ne kalıyor? Bence yalnızca, harcında sevgi olan ANLAR...






 

Ah Sen Yokmusun Sen













Ah Sen Yokmusun Sen
ah tenine hasretlik çektiğim geceler
ah sen yokmusun sen
ne de çabuk geçmişim sizi özlemekten...

ah hüznümü yazdığım sokak köşeleri, dostlarım

oturduğum yıldızları saydığım duvardipleri
ne de çabuk vazgeçmişim sizlerden...

ah gençliğim, ah hissettiklerim
bertaraf etmedim mi sizleri,geçmişim...



ah dalgalar ah deniz
hüznümü paylaşmadınız mı siz...

ah sen yokmusun sen
biraz peynir biraz hüzün
biraz aşk birazda rakı
sevmek dediğinde bu değil mi...


Gürkan Akan


28 Mart 2012 Çarşamba

İnsan gibi!


'' Haydi kalk, kalk Özgür! '' dedim ve kalktım. Ne için mi? Kışlıkların yerlerine yazlık giyisileri çıkartmak için. Hee ben çıkarttım ya kesin tekrar kar falan yağar ve ben her sene ki gibi dötüm dona dona gezerim sokaklarda. İnsan gibi becerebilen biri ol da bir kaç tane kalın giyisi bırak ortalıklarda değil mi? Yok anacığım bununda ayarı kaçacak illaki.


Neyse işte Oğuz'u uyuttuktan sonra tuttum bir ucundan, çorap söküğü gibi ardı gelir diyerek, sek sek sekerekten. Bu defa yanımda '' Bunu at.'' '' Heh bu tam bana göre, ver ver.'' '' Ay Özgür ne kadar çok giydin bunu yeter ben alayım.'' diyen kardeşim Özlem olmadığı için çorap sökülmedi gitti. Oğuz'da uyandı tam oldu. Çingen pazarına döndü soyunma odası.


Yıllardır ayıklanan giyisiler arasında bir türlü ayıklanamayanlar vardır ya işte onlar elimde gene gülmekten alamadım kendimi. Beni güldüren giyisilerden çoğu pijama ve Vilo'nu almış oldukları. Canım annem selvi boylu bir kızı olduğunu sanıyor.  Bunca yıldır hiçbirimiz de ona gerçeği söylemiyoruz, benim topu topu 1.55 olduğumu. Bunun yanında Erdo'nun da beni 1.70 falan görüyor oluşu ayrı ve bence daha acıklı bir durum, benim için. Benim için beğendiği giyisileri her gösterişinde içime içime ağlıyorum yemin ederim. Ama yokkk geçenlerde isyan ettim: '' Bana bak Erdo. Dikkatli bak. Adamım, ahanda ben bu kadarım. Bunca yıldır ne bir santim uzadım ne de kısaldım. Hatta uyarayım yaş aldıkça daha da kısalma ihtimalim var.'' deyiverdim valla. Aaaa yeter ama. Yok yetmez miş! Şimdi de Elif ( kızım ) çıktı başıma. Aynanın karşısına geçip geçip beni çağırıyor: '' Anneeee bi gelsene! ''  .ok var. Bu yaz topuklu ayakkabı giymeyede başlayacakmış. Artık elime bir tabure alır gezerim yanında. Gerçi mahallemizin terzisi Gülçin diyor ki: '' Boşver be topuklular ne güne duruyor. Onlarla istediğin her boydasın.'' . Diyor diyor ama o topukların üzerinde durmanın, becerebiliyor, her şey çok normalmiş gibi yürümeye çalışmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Çünkü O da benden uzun.


Nasıl içime oturmuş bakarmısınız. Konu nereden nereye geldi. Sizlerle paylaşınca biraz rahatladım ama. Ohh! İşte yıllardır durum böyle... Bu satırları yazarken çalışma masamın üzerine, tam karşıma koyduğum, pontunu sevdiğim siyah ayakkabılar bugün ayaklarım onların içindeyken başına geleceklerden habersiz, şıkır şıkır durmaktalar. Benim halimi ise sanırım anlatmama gerek yok. Hadi ben şimdi çakma selvi boyumla arz-ı endam etmeye gidiyorum. Ve eve sağlam ayak bileklerimle dönebilmeyi umuyorum. Sevgiyle kalın...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Ayy durun durun şunu demem lazım: '' Bence Jassica Parker'a topuklu ayakkabılarla her türlü zeminde, her türlü hava şartında, her hızda ( koşmakta dahil ) yürüyebilme ödülü verilmeli. Geçen izlediğim bir filminde arnavut kaldırım taş döşenmiş sokakta koşuyordu hatun ya. Ama yok püf nokta insan gibi yapabilmek! Bunu da dedim kuş kondurdum. Hadi eyvallah.

26 Mart 2012 Pazartesi

Annem gene haklı çıktı!



 ‘’ Yap – koştur sen, sonunda madalyanı takarlar oturursun öylece.’’ der annem. Her zaman olduğu gibi bir kez daha haklı çıktı. Ve ben kucağımda; sözümü tutabilmek, yetişebilmek, geç kalmamak, yalnız bırakmamak, paylaşabilmek uğruna, kâh iki ayağım bir pabuçta, kâh iki elim kanda, en önemlisi her seferinde kendimi bir kenara koyarak yapmış olduğum özveri ya da adı her neyse fedakârlıklarla kalakaldım. Ki o anlarda zaman zaman yaşadığım gerginlik-sinir-stres ise cabası.

    Eminim sizlerde günün, zamanın birinde sormuşsunuzdur karşınızdakine: ‘’ Hiç mi hatırım yok.’’ diye. Ben bir kez daha aldım cevabımı ve galiba bu sorunun tek bir cevabı var: ‘’ Yok! Yok kardeşim. O, o zamandı, yapmasaydın ( gelmeseydin - söylemeseydin - taşımasaydın vb.). Zorla yap diyen mi oldu.’’ İşte cevap bu.

   Bizim gibilere halk arasında ‘’ enayi ’’, durumumuza ise ‘’ Aptallığına doymayan, doyamayan.’’ denir.

   İşte böyle benim bir madalyam daha oldu. Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır demişti Sertuğ Abi ama bu kadar çok olacaklarını söylememişti. Hayat tecrübesi edinene kadar bu dünyadan göçüp gideriz valla. Demek ki; ‘’ Başkalarının hayatından ders alın; çünkü insan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşayamıyor. ’’ diye boşuna dememişler. Haftaya süper bir giriş oldu. Ardından gelecek diğer günler için umudum zirve yapmış durumdan. Bakalım bahtıma daha neler çıkacak? Eee artık ne diyelim '' Züğürtün müğürtün olsun ama sağlık olsun. Gerisi koy ver olsun.Sizlerin havası güzel olsun' '

 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Mart 2012 Pazar

Yerli yersiz, başlamak lazım

Bir yerden başlamak lazım sevmeye.
Kimi ya da neyi olduğunun hiçbir önemi yok, kendinden başlamışsan eğer.
Hayat zor, çekilmez ve aksini iddia edemeyeceğimiz kadar açık, net.
İktidarına yenik düşmüş bir ülkenin umudu kadar sağlam,
Henüz kaybedilmiş savaşın unutulmuşluğu kadar yalan.
Hayat, hayalin, kolu bacağı kırık hali.
Sevmek, alçısı ömrün, ‘ya tutarsa’ niyetine sarılan kırıklarına.
Bir yerden başlamak lazım inanmaya.
Neye ya da kime olduğunun hiçbir önemi yok, putlarını yıkmışsan şayet.
Aşk gibi, merhamet gibi, cehennemde Allah gibi…*
Yok gibi, yoksul gibi.
Hiçbir şeyi olmayan her şey gibi.
Körü körüne, bilinçsiz, aldırmadan, sorgulamadan,
İnanmadan inanmak lazım artık
Bir çift elin elinize düştüğü anın bütün dünyayı kucaklamak oluşuna!
Korkmadan ve korkutmadan açmak lazım kalbi,
Yüreğini mabet edinmişin usûllü, usûlsüz yalanlarına.
Bir yerden başlamak lazım yalnız kalmaya.
Nasıl ya da ne şekilde olduğunun bir önemi yok,
Uyumak, en büyük etkinlikse hayatında,
Bir sigara dumanına, bir içkinin yakışına kurban gidiyorsa için
ve ikinci kadeh hiç dolmuyorsa…
Bütün kemirgenlerden daha kemirgendir yalnızlık,
İçten içe, sinsice bitirir sizi,
Canınızı yakmaz, öyle eştir, eşittir size.
Bir yerden başlamak lazım gitmeye.
Nerden ya da kimden olduğunun hiçbir önemi yoksa şayet, gitmek farz olmuştur artık.
Ardınızda bıraktığınız insanlar kadar küçük bir tablo daha göremezsiniz.
Gittikçe uzaklaşırsınız, gittikçe küçülürler,
gittikçe unutursunuz, gittikçe unutulursunuz.
Gittikçe, umursamaz herifin teki olursunuz.
Bu güzel olan.
Umursamamak, hayata ve insana karşı dik durmaktır.
Yıkılmamak, yere sağlam basmaktır.
Göğsünüzden koparılıp alınan bütün değerlerin ecdadına küfretmektir.
Umursamamak, bu dünyanın size bahşettiği en mükemmel intihar biçimidir.
Ki bana ilk intiharımı sorduklarında, adını fısıldayacak olmamın sebebi de bu.
‘Başarısız bir denemeydi’ diyeceğim, ‘ama yılmadım, hâlâ azimliyim!’
Bir yerden başlamak lazım ölmeye.
Belki seve seve,
Belki de öylesine…
ATTİLA İLHAN

23 Mart 2012 Cuma

barışalım artık!

  

Nasıl oldu? Ben ne yaptım sana ki bu kadar darıldın bana? Beraber geçirdiğimiz bunca yıldan sonra hala anlamadın mı, ben sensiz yapamam. Dolaşıp dolaşıp gene sana dönüyorum. Sonu gelmez zevkin gerçekten sonunun olmadığını, bedelinin ağır olduğunu bir kez daha anladım. Ki otuz yedi yıllık tecrübe yetmedi, yetmemiş. Üç hafta oldu. Tam üç haftadır üzerine titriyorum. Koştur koştur işten dönüyorum. Hem de nasıl yorgun bir bilsen. Bir türlü gitmek bilmeyen kış? Diğer yanda yılmadan, aradan dereden sıyrılıp ‘’ cööö’’ diyen bahar. Çarptı mı, çarpacak mı belli değil. Anlayacağın depresif halimle bahar çarpmışlığım içimde bir kavga ki sorma gitsin. İşte bu haller içindeyken, işten dönmüş yorgunken, sofra kurulmuş beni bekliyorken ben ne yapıyorum? Üzerimi değiştirip geliyorum yanına. İlk yirmi beş dakika her şey yolunda gibi. Sonra soluk aldığım yer, yer değiştirmeye başlıyor, dilim dışarı çıkıyor, gözüm zaman göstergesinde kilitleniyor, aklım sofradan yanıma gelemiyor... Peki ya sen ne yapıyorsun?  Sesini yükseltiyorsun. Adeta yüzüme yüzüme ‘’ Seni hain! Dur bu kadar kolay değil. Aylardır yüzüme bakmıyorsun. Ödeteceğim bedelini.’’ diye haykırıyorsun. Aslında dile gelip, söylesen senin için de benim için de daha kolay olacak. Rahatlayacaksın. Bak ben dile geliyor, itiraf ediyorum. Çok pişmanım. Keşke olmasaydı bu ayrılık. Söz vermeye korkuyorum, bir kez daha sözümü tutamamaktan korktuğumdan ötürü. Ama şunun sözünü veriyorum. Bir daha üzerine katlanan çamaşırların koymayacağım. Arada muhakkak yanına gelip halini hatırını soracağım koşu bandım. Ayrıca ben yürürken Oğuz’un sana yapmış olduğu tüm işkenceye, dimdik ayakta kalmak için motorunun son damlasına kadar savaştığın için sana minnettar olduğumu da söylemeden edemeyeceğim. Şu ölümlü dünyada bugün var, yarın yokuz, yetmedi mi bu dargınlık koşu bandı? Hadi yolladığım zeytin dalını kabul et de barışalım. Ne dersin?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

21 Mart 2012 Çarşamba

APTAL



  Para biriktirmek yerine insan biriktirmeyi tercih etmiş olan, ağzına değil aklına geleni söyleyen, 52 yıldır tiyatro yapan, oyuncu yetiştiren, eğitimler veren, cebinde hikâyeler biriktiren bir ustayı, Müjdat Gezen’i sahnede bir kez daha izlemiş olmanın hazzıyla uykuya geçiyorum bu gece.

  Bu güne kadar kendisine açılan davalardan yola çıkarak yazdığı oyunun adı; ‘’Aptal’’. Ve vurucu cümlesi de; ‘’ Haklı olmak istiyorsan aptal olacaksın. Çünkü güzellik, şöhret, servet geçicidir. Oysa aptallık kalıcıdır.’’ Oyundaki aptalın kendisi olduğunu söyleyerek başladı anlatmaya. O anlattı bizler dinledik. O anlattı biz güldük belki de ağlanacak halimize. O anlattı eller birleşti. Sonra dedi ki ‘’Şimdi gülme vaktidir. Osurulup osurulup ipe dizenlerin foyaları meydana çıkmaya başlamıştır. Şimdi gülme vaktidir.’’

  Sahnede ki vedasından az önce ise;

Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç
cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
avunmak istemeyiz, böyle bir teselli ile
geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece
guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
ya aşk içinde harab ol ye şevk içinde gönül
ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül
ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç. (Yahya Kemal BEYATLI) dedi.

  Ilımlı olan bir yığın şeyin ılımlı ılımlı hayatımızı sardığı bu yıllarda, Silivri nüfusu gittikçe artmaya başlamışken,  Müjdat Gezen’in yürek isteyecek bir cesaretle sahneye koyduğu oyununu yolunuz düşerde izlerseniz ve benim gibi bu ülkede zaman zaman çok yalnız hissediyor olanlardan iseniz size de iyi gelebilir.

  Ayyy oyunun reklamı gibi oldu.  Neyse ister gidin, ister gitmeyi, ister banane – sanane deyin, sayfa benim değil mi? Evet, benim. O halde diyorum ki; izledik, beğendik. O kadar!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

19 Mart 2012 Pazartesi

gerçeklerin karşısında ...

 



  Bir kez daha izleyebilir miyim? Hiç sanmıyorum. Zaten filmi izlerken akıttığım gözyaşları, iç çekiş,  '' Aman tanrım '' nidalarımı duyan kızım Elif o kadar üzüldü ki halime, tekrar izlemeye niyetlendiğimi duysa ilk o karşı çıkar. Filmi bana öneren Serkant Abimin dediği gibi '' Bir insanlık dersi.'' Uğruna mücadele ettiğimiz her ne olursa olsun hepsi için, herkes için bir pencere açılmış. Yüreği olan bakar. Sizin için seçtiklerim: 

Çocukluk, insanın boğazına oturan yumru gibidir. Kolay kolay yutulmaz.


Beni, tabuta koymadan dua etmeden ve çıplak bir şekilde dünyaya sırtımı çevirmiş, yüzüm toprağa bakar vaziyette defnedin. Ne bir mezar taşı ne de ismimin bir yere yazılmasını istiyorum. Sözünü yerine getiremeyenlerin mezar taşı olmaz. Vasiyetimi yerine getirdiğinizde suskunluğumu bozmuş, sözümü tutmuş olacağım. İşte o zaman, mezarıma taş koyup güneşe bakacak şekilde adımı yazabilirsiniz.


Bir artı bir, bir eder mi?


 Yakında sessizliğe gömüleceksin. Biliyorum. Çünkü gerçeklerin karşısında herkesin susması gerekir.


Hikayeniz nerede başlıyor? Doğduğunuzda mı? Öyle olsaydı korku dolu olurdu. Babanız doğduğunda mı? Öyle olsaydı aşk dolu olurdu. Bence hikayeniz öfkeyi unutmak üzere verilmiş bir sözle başlıyor. Ben öfkemi unuttum. Nihayet kollarıma alıp ninnilerle uyutabilirim sizi.


 İyi seyirler...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

16 Mart 2012 Cuma

UYKUM VAR BABA ...

   Babam; gözümdeki yaşa, bam telimdeki titremeye, saçımın teline kıyamayan babam. Sarardı, soldu yapraklarım. Gel otur babacığım. Gel oturdu da doruklarıma yağan karlarım erisin, sararan yapraklarım yeşersin.  Nasıl kıydılar, nasıl parçaladılar yeşerttiğin nelerim varsa baba.

  Soluk abajur ışığını altında uzanmış, seni düşünüyorum baba. Bunca yılgın, yorgunken neden aklımdasın?  Neden sen? Annem rüyalarımdan bile uzaklara kaçmış. Hiç görmüyorum onu. Annem gittikten sonra alt dudağını kıvırıp; ” Bilmiyorum ki, anlayamıyorum kızım” deyişin gözümün önünde. Anlamaya çalışmaktan o kadar mı yorulmuştun ki; vazgeçtin. Sen de gittin.

   Sen gittin, önce halamın salonunda yere serdiği şiltede ufacık kaldım uzun gecelerde. O kadar küçüldüm ki sığdıramadı halam beni o şilteye. Büyümem için yetimhaneye bıraktı beni. Sonraları yatakhanede yattığım ranzanın üst katında, soğuk caddelerde hep küçücük kaldım ben. Ben küçüldüm ya yalnızlığım büyüdü baba. Yuttu beni o kocaman yalnızlığım. Ama bitti artık. Geliyorum yanına, elini tutacağım. Gideceğiz ya denizlere büyüyeceğim ben. Bu defa yalnızlığım küçülecek, yok olacak.

   Bana masallar anlat baba. Uykum geldi, bana masallar anlat. İçinde tüm oyunlarım, çocukluğum, sen ol, biz olalım. Nasıl baş edeceğim bunca insanlığımla bilemedim. Affetme, affedilme isteği var içimde çokça. Çokça gözyaşı var içimde. Diner mi, affolur, affedilir mi masallarla baba? İnsan olman sayesinde bu halde oluşum. Anlatsaydın, öğretseydin keşke; kırar, acıtırlar deseydin keşke. Öteye koyar, kötü de bakarlar deseydin keşke. Neden haklı çıktılar? Büyüdükçe kirlenecek dünya dediler. Kirlendi. Kayboldum baba bunca kirlenmişlikle. Sakın bırakma ellerimi. Sakın bırakma. Ne kadar kaybolsam da ara, bul beni. Sayende gene çocuk olabileyim. Dolu dolu gözlerinle bakarsan çocuk olabilirim tekrar belki.

   Uykum var baba. Ama korkmuyorum rüyalarımda kaybolmaktan. Sakın bırakma ellerimi. Yağmur yağdır üzerime. Denizlere götür beni. Hani içine yaptığın iyilikleri attığın deniz var ya, oraya o denizlere götür beni. Usul usul sokayım ayaklarımı sulara. Önce ayaklarımda hissedeceğim serinlikle ürpersin tüm vücudum. Öyle bir ürpereyim ki can suyu dolsun bütün dallarıma. Öyle bir ürpereyim ki; açılmış yaralarım yansın tuzlu suyla. Solan benzime renk gelsin.

   Gözlerimi açamıyorum. Martıların sesleri geliyor uzaklardan. Duymuyor musunuz? Deniz yakın olmalı. Duyuyor musun baba?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Mart 2012 Çarşamba

Duyduk duymadık demeyin!

  


  Duyduk duymadık demeyin!


  Duyanlar duymayanlara söylesinler!


   Hani şu milli çizgi filmimiz ''Pepee'' var ya... İşte o çizgi filmin sinema filmi çıkacakmış. Hem de üç boyutlu. Tek boyutlusuna tahammül edemeyen benim ve benim gibiler için nasıl önemli bir haber değil mi? Şükür ki Oğuz seyretmeyi bırakalı uzun zaman oldu.

   Bu arada öğrendim ki; '' Pepe'' Anadolu’da konuşma zorluğu çeken kişiler için kullanılır, Pepe Ali - Pepe Mehmet denilirmiş. Karakterin yaratıcısı Ayşe Hanım ve ekibi lakabın sonuna bir -e daha ekleyerek '' Pepee '' adını bulmuşlar. Bakın aklıma ne geldi;  çizgi filmi ekranda görür görmez can havliyle, kanalı değiştirebilmek için kumandayı bulana kadar dilimin tutulması bundan olamaz mı? Sesini duyduğumda '' Pepe '' olup kalakalıyorum. Hele o halay çekişleri, türkü söyleyişleri falan yok mu; tüm kültürel geçmişimizden soğuyorum.

   Desenize keşke yalnızca çizgi filmler karşısında pepe olup, konuşmakta zorlansak!  Gerçi biz bu evreyi atlatmışız. Ki şimdi Yüce Google a sordum biz ‘’Demans ‘’ olmuşuz. Demans belirtileri nedir? ( miş )

1) Unutkanlık: demanslı kişiler esas olarak yakın zamanda gerçekleşen olayları, biraz önce ne söylendiğini, ne yapmak üzere olduklarını unuturlar.

2) Oryantasyon sorunları: demanslı bir kişi kolaylıkla yolunu kaybeder.

3) Plan yapma ve ileriyi düşünme zorluğu.

4) Düşünme bozuklukları: demanslı kişiler konuşma güçlükleri ve hesap yapma güçlükleri yaşarlar.  

5) Değişen karakter özellikleri: davranış bozuklukları görülür. Demanslı kişiler ajitedir, çoğu zaman geceleri huzursuz, bazen kuşkucu ya da saldırgandır.

Sizce de belirtilerin çoğunu taşımıyor muyuz toplumca?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

12 Mart 2012 Pazartesi

PİÇ



Sayfalar arasında bir yerde de yazdığı gibi; her sayfası dikenli tel gibi olan bir kitap. Okurken kendime, düzene, anlayamadıklarım anlayabildiklerime küfürler ettiğim. Çocuk masumiyetini hatırlayıp gözyaşı döktüğüm. Çocukları büyüdüklerinde bekleyenleri düşünüp korktuğum. Bilinmezliklerde anlamını kaybetmiş kelimelere anlamlar arayıp bulduğum. Kurgudaki kahramanlarla birlikte bira ve ter kokusu içinde uyuduğum. Onlar içtikçe sarhoş olduğum. Çaresizlik içinde kıvrandığım, her sayfası dikenli tel gibi, adı PİÇ olan kitap. Tabi ki Hakan Günday’dan.


   

   Çokça çaresizlik, yetersizlik hisseden anne babaları düşündüğüm bu günlerde kitabı okurken hissettiklerim tam olarak bunlardı işte. Dokunuşu, sözleri, dua ve umutları duvara toslayan anne babaları…

    Ben üzerimde bıraktığı etkiyi hafifletecek yeni bir kitaba başladım bile. Fakat 'PİÇ' i kitaplığımın raflarında alacağı yere kaldırmadan önce sizler için birkaç alıntı:

İnsanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır. Ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekânın katili ve kurbanı olan insan, intihar etmeyi utanç verici bulmuştur. Ölümsüzlüğün, hayatta kalmaktan geçtiğini öğrendiği için varlığında yamanamaz delikler açarak kendine tecavüz etmeyi öğrenmiştir. Böylece insanlığın unutamayacağı ve tanık olabileceği en korkunç gösteri başlamıştır. Kendisini hamile bırakan insan kendisini doğurmuştur ve bir tecavüz bebeği olarak atasının bıraktığı yerden ihaneti devralmıştır.

İnsanın kendine çektirdiği acıya azap denir. Teknik adı vicdan azabıdır. Bugüne kadar binlerce hayalet hikâyesi duymuşsunuzdur. İşte bunların başlangıcı da bu vicdan azabıdır. Dünya üzerinde hayalet gördüğünü iddia eden ilk insan, yaşarken canını yaktığı dostunu öldürdükten sonra o kadar düşünmüş ve kendine o kadar çok kızmıştır ki, yıllardır tanıdığı bir yüzü, bedeni evinin odalarında uçuşurken görmeye başlamıştır. Oysa hayalet dediğin şey, yaşarken kazık attığın insanlar öldükten sonra duyduğun vicdan azabının sana oynadığı bir tiyatrodur. Vicdan azabı öyle bir hikâyedir ki, aynı hayaletler gibi adamı korkudan öldürür. ( sayfa 120 )

  Taksim ne demek? Paylaştırmak, dağıtmak demek. İşte burada, İstanbul'da yaşayan insanların taksim edildiği yerdir. İnsanlar bu meydandan sokaklara, semtlere, caddelere dağıtılırlar. Ayrıca burada sürekli bir pay alma  durumu da söz konusudur. Yani İstanbul'dan payına düşeni Taksim'de alırsın. Çünkü burada zevk, insan, uyuşturucu, kan, aşk, acı, akla gelen her şey taksim edilir. Hak edilen payların alındığı yer burasıdır. Tabii yapılan taksim bazen adaletli olmayabilir. Ama zaten meydanın adı sadece Taksim'dir. Adil Taksim meydanı değil.( sayfa 150 ) 

10 Mart 2012 Cumartesi

9 Mart 2012 Cuma

TEMBELLİK HAKKI

Onları görür görmez tanıdım.

Benim eski hastalığıma tutul­muşlardı.

Bir tüberkülozlu bir diğerini nasıl öksürüğünden tanırsa, ben de onları cep telefonlarının sesinden teşhis ettim. Bacaklarında uzun şort, başların­da hasır şapka, ayaklarında şıpıdık terlik, ellerinde cep telefonuyla geldikleri kum­salın her köşesinde cırcır böcekleri gibi arsız ötüp duruyorlardı. "Cırrr" sesini du­yar duymaz telaşla fırlayıp avuçlarındaki kumları silkeliyor, sonra da yüzlerini deni­ze verip koca göbeklerini ovuştura ovuş­tura uzun uzun konuşuyorlardı. Ardından telefonu eşler devralıyor, arada çocuklarını çağırıp "Gel yavrum anneannen bayra­mını kutlayacak." davetiyle emaneti aile­nin en küçüğüne devrediyorlardı.

Büroyu tatil etmemiş, sırtlayıp getir­mişlerdi adeta...

Evlerinde internet bağlantılı dizüstü bilgisayarları, bütün kanalları çeken uy­du antenleri, "ne olur ne olmaz" diye yanlarına aldıkları takım elbiseleri de ol­duğundan emindim.

Emindim; çünkü bir süre öncesine ka­dar ben de onlardan biriydim.

En güzel tatil sabahlarına, günün gaze­telerini alabileceğim bir bayi aramakla başlar, bulamazsam konu komşuya sırnaşırdım.

İşkoliktim. Çalışmadığım her dakika kendimi kötü hissediyordum. Denize dalsam yazı konusu çıkarıyor, bir müze gezsem belgesel kokusu alıyor, kumsal­da güzel bir kadın görsem tv kadrajına oturtmaya çalışıyordum. Kulağım her daim telefondaydı. Diz üstü bilgisayarım şımarık bir çocuk gibi dizimden inmezdi.

Geceleri insanlar sahilleri gezerdi, ben TV kanallarını...

* * *


Sonra tedavi oldum.

"Tembel hakları evrensel beyanname­sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te­mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.

Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.

O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır­mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya­nıtlamak...

Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu.

Orhan Veli'yi evkaftaki memuriyetin­den eden havalarla iyileştim.

Bir nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali?" sorularıyla memleketi ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olma­nın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip bahar­la kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim. Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.

İşte bunu öğrendiğim için tatilde eski hastalığımın pençesinde can çekişenleri görünce yanlarına gitmek, cep telefonlarını anteninden tuttuğum gibi denize at­mak ve sonra onları şaşkın bakan gözle­rinden öperek, "Üzülme yavrucuğum" demek istedim, "İyileşeceksin. Gör bak, onlarsız kendini daha iyi hissedeceksin."

* * *


Yazıya, tembellerce "Düzeltilmiş" bir La Fontaine masalıyla son verelim:

Karınca yine deli gibi çalışmış o yaz; dere tepe gezip kış için yiyecek depolamış. Ağustos böceği ise yine dalgasını geçip şarkılar söyleyerek çiçek çiçek ge­zip eğlenceye vurmuş kendini... Sonra kış gelmiş. Karınca tam biriktirdiklerini yemeye koyulmuş ki kapı çalmış: İki dir­hem bir çekirdek Ağustos böceği... ba­şında şapka, elinde bavul... "Hayrola" di­ye sormuş karınca... "Paris'e tatile gidi­yorum, bir isteğin var mı?" diye sormuş bizimki... Karınca öfkeyle, 'Tek bir ricam var" demiş, "Söyle o La Fontaine denen madrabaza, bir daha öyle poposundan masal uydurmasın..."

CAN DÜNDAR

8 Mart 2012 Perşembe

DİNLEMECE






 


Dallarımda yapraklarım pıtırcıklandı. Yüreğimde bir kıpırtı. Gördüğüm her şeyin rengi değişiyor. Her bahar olduğu gibi güzel bir uyanış yaşıyorum. Kışın ağırlığı üzerlerinden kalktıktan sonra tazelenen, yenilenen yüreklerde yaşanacak aşkların heyecanı var içimde çokça. İşte dün gece de uykuya böyle güzel duygularla dalarken ve kardeşimi bunca özlemişken bu şarkı getirdi tebessümü dudaklarıma. Dedim ki belki sizlerede iyi gelir güneşli günde. İşiniz rast gitsin. Sevgiler...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Mart 2012 Salı

çok gördüler





   Kapayın çenenizi. Tıkayın kulaklarınızı. Gözleri boşverin nasıl olsa görseniz bile konuşamazsınız. Siz en iyisi beyni toptan çıkarıp atın. Önünüze konan her ne ise - gık- demeden kabul edin. Eğer sözümüzü dinlemezseniz başınıza geleceklerden biz sorumlu değiliz. İşte bu kadar arkadaşlar, yapmamız gereken bu kadar basit. Susmak.

  Eminim çoğunuz duymuşsunuzdur RTÜK tarafından Okan Bayülgen’e verilen cezayı. İki hafta ekrana çıkmamakla cezalandırıldı Okan Bayülgen. Bugüne kadar verilmiş en ağır ceza. Neden? Yayın sırasında kullandığı bir kelime yüzünden. Kelime ne? FUCK!

   Hafta içi yayınlanan ‘’ Muhabbet Kralı ‘’ adlı programı hiç izlediniz mi, bilmiyorum. Benim izlediğim, izleyebildiğim topu topu birkaç program var bu da onlardan biri. Demagoji, ajitasyon yapılmadan, bilirkişilerin kayda değer şeyler konuştuğu, anlaşılabilir, belli bir standardı tutturmuş neredeyse tek program. Bunların yanında Okanın zeki, kimsenin önünde ceketini iliklemez, nabza göre şerbet vermez, bildiğini okur, sözünü sakınmaz tavrı ise bence saygı duyulacak cinsten. Bugüne kadar konuklarına ve arayanlarına Okan kadar değerlerince davrananını görmedim. Herkese hak ettiği gibi! Hak ettiği kadar!

  Tabi RTÜK’ün vermiş olduğu bu cezanın altında yatan asıl sebep FUCK değil. Olamaz. Şayet bu olsaydı:

  Beyni bilmem nerelerine kaçmış insanların karı - koca aradıkları evlendirme programlarına,

   Tüm çapraşık ilişkilerin konu edildiği dizilere,

   Kadınların ya da erkeklerin yerin dibine sokuldukları tüm yayınlayanlara,

   Neredeyse insan haklarını ihlal eden haber programlarına,

   Her türlü tacizin yapıldığı reklamlara,

   Şiddeti, küfürü, sapkınlığı çocukların önüne seren çizgi filmlere,

   Döne döne aynı şeylerin konuşulduğu programlara yasaklama getirirdi. Ama bizde her şey olduğu gibi bu da tersine işledi. Sebebi ise aba altından sopa göstermek. Korkutmak. Susturmak. Kocaman bir korku toplumu yaratmak. Sustukça sıra bize de gelecek, az kaldı derken sosyal medya patladı. RTÜK’ü kınama, Okan’a destek mesajları, kampanyaları hız kesmedi. Bizim gibi düşünmeyenleri dinleyebilmeyi ne zaman başarabileceğiz? Dinlemek istemiyorsak en azından yalnızca kulaklarımız tıkamayı. Kanal değiştirmeyi. Farklı çıkan sesleri susturmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Gerçi mahallelerde, iş yerlerinde, okullarda, evlerde bile birbirimize bu şekilde davranıyor olduktan sonra! Şimdi düşündüm de belki zaman içinde bu hale geldik - getirildik? Birbirimize eskiden de bu kadar yabancı mıydık? Bu kadar korkuyor muyduk her şey - herkesten?

   Bilemiyorum arkadaşlar nereye varacak bu işin sonu. Ece Temelkuran’ın, Bayülgen’in programında söylediği, söyler söylemez stüdyoda duyulan sinyal sesiyle reklama girildiği  ‘’ Faşizm o kadar sinsi sinsi ilerler ki gelene kadar farkına varmazsınız. - Yok ya o kadar olmaz. O kadarı yapılamaz.- der durursunuz. Sonra bir sabah uyanırsınız ki…’’ söylemi aklıma çok sık geliyor.

    Ne diyeyim işte uzun yıllar sonra bir muhabbetimiz olmuştu onu da çok görüp …

                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

4 Mart 2012 Pazar

KUMBARAYA ATILAN BİR GÜN DAHA



   Dün hava puslu. Bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur. Penceremin perdesini açıp oturdum masamın başına. Yağan yağmurun davetini kabul ettim. O anlattı ben dinledim. Duyduklarımı yazdım masada duran kâğıda. Bir adam gitti. Ardından ağladı kadın. Pişman oldu adam ama dönemedi. Adam dönsün istedi kadın ama –dön- diyemedi. İşte kadın ve adamı yağmur anlatıyor ben yazıyorken Erdo eve geldi. Dilinin ucunda anlatmak istediği bir dünya kalabalıkla beraber. Baktık ki konuşarak dağılmayacak kalabalık biz de yola vuralım kendimizi dedik. Dedik ki; asfalt ağlasın. ( İnanın anlamı hakkında net bilgim yok. )

   Yol boyunca Microsoft’un işe alacağı adaylara mülakatlarda sorduğu soruları okudum. Okuduktan sonra çözümü için kendimi yormamın anlamsız olduğuna karar verdim. Ve kesinlikle kafa yormadan direk cevaplarını okudum. İlk iki soruda eğlendik. Beşinciye geldiğimizde ise ‘’ Ya allah aşkına Özgür kafam yerinde değil zaten. Boş ver gitsin şu paradoks gibi soruları. Ben olmuşum paradoksun babası zaten.’’ dedi. Oysa kendimi geri zekâlı hissetmeme sebep olan bu faaliyeti yaparken tek amacım onun kafasını dağıtmasına yardımcı olabilmekti. Kişiye özel çözümler yetersiz... Anlayacağınız gene elimde patladı.

   Neyse tüm bunlar olurken bir yandan şehre gelmiş, balık yemeye karar vermiş, kafayı sokacak mekân arıyoruz. Sağa yanaşalım da yolun diğer tarafındaki yere bi bakalım diyorduk ki; birden kendimizi, yanaştığımız kaldırımın dibindeki balıkçının masalarından birinde buluverdik. Cumartesi akşamı, rezervasyon yok. Buna rağmen yer bulduk, siparişi bekletilmeden - hemen verdik. Nasıl mı? Erdo’dan aldığım cevaptan sonra içime içime fısıldayarak ‘’ Hadi be! Bu da olmadı. En azından keyifli yemek yiyebileceğimiz bir yer bulabilsek.’’ diye dilemiştim. Birileri duymuş olsa gerek diye düşünüyorum. Daha doğrusu, böyle olduğuna inanmak iyi hissettiriyor.

    

   Hisleri bir kenara koyalım. Gelelim mekâna; adı Kavak Balıkçısı. Tertemiz, küçük bir yer. Mezeler harika, servis sakin – hızlı, konuştuğunu duyabiliyor, karşındakini görebiliyorsun. Kızarmış ekmeklerle salataya daldık. Kafalarımızdaki kalabalığımız ise kadehte eriyen buzlarla birlikte dağıldılar. Evlerine gittiler. En azından dün gece için. Balıklara eşlik eden güzel sohbetin üzerine bir de dondurmalı irmik helvası yedik. O da yetmedi balıkçılarda korkulanın aksine makul bir hesap ödedik. Öyle keyiflendim öyle keyiflendim ki; Cuma akşamı düşünme yeteneğimi kaybedercesine gülebilmek beklentisiyle gidip, yarısında hayal kırıklığıyla çıktığımız Tolga Çevik’in son filminin acısını bile unuttum.

      Yemek sonrası Tim Sahnesinde İnce Saz’ı dinlerken ve mest olurken ve sanatın bu şekilde mükemmel icra edilişine tanık olurken gene gelmedi değil aklıma Tolga Çevik. Bir kez daha üzüldüm, sinirlendim, anlayamadım. Bir insanın parasını, adını ‘’ Sen Kimsin ‘’ gibi vasat altı bir projeye nasıl yatırabildiğini üstüne bu projeye inanabildiğini anlayamadım. İnce Saz’a eşlik etmek için sahneye çıkan dansçıları görünce ise unuttum. Abicim, Berrak Yedek adında bir dansçı izledik, inanılmazdı. Hani – beden dili – derler ya bu kadının bedeninin bir dili vardı ki izlemeye doyunulmaz. Yüz mimikleri, eli, koluyla, dans ederek enstrüman çaldı adeta. Solistler Dilek Türkan, Bora Ebeoğlu ise orkestrayla birlikte bir müzik ziyafeti yaşattılar, salonun dolduran izleyicilere.

     İşte böyle, Belgin’de görüp kendime de bir tane aldığım kumbarama bir gün daha attım. İçinde güzel anlar olan bir gün. Geçenlerde Jorge Luis Borges’in ‘’ Anlar ‘’ adlı şiirini paylaştım ya sizlerle. O satırlarda yazdığı gibi;

….

Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.

….

Huzurlarınızdan sevgiyle ayrılıyorken hepinize, hepimize iyi pazarlar diliyorum. Esen kalın. Sevgiyle kalın.

                                     ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

1 Mart 2012 Perşembe

BENİM DURUM PEK PARLAK DEĞİL

 



 

Şayet dünya yuvarlaksa, insanlar nasıl ayakta durabiliyorlar? (MIŞ) 

Dünyadan fırlatılan roketler gökyüzünü aşıp uzaya nasıl ulaşıyorlar? (MIŞ)

 Aşk gerçekten var mı? (MIY MIŞ)

Kuş yumurtaları nasıl dölleniyor? Erkek kuşların penisi var mı? ( Bu soru için Belgin’e sevgilerimi yolluyorum. Ki bi kuşun penisinin derdi kaldıydı. Şükürler olsun o da oldu tam olduk ) 

 Mezuniyette topuklu ayakkabı giyebilir miyim?  

 Sivilcelerim ne zaman geçecek? 

 Bunlar Elif'ten... 

  Bebekler annenin karnında nasıl nesef ( nefes ) alabiliyorlar? (MIŞ)


  Bir insan hayatı boyunca durmadan hıçkırabilir mi? (MİŞ)


  Gözümüzde neden çapak oluyor? (MUŞ) 


  İnsanlar ölünce senin dediğin gibi meleklerle gökyüzüne çıkmıyorlar mezara gömülüyorlar mış! Peki, nasıl toprak oluyorlar?


  Köpekbalıklarının kemikleri yoksa nasıl yüzebiliyorlar? Biliyor musun; balıklar gözlerini hiç kapatmıyorlar mış!


  Ablam neden paylaşmayı bilmiyor? (MUŞ)


   Bunlar Oğuz’dan.


Aslında bunlar son bombalar. Peki, ben ne yaptım. Gidip Tübitak’ın yayınlamış olduğu kitaplardan altı tanesini alıp eve geldim. İcatlar, mucitler, dünya nasıl oluştu, bedenimiz falanda falan. Her konu hakkında kitap var da bir tek annelikle ilgili bir kılavuz yok. O abuk sabuk, con con anne tarifi verilen kitaplardan bahsetmiyorum. Gerçek bir kılavuz! Neyse işte evde okumamı bekleyen kitap azdı ya bir de o gün aldıklarım geldi kondular çalışma masamın üzerine.  Önce elimde bir top ( dünya ), girdim Elif’in odasına. Oğuz’un girmesine izin vermedim tabi. Neden mi? Ben anlatırken gelebilecek yeni sorulardan korktuğum için.  Elif, ben odasından çıkarken ‘’ Teşekkür ederim anne.’’ dedi. Gerçekten anlayıp anlamadığını sorup kurcalamaya hiçççç  niyetim olmadığından '' Rica ederim.'' diyerek hemen ayrıldım yanından. 


   Oğuz’a gelince, anlattığım her şeye verdiği  ‘’ Gerçekten mi anne. Çok ilginçmiş.’’ tepkisi karşısında tutup tutup öpmekten kendimi alamadım.  Mütemadiyen her gece, ezberlediği halde yatak duasını sormak, sonra çişinin geldiğini söylemek, sonra üzerini örtmemi rica etmek  ( en az 2 kere tekrarlanıyor ), sonra başucunda olmasına rağmen su istemek gibi bir dünya bahaneyle yanıma her gelişinde olduğu gibi, içimde şükür nidalarıyla tutup tutup öptüm.

    Peki bu yaşananlar karşısında bana ne demek düşer? Kendim ettim kendim buldum. Sen zamanında az soru sorsun, çabuk sussunlar diye ‘’ Tamam. Anneler her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeyi yapabilir. Konu kapandı.’’ der, kapatırsan çocukların ağzını olacağı bu işte. Ne joker, ne telefon hakkı. Kafalar net sorularla dolup, diller uzayınca kalırsın işte ahanda böyle.  Bir de eğitim sistemini bölük pörçük etmeye çalışıyorlar. Ulan biz okuduk okuduk hala okumaya devam ediyoruz. Arkadan gelen neslin hali ise bu. Çocuklar bu kadar meraklı, akıllı olup, dünya bir tuş uzakta olunca bazı adamlar korktular sanırım. Önce tuşları kilitlediler, şimdi eve kapatmaya çalışıyorlar. İstiyor olmalılar ki yeni bir koyun sürüsü halk daha gelsin, otursun ayacıklarının dibinde. Ama avuçlarını yalarlar. Bu çocuklarda hiç o göz yok. Ne o çocuklar da ne de biz annelerde.

   Gerçi benim durum pek parlak değil arkadaşlar. ( Az önce Belgin’le yazışırken söyledim de güldü bana.) Şu an ekran karşısında oturuyorum. Kulağımda kulaklıklar. Fakat çalan hiçbir şey yok. Takribi iki saattir hiçbir şey çalmıyor. Benim kablonun ucunu, hafızasında kayıtlı müzik olan herhangi başka bir alete sokmayı bırakın, kulaklıkları çıkartmaya bile mecalim yok. Kafamda ki sorular ise:

Makyajımı çıkartmadan yatarsam bişi olur mu? Yatakta değilde şu koltukta uyusam olur mu? Televizyonda yayınlanan ve bana saçma sapan gelen diziyi izleyen bir de üstüne gülenler var mıdır? Canım son bir sigara içmek istiyor! Sabah altı da uyanabilecek miyim? Annemler kararlaştırdığımız saatte gelebilecekler mi? Trafik nasıl olacak acaba?....................................................................................................?

Şu saatte durumum bu. Sizce sabah durumumda değişiklik olacak mı? Bence hayır. Hadi size iyi günler!

                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Şubat 2012 Çarşamba

ANLAR

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
Ölüyorum...

Jorge Luis Borges

27 Şubat 2012 Pazartesi

lafını sevdiğimin Shakspeare'i



  Shakspeare demiş ya ‘’ Gözyaşı ile yıkanan yüzden daha temiz bir yüz olamaz.’’ diye. İşte benim ki ak pak oldu.

  Üç haftadır tüm ruhumda çınlayan ‘’ Her şeyin başı sağlık!’’ nidaları… Diğer yanda ''Herkesin derdi kendine büyük'' diye bağırıp duran tarafım... Anne olarak kendimle hesaplaşmalarım, içine ettiğimin iç dünyaları, çocuğumu anlayabilme, ona kendimi anlatabilme çabaları, iş yerindeki çalışanlara laf anlatmaktan vazgeçişlerle dolu günler. Tüm bunlardan sonra bu Pazar akşamında ruhumda çınlayan ‘’ Her şeye evet!’’ diyen sesle beraber, mecalsiz ama umutlu ekran karşısındayım işte. Merhaba!

   Bütün bunlar olur, ben oradan oraya savrulurken araya üç tanede tiyatro oyunu sıkışmasın mı? Ve bir kez daha anladım ki o rahmetli Shakspeare ‘’ Dünya bir oyun sahnesidir.’’ derken çok doğru söylemiş.

   İlk oyun ‘’Şems! Unutma’’ydı. Kerra Hatun, Kerra Hatun'un oğulları Veled ile Alâeddin, Kimya Hatun(Evlatlık),Tavus Hatun üzerine kurulmuş bir hikâye. Yaratılmaya çalışılan mistik ortam ve sahneleme yöntemi, kullanılan şiirsel dille, zaten ağır olan konuyu o kadar yavaşlatmışlar ki; yüz seksen dakika boyunca oyunun bir içinde bir dışında helak oldum. Sahnede ter döken oyuncular gibi boncuk boncuk terlemeye başladığımdaysa artık çok geçti. Çünkü hiç ara verilmedi. Ve sonunda salondan dar çıktım.

   İkinci oyun ‘’ Üçüncü Türden Yakın İlişkiler – Başlangıç ‘’. Bir yazarın sancılı geçen yaratma sürecini anlatan oyunu ise çok beğendik. Sahneleniş şekli, kullanılan müzikler, ekip uyumu, oyunculuklarla ( ki özellikle Doğa Rutkay’ın ‘‘kapitalizmin makineleştirdiği iş insanı’’ figürünü çıkarırken ortaya koyduğu, tekrarlara dayalı mizah anlayışıyla sergilediği performans ayakta alkışlandı ) başarılıydı. Heee bu arada sevgililer günü için yapmış olduğumuz programa bu oyunu dahil ettiğimiz için kendimizi de alkışlamayı ihmal etmedik.

  Üçüncü ve son oyun bu hafta sonu geldi. ‘’ Oğluma Bir Haller Oldu!’’ Oğlunun eşcinsel olduğunu ve erkek arkadaşıyla yaşadığını öğrenen bir babanın hikâyesi anlatılıyordu. Ve bence daha doğrusu oyunu beraber izlediğimiz arkadaşlarımızca o babayı kesinlikle yanlış adam oynuyordu. Kim mi? Cem Özer. Diğer ortak fikrimiz ise oyunu kurtaran tek oyuncunun Paşhan Yılmazel olduğuydu. İkinci perdede kumandayı Şahan almamış olsaydı kesinlikle oyunun sonunu beklemeden salonu terk ederdik. Perde kapanırken ayakta alkışlanan da o oldu zaten.

   Bende ki özet haberler bu kadar. Anladığınız üzere  ( Erdo ve Belgin'i anarak diyorum ki ); bir dönemden daha geçiyorum. Yoksa tozun hangi türü yutulursa yutulsun tiyatro yapmanın deli, cesur işi olduğuna olan inancım hakkında uzun uzun yazmak isterdim. Seyirciyle - tepkisiyle burun buruna  nasıl rol yapılabildiğini kafamın almadığını itiraf etmek isterdim. Oyunculuğun yalnızca doğuştan gelen bir yetenek olabileceğine inandığımı söylemek isterdim. Yerlerde sürünen oyunu, sahneye çıkıp uçuran oyunculara hayran olduğumu belirtmek isterdim. Ama dedim ya; mecalim yok. Son dönemde tek yapabildiğim, sizlerle paylaşmak için yazılar yazmak. Onlar da son ütü için bekliyorlar. ( Rasim'e selam. ) Ama içinden geçtiğim dönem her hangisi ise, yazmak bile geçişimi kolaylaştırmıyor. Ayy neyse  ne işte. Yazıma son verirken küçüklerin gözlerinden, büyüklerin yanaklarından öper, tanıdıklara selam ederim. Yeni haftada işlerimiz rast gitsin, içimiz huzur dolsun.

                                    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

 

22 Şubat 2012 Çarşamba

okumaca



Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar
Adına düğümlendi.


Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç,
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.


 

Özdemir Asaf

20 Şubat 2012 Pazartesi

KAÇ KİŞİYİZ?


BİN YÜZ BİR İNSAN


Kitabın sorusu: ” Bir bedende kaç kişi yaşıyoruz?”


Şimdi oturup size ”Kitabı okudum. Öyle aydınlandım”, ”Aman böyle kararlar aldım.” falan diyerek uzun uzun yazmayacağım. Zaten bu içe dönüp dönüp bakmalardan helak olduk yıllardır. Bir ”Hiç” miyiz? Neyiz? İşte her ne isek  daha ne kadar sınavımız var bilmiyorum. Bildiğim tek şey çok yorucu bir yolculuk olduğu. Paylaşımımın tek sebebi; hemen hemen tüm kitapçı vitrinlerinde, çok satanlar listelerinde gördüğünüz bu kitap hakkında aklınızda bir iki şey kalmış olmasına aracı olmak. Arka kapağı buradan okumanızı sağlamak. Son yıllarda ki kişisel gelişelim, kendimizi bulalım – tanıyalım, ferrariyi satalım – satmayalım, günde üç öğün şunu yapalım… türlerine yakın olsa da hikâye kurgusunda yazılmış olmasından sebep ben okuyabildim. ( Araya başka bir kitap serpmek zorunda kalmış olsam da bitti.) Zaman zaman kendi kalabalığıyla baş etmekte zorlanan biri olarak… Kitaptan kızım Elif’le telefon mesajı, odasının duvarlarına ufak mesajlar yapıştırmak yoluyla paylaştığım alıntılar bile oldu. Yani ben o kadar aydım o kadar aydım ki ona da yardımcı olayım dedim. Gerçi Elif bir okul dönüşü, yazmış olduğum son telefon mesajının mealini sorunca abartmış olduğumun farkına vararak vazgeçtim o ayrı.


               Özet olarak ” Mutluluğun herhangi bir  formülü falan yok. Ama ara sıra  hatırlatmalar – ipuçları  almanın da bir zararı yok.” Sevgiyle…

                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Göz atmak isteyenler için birkaç alıntı:   

17 Şubat 2012 Cuma

ÇIRILÇIPLAK

Her sabah aynı saatte çalan alarm sesiyle güne açtım gözlerimi. Can yataktan kalkmış tuvalete doğru yönelmişti. Duşta akan suyun sesiyle beraber yataktan kalktım. Sırtımda hissettiğim ürperti hatırlatmaktan usanmıyor geçen günün telafisi olmadığını, kumbaradan harcadığım günlerin giderek azaldığını. Ben ise her defasında o ürpertinin üzerine geçiriveriyorum sabahlığımı ve inatla doğruluyorum karşısında günlerin.

   Mutfağa indim. Demliğin altına su doldurup ocağın üzerine koydum. Buzdolabından beyaz peynir, zeytini çıkarıp servis tabaklarına aldım. Ekmek kızartma makinesini tezgâha yerleştirirken diğer yandan da çayı demledim. Masaya kahvaltılıkların yanına bal ve kaymağı da koyunca hazırdı işte her şey kızarmış ekmek kokusu ve demli çayın fokurtusuna. Günüm açılan mutfak kapısının önünde gözlerini ovuşturan Mert belirince aydınlandı. ‘’ Günaydın anne. ‘’ Ardından kucağıma alıp sardığım küçücük bedenden içime akan huzur, yanağıma konan öpücükle dudaklarımda beliren tebessüm. Mert’i ben kahvaltısını hazırlayana kadar oturma odasında televizyonun karşısında ki mavi koltuğa yerleştirip üzerine polar battaniyeyi sardım.

   Can gelişini haber veren parfüm kokusunun ardından aşağı indiğinde ben Mert’in kahvaltısını yedirmeye başlamıştım. Mutfağa döndüğümde bitmiş olan kahvaltı faslının sonunda bir bardak çayda eşlik ettim Can’a. Sabah haberlerini izlediği televizyon ekranından gözlerini ayırmadan ‘’Bu gün ne yapacaksın?’’ Diye sordu. İşe gidecek olduğumu bildiği halde her sabah yalnızca bir şey söylemiş olmak için sorduğu malum soru. Ben ise usanmadan, her defasında içini gereksiz ayrıntılarla doldurup cevaplamaktan vazgeçmiyorum. Arayacağım kişilere, planlanmış bir toplantım var ise onun saat bilgisine, eve gelirken alacaklarımın listesine varana kadar anlatıyorum. Aramızda geçen daha doğrusu sesli olarak yapılan alışverişimiz devam etsin diye. Bu sabah anlatmadım hiçbirini. Mutsuz, çıkmazlara girmiş bir ilişki falan değil bizimki aslında. Beraberliğimizde geçen on dört yılı düşününce araya giren küslükler, değişen kişilik ve beğenilerimiz, inip çıkan tansiyona rağmen paylaşmaktan, beraber yapmaktan zevk aldığımız şeyler oldukça fazla. Sosyal hayatımız, dostluklarımız, kurmuş olduğumuz düzen içinde örnek denilebilinecek bir çiftiz aslında. Ama... Şu ‘’ama’’ ile başlayan cümleler hiç hayırlı olmaz değil mi? Ama içimde kaybetmiş olmaktan endişe duyduğum ki aynı şeyi Can’da hissediyor olabilir: Kadın ya da erkek olarak yaşadığını hissedebilme isteği kafamda bir yerlerde dolanıp duruyor. Beğenilme - beğenme, arzulama – arzulanma, damarlarımda akan kanın delirmesi isteği hep var. Kim bilir belki de tatminsiz biriyim. Son bir hafta için söyleyebileceğim ise bencilce, çok kadınca, insanca bir heyecan yaşıyor olduğum, o kadar.

  ‘’ Bu akşam geç gelebilirim. Anlaşmanın imzaları atıldıktan sonra ufak bir kutlama partisi planlıyorum.’’

   Ekrandan kayan gözler gözlerimdeler işte.

  ‘’ Merak etme. Ben Gül ile konuştum. Bu gece bizde kalacak. Sorun yok.’’

    O sırada kapanan sokak kapısı sesinin ardından Gül’ün sesi duyuldu. Kafasını uzatıp bize günaydın dedikten sonra Mert ile beraber yukarıya çıktılar. Bunu Can ile aramızdaki konuşmanın ayrıntılara dökülmesini önleyecek fırsat bilerek

   ‘’ Gün içinde telefonlaşırız, tamam mı? ’’ diyerek ben de arkalarından gittim. Beş dakika kadar sonra Can ‘’ Ben çıkıyorum. Konuşuruz.’’ Diye seslendi. Ardından oğlumun dişlerini fırçalaması, giyinmesiyle yaşanan telaş ve çalan servis kornasıyla o da çıktı evden.

   Elimde bir fincan çayla soluklanmak için yatak odamızda ki balkonun kapısını açtım. Kalabalık ve kalabalılığımla geçireceğim güne hazırlık anım. Duştan sonra tüm vücudumu özenle kremlendim. Makyajımı tamamlayıp gardırobun önünde kararsızlıkla dikildim. - Ne giyeceğim? - Dördüncü denemeden sonra her defasında olduğu gibi bu kez de siyah elbise. Yüreğimin köşeciğinde saklanmış, ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da bir yanımla içinde boğulup yok olmak istediğim heyecan ile beraber arabadayım. Sebebi Darrel’ı görecek olmam.

                                                                                         ***

 

      Ofiste mesai başlayalı yaklaşık bir saat olmuştu. Bilgisayar ekranları, çalan telefonlar, fotokopi makinesinin sesi, kâğıt hışırtıları arasında benzer sabah seremonilerini yaşamış onaltı insan. Tebessüm ve yarım ağız günaydınların arasından odama geçtim. Henüz oturdum ki Nihal elinde ajandasıyla girdi odaya. Günlük akışın üzerinden geçti. Bir haftadır süren görüşmelerin son ayağı olacak olan toplantıyla ilgili hazırlıkları gözden geçirmek için Hakan’ı da çağırdım. Dünyanın birçok ülkesinde mağazalar zinciri olan markanın örme işlerini alabilmek için aylardır uğraşıyorduk. Bağlantıyı Fransa’da ki aracılarımız John’la Rachel sağlamış ve gerçekten çok uğraşmışlardı. Bir haftadır ise firma adına resmi prosedürlerin tamamlanması için beş yetkili ile İstanbul’daydılar. Darrel tasarım ekibinin başındaydı. Ve çok hoş genç bir adamdı.

   Dalgalı kumral saçları, dolgun dudakları, yapılı – dik duruşlu endamı, en çokta konuşurken gökyüzünde uçan kuşları hatırlatırcasına kullandığı uzun parmaklı elleri. Kendimi söylediklerini duyamaz, onu izlemeye dalmış yakaladığım anlar çok olmuştu toplantılarda.

   Kararlaştırmış olduğumuz üzere saat 14.00’ de ofisimizdeki toplantı odasındaydık. Sözleşmedi ki maddelerin üzerinden ayrıntılarıyla tek tek geçtik. Saat 17.00 olduğunda açılan şampanya eşliğinde kutlama başlamıştı. Herkes kapıda bekleyen arabalara binmek üzere şirketten çıkarken odama geçip Can’ı arayarak gece otelde kalma ihtimalimin yüksek olduğunu söyledim. Ses tonundaki düşüşten hissedilen memnuniyetsizliğini kelimelere dökmedi. Sebebi ise sanırım bu anlaşmanın şirket için ne kadar önemli oluşunu anlamış olmasının yanında bana karşı duyduğu saygıydı. Daha sonra Mert’e de iyi geceler dileyip yarın okul çıkışında onu alacağıma söz vererek kapattım telefonu. Son olarak oteli arayarak adıma rezervasyon yaptırdım. Dekorasyonuna hâkim, yatak başı ve döşemeliklerde kullanılmış turkuaz tonu o gece görmeyeceğim, her zaman kaldığımız Swissotelin 106 numaralı odası için.

    Sahil yolundan yemek yiyeceğimiz otele doğru yol alırken Darrel benim arabamdaydı.  – En son ne zaman bu kadar heyecanlanmıştım? – Yol boyunca önünden geçtiğimiz yerler, bundan sonra ki gelişlerinde yapabileceklerimiz hakkında konuştuk durduk. Tabi benim yalnızca konuşuyor olan kısmım bunlarla ilgiliydi. Duyuyor olduğum heyecanın kanatlarına binmiş dolaşıyor olan tarafım gökyüzündeydi adeta. Gömleğinin yakasından gözüken köprücük kemikleri nasıl bu kadar dokunulası, uzun boynu nasıl bu kadar öpülesi olabilir, teninden yayılan koku nasıl unutturabilirdi beni bana?

    İşte ben bu haller içindeyken nihayet otelin önündeydik. Diğerleri bizden önce gelmiş ve rezervasyon yaptırmış olduğumuz üzere on dördüncü katta bulunan restorana çıkmışlardı. Çok kereler yemek yediğim bir yerdi Gaja. Göz kamaştıran Boğaz manzarası, ünlü şeflerin elinden çıkan eşsiz lezzetleri, dünyanın en ünlü şaraplarını bulabildiğiniz kavıyla mükemmeldi. Ve o geceyi yaşadıktan sonra diyebilirim ki – Kesinlikle o gece içindi. - Darrel ile birlikte restoranın kapısında şefin yanımıza gelişine kadar geçen süreden itibaren romantik bir aşk filminin içindeydim artık. Mert, Can, evli oluşum, yaşım hiç ama hiçbir şey yoktu. Kapıda o gecelik vedalaşmıştım hepsiyle. Kararımı vermiştim. Korku ve endişede izin verircesine önümden çekilmişlerdi. Tek istediğim ana, arzuma teslim olmaktı. Suyun akışına bırakmıştım kendimi. Masada oturan kimsenin içinde olmadığı, başrolünde benim olduğum masalsı bir gece yaşıyordum.   

     Tasarım dünyasında yaşananlar, ülkelerin gümrük politikaları, ülkeler arası ilişkilerin bu endüstriye yansımaları derken içilen içkilerinde etkisiyle konular yavaş yavaş arkadaş sohbeti havasına büründü. Son kadehlerden sonra yardımcılarım evlerine, misafirlerimizden ikisi dışında diğerleri ise odalarına gitmek üzere yanımızdan ayrıldılar. Geri kalan biz dört kişi bar katına indik. Saat üçe kadar süren canlı caz performansı eşliğinde devam etti gece. İçki servisi sırasında birbirine tesadüfen değen ellerimiz, çarpışan ayaklarımız, kaçamak bakışmalarımız, söylemek istediğimiz her şeyi söylüyor gibiydiler. Masalıma o da katılmıştı. O gece için sessiz bir anlaşma imzaladık. Müzik bitti. Artık yalnızdık. Bize servis yapan garson, aldığı bahşişten memnun ayrılırken yanımızdan biz de bardan çıktık.

   Asansöre beraber bindik. Hiç konuşmuyorduk. Ne dilimde tek bir cümle, ne de kafamda tek bir düşünce vardı. Geçmişimdeki hayal - hayal kırıklıklarım, hatalarım, yeminlerim, beklentilerimden haberi yoktu. Yalnızca ben vardım. Üzerime yapışıp kalan onca şeyden, onca kimlikten sıyrılmış olmanın özgürlüğünü hissediyordum. Kata gelince asansörün kapısı açıldı. Elini uzattı. Bakışlarım gözlerine kilitlendi ve tutuverdim elini. Bir genç kızın edalı hali vardı üzerimde. Kartın dokunuşuyla açılan odanın kapısı... Odayı aydınlatan abajur ışığının ardında muhteşem boğaz manzarası hoş geldin dercesine karşımdaydı. Elimi bırakmamışken ışıl ışıl şehir tanığımdı. Usulca yatağa oturduk. Yan yana. Bedeninden yayılan koku ve sıcaklık sardı bedenimi. Boynuma değen dudakları bir süre öylece kaldı. Derin derin içine çekti sanki beni. Gözlerimi kapattım. Midemde hissettiğim şey gözyaşlarımla çıkmak istiyordu. Henüz on iki yaşımda ilk öpücüğümde de aynı şeyi hissettiğimi hatırlayıp gülümsedim. Yanağıma dayadığı yüzüyle çok uzaklara, daha önce gitmediğim kadar uzaklara gittim. Hangisinin gerçek olduğunu anlayamadığım iki zaman vardı sanki. O an mıydı gerçek olan? O andı bu gecelik gerçek olmasını istediğim.

   Fermuarını açmasıyla üzerimden sıyrıldı elbisem. Gözlerine kitlenmiş gözlerimle karşısındaydım. Bedenimle ruhumla çırılçıplaktım. Dokunuşu, soluğu telaşsız, şefkat doluydu. Tenimde dolaşan elleriyle biraz daha soyundum. Belki de ilk kez o kadar çıplak kalmıştım. Onu arzulamakla aramda hiçbir şey yoktu. Sarılışlarının rengi beyaz, duygusu huzur, kokusu deniz… Tüğ gibi hafif, yumuşacık. Taşıması, tadına varması kolay. Kendimi güzel, bir o kadar incitilmez hissediyordum. Adeta bedenim değil de ruhumdu okşanan, tazelenen. Gözlerimi açmaktan bile korkar halde kana kana içtim saatleri. Terleyen vücutlarımızla tadı dilimde, kokusu burnumdayken mahrem sırlarım vardı. Sonra pufff. Gizler çözülüverdi. Kasıklarımdan başlayıp tüm vücudumu saran sıcaklık, hızına yetişemediğim kalp atışlarım, kulaklarımdaki çınlama, bedenimden yükselen neredeyse dokuna bilinecek kadar yoğun enerji ve bahçemde açan çiçekler: Rengârenkler.  Anın içinde donup kaldık. Yan yana uzandık yatakta.  Soluksuz kalışımızın gürültüsü, düşüncelerimin sessizliğine inat.

    Sarındığım beyaz bornozla banyodan çıktığımda o elinde kadehle boğaza karşı oturuyordu. Sehpanın üzerinden duran, benim için hazırlamış olduğu diğer kadehi alıp yanına oturdum. İçinde uzun süre oturduğumuz sessizliği bozan ben oldum.

   ‘’Ben seni ne zaman çağırdım. Ne zaman diledim. Kendimi, yaşadığımı hatırlatacak bu gece için nereden geldin. Kim yolladı seni buraya bilmiyorum. Hangi güç, ihtimal, döngüyse ona minnet doluyum. ‘’dedim. Bana doğru döndü;  

   ‘’Asansöre binerken bu gecenin ikimiz içinde unutulmaz olmasını dilemiştim.  Anlaşılan o ki sen gerçekten unutulmaz, bu gece ise tebessümle hatırlayacağım hatıran olarak kalacak. Bilmeni istiyorum böyle olduğu için duyduğumuz minnet ortak.’’ Dedi ve yerinden kalkıp dudaklarıma bir öpücük kondurdu.

                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

15 Şubat 2012 Çarşamba

Neler oluyor?

Sokakta gördüğümüz, üniforma giymiş herkesten korkar olduk. Yol çalışmalarında çalışan işçiler, ambulans şöförleri, trafik polisi, pilot, asker, emniyet görevlileri, güvenlik görevlileri hepsinden... Kim kimdir? Necidir? Yetkisi nedir? Yetki kimdedir? Bir şeyler oluyor, değişyor, neresi bize ne kadar dokunuyor? Anlayan beri gelsin!
Özgür Tamşen Yücedal

14 Şubat 2012 Salı

Vur patlasın çal oynasın



    ‘’ Seni seviyorum.’’ Yalnızca sevgi… İnsanları rahat bırakalım da bugün içi doluymuş, boşmuş demeden sevgi konuşsun, sevgi düşünsünler. Sevgilisiz geçen günlerinde sevgilisi olanlara gıcık olup kıskansınlar. Uzakta olan âşıklar bugün bir başka buruk olsunlar. İki kişiyi idare etmeye çalışanlar girecek delik arasınlar. Dargınlığı tesadüfen bu güne denk gelenler vahlansınlar. Yıllar sonra bile sevgili yerine konulmak isteyen evliler hediye beklesinler. Daha ne olacaksa olsun ama içinde yalnızca ‘’Sevgi’’ olsun. Aşktan olsun.

   Her sabah güne yeni bir tutuklanmayla uyandığımız, depremlerin olduğu, kadınların öldürüldüğü, çocukların tecavüze uğradığı günlerin sonunda bile dizileri konuşan bir toplum olmuşken… Geçen twitter da yazdığı gibi ‘’ Bilgisayar önce masa üstüne sonra dizüstüne şimdi cebimize girmiş ve birkaç yıla kalmaz neremize girecek bilmiyorken…’’ bırakalım da bugün sevgi konuşulsun, ‘’ Seni Seviyorum.’’ Densin. Kapitalist düzen deyip duruyoruz ya ‘’ Ulan her bir şeyi uğranı verdik, vermeye değer bulduk da bugün hediye almak mı bozacak bizleri. ‘’ Bir sap çiçekmiş, pırlantalarmış boş verin. Birbirleriyle konuşmayı unutmuş, yazmadan anlamayan anlatamayanların telefon mesajı yazan parmaklar bugün yalnızca sevgi sözcükleri için dokunsun tuşlara yahu.

    Nefes aldığımıza, adım attığımıza pişman hale getirilen bizler bunu bile çok görür olduk kendimize.

    Dünyanın çok büyük bir çoğunluğu M.Ö. dördüncü yüzyılda, AŞK sebebiyle iyi savaşmadıkları gerekçesiyle imparator tarafından evlenmelerinin yasaklanmış olduğu çiftleri evlendirmeye devam eden rahip St. Valentine’nin asılmış olduğu gün olduğunu bile umursamadan kutluyor sevgililer gününü. E biz ne yapacağız? Ruhuna Fatiha mı okuyacağız… Bokunu çıkarana kadar kutlansın bence. ( Akşam haberleri izlerken ‘’ Yuh ama bu kadarda olmaz.’’ Diyorken bulmam kendimi inşallah.)

    Bunları yazdığım şu sırada ocağın üzerine bir yandan çayı koymuş, diğer yandan haşlanmış yumurtaları ayıklamış, kahvaltı sofrasını hazırlamış olmam, bugün spora başlıyor oluşum, Erdo’nun tek kelime demeden işe gitmiş oluşu, sevgili yerine konulmak gibi bir beklentimin olmayışı, ama bir yanımla deliler gibi sevgili olmak isteyişim, hiçbirisi düşüncelerimi değiştirmiyor inanın. Vur patlasın çal oynasın.

    Herkes nasıl kutluyor, ne alıyor, nereye gidiyorsa gitsin ama yalnızca SEVGİ olsun. Sevgililer günü kutlu olsun. Bir de Özge’nin doğum günü kutlu olsun. İyi ki doğdun şekerim.

 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

11 Şubat 2012 Cumartesi

BEN DEMİŞTİM

 

 



 

   Yaz tatilimizin huzur dolu sabahında elime gazeteleri almışım. Bir keyif bir keyif. Yanımda ki sehpanın üzerinde bol köpüklü – şekersiz kahvem. Karşımda Erdo. Çocuklar henüz uyanmamışlar. Nasıl ama?

   Gazeteyi aldım elime. Başladım huşu içinde sayfaları çevirmeye. Takdir edersiniz tatil modunda olduğumdan manşetleri atlayarak direk daldım magazin eklerine. Derken, okuduktan sonra hazmı benim için zor olan gazetecilerden birinin Sertap Erener’le yapmış olduğu röportajı gördüm. Daha doğrusu asıl dikkatimi çeken Sertap’ın fotoğraflarıydı. Röportajın sonlarına doğru gazeteci hanım soruyor:

   - Ve gelelim “Sertab çok güzelleşti” konusuna. Ne yaptın da bu kadar gençleştin, güzelleştin? ‘’ diye.

     Sonra Sertap diyor ki;

   - Kendime çok iyi bakıyorum. Dışarıdan hiçbir şey işe yaramıyor; ne krem, ne botoks ne de estetik müdahale. Her şey içeriden iyileşiyor. Ben bunu buldum. İçin iyileştikçe, bu dışarıya cildin, bakışın, duruşun olarak yansıyor. Güzelleşiyorsun. Tabii cildime gereken önemi de gösteriyorum.

   Geçenlerde de kuaförde Oğuz’un saçları kesiliyorken koltuğa oturmuş bekliyorum. Beklerken  duvarda asılı, müzik yayını yapan bir kanala ayarlı olan televizyona bakıyorum. Ve ekranda bir an da Sertap Erener’in videosunu dönmeye başlamasın mı? Aman Tanrım! Bir denge, bir arınma akıyor gene hatunun yüzünden inanamazsınız. Videoda oynayan arkadaşım Gamze’nin duru güzelliğinin gerçekten Tanrı vergisi olduğunu bildiğimden olsa gerek şaşkınlığım zirve yaptı… O an da   - Yok artık.–  diye geçirirken aklımdan Oğuz’un elinden tuttuğum gibi, her yanı aynalarla kaplı mekândan kaçarcasına çıktım. Çıkmayayım da ne yapayım?

   Yani arkadaşlar Sertap Erener son yıllarda geçirmiş olduğu değişimi iç dünyasındaki denge ve arınmaya borçluymuş. Ağzımızın burnun yer değişmesini sağlayabilecek olan denge, arınma sınırı nedir acaba? Tatil süresincede düşünüp durmuştum. – Yarabbi dengesiz olduğumdan mı bu haldeyim acaba?- Diye. O gün bu gündür de pek bi değişiklikte yok. Hatta son zamanlarda manşetleri okuyup, haber dinledikçe gittikçe bozulan dengemi göz önünde bulundurursak, tahmin edin ne haldeyim. 

     He röportajda dediğine göre bir de sevgilisi ile tam beş yıldır hiç kavga etmemişler.  Ben gerçekten ne dengesiz kadınım yarabbi. Sertap’la kıyaslarsam gerçekten çok dengesizim. Bir de arınamamış. Ama ben size söylemiştim: ” Benim daha çok çokkkk yolum var. ” diye. Melekler  'i hatırlayanınız vardır.

    Ayy gene süperim cuma cuma… Neyse anacığım herkes birbirini yok etmek, öldürmek, suçlamak, yalanlamak istiyorken bizim dengemiz yerinde olsa ne yazar.

    Bütün bunlara rağmen kardeşimin dediği gibi bende  ‘’ Dünya dönüyor.’’ Diyor ve herkese, hepimize mutlu hafta sonu dileyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

    Hoşça – sevgiyle kalın. Siz gene de dengenize dikkat edin, ne olur, ne olmaz!

     NOTUN DİBİ: Eklemeliyim ki; bunlar Sertap Erener'in muhteşem sesi, yorumu, başarıları, şaşmaz çizgisine duymuş olduğum saygı ve hayranlığı asla sarsamaz. Bakış açım tamamen kadınsal dürtülerin yörüngesindedir. Aslında sanane kadının değişiminden, güzelliğinden, değil mi? Ama yok hemcinsleriyle biz kadınlar kadar uğraşan başka bir tür var mı? Ben bu aralar ne kadar çok soru sorar oldum. ( içimden son cümleye ''DEĞİL Mİ?'' eklemek geldi ama tuttum kendimi. Yok tutamamışım.)

                               ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

9 Şubat 2012 Perşembe

DÜNYA MI YANIYOR







    Uykusuz geçen bir gecenin sabahından '' Günaydın ''

   Sabah işe gitmek için yola çıktığımda neler vardı aklımda yazacak, geceden kalma. Saat kaça kadardı bilmiyorum oturup Okan Bayülgen'in '' Çıplak Kral '' adlı programını izledim. Konuklar çıktıkça azar azar yok oldum, ümitsizliğim umutsuzluk oldu, pustum.  İlk konuk Ece Temelkuran’dı. O anlattıkça; - Bu ülkede ne olacak halimiz? O bile bu kadar yalnız, umutsuz kaldıysa biz ne olacağız? Daha ne kadar susup izleyeceğiz? Konuşan, konuşacakların hepsi ya öldü (?), ya hapiste, ya vazgeçti, ya da herkes umudunu yitirdi. İsyanımın kelimeleri Neyzen’in mısralarında  ( NEYZEN )…

   Ece Temelkuran’ın ardından Emrah Karaca ( Cem Karaca’nın oğlu ) ve Cahit Berkay konuşmaya başladılar. Ekranda Cem Karaca, Barış Manço beraber şarkı söylüyorlar. Ben ekran karşısında biraz daha sahipsiz! Kim kaldı yahu kim? Ve facebook durum raporuma yazdım ki:

'' ‎"Kral çıplak" diyebilecek kadar cesur insanların yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Daha doğrusu, söyledikten sonra özgür olabilecekleri bir ülke.’’ Hemen arkasından yıllardır hep böyle mücadelelerin içinde olduğunu bildiğim Şule Abla yazdı ki:

‘’ İnsanların artık canından endişe duyduğu bir ülke de yaşıyor olmak ve ''kral çıplak ‘’ diyememek insanın canını çok yakıyor! Keşke siz bu günleri yaşamasaydınız. Sizlere bu günleri yaşatmamak için inan ki çok çabalar harcadık… Hala da harcamaktayız ama bazen yolun sonuna geldiğimizi düşünüyorum… Ve bunu kendime bile itiraf etmekten korkuyorum.’’ 

   Demek yalnız değiliz ama neredeyiz. Nasıl bu kadar uyuşturulduk? Hafızamızı kaybettik, çaldılar? Nasıl bu kadar ayrı düştük, düşürüldük? Çok soru olduğunun farkındayım. Çok yakın zaman önce, yaşanan değişikliğin farkına acı bir şekilde tanık olunca daha doğrusu hep karşısında olduğum, dâhili olmamak için kendimce çok mücadele verdiğim şey hakkında yargılanınca böyle oldum. Gerçekten birbirimize baktığımızda neler görüyoruz bilemiyorum. Kimseye bakmamak mı çözüm? Bakın yeni bir soru daha.

  İşte böyle; uykudan önce depreşen, uykudan sonra hala benimle olan birçok soruyla yaşıyorum. Derken iş yerime gidip oraların kayak yapılabilinecek hale gelmiş olduğunu gördükten sonra arabadan inmeden tekrar yola koyulup geri dönüyordum, radyoda yukarıdaki parça çalmaya başladı. - Sözler ne alaka – diyenleriniz çıkabilir. Ama kimin umurunda arkadaşım. Melodiyle beraber sorular dinlenmeye çekildiler. Oh be! Böyle yaşanmaz arkadaşım. Valla en azından ben yaşayamam. Kafayı zaten zor yettirtiyorum. Bir zaman önce blog arkadaşım EBRU başka bir blog da yazılan yazıya yorum yapmıştı. Net hatırlamıyorum ama konu da ciddi bir şeydi galiba. Yazmış yazmış sonunda da ‘’ Tamam da akşam ne pişireceğiz sen onu söyle.’’ Diye sormuştu yazıyı yazan arkadaşa. Bu kadar dalınca soru işaretlerine aklıma hep bu geliyor. Günlük gerçekleri düşünmek çoğu zaman rahatlatıcı oluyor.

   Ben de müzik eşliğinde semtime geldim. Arabayı pastanenin önünde park ettim. Bilgisayarımı çantama koydum. Masanın birisine oturdum. Söyledim bir duble sade kahve. Taktım kulaklıkları. Gelen – giden, yiyen – içen, konuşan – susan… Dünyamı yanıyor? Yansın be… Ne haliniz varsa görün. Bugünlük ben de ne halim varsa göreyim. Hadi benden bu kadar. Sevgiyle...

                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

8 Şubat 2012 Çarşamba

ZENNE ( dürüstlük bazen öldürür )

 



‘’Dürüstlük bazen öldürür…’’


   Umutsuzluğa düşüren o kadar çok şey duyuyor, görüyorum ki… Ve biliyor musunuz asla içimi rahatlatacak bir kaçış yolu da bulamıyorum. Görmezden – duymazdan gelemiyorum. Birilerine hep öfkeli, anlayamaz mesafede bir yanım. Diğerlerini koruyamıyor olmanın, yeterince anlaşılamamalarının kırılganlığında diğer yanım. An geliyor demir atmış olduğum tüm zincirlerimi toplayıp gitmek istiyorum. Ama nereye? Neresi daha masum? Neresi daha hakkaniyetli? Nerede çocuklar ağlamıyor?

İşte halim nice, ben böyleyken üstüne bir de bu akşam oturup ‘’ Zenne ‘’ adlı filmi izledim. Topladığım zincirlerim kucağımda, sorularım kafamda, oturmuş bu satırları yazıyorum. Film 2008 yılında öz babası tarafından, eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hayat hikâyesinden esinlenerek kurgulanmış bir senaryodan yola çıkıyor ve ona ithaf ediliyor.


 


   Tesadüf eseri karşılaşıp tanışan Urfalı ‘’Ahmet’’, zenne ‘‘Can’’ ve bir süreliğine istanbulda yaşayan Alman fotoğrafçı ‘’Daniel’’in hikâyelerini anlatılan filmde birçok yan öyküde mevcut. 99 dakika içinde o kadar hayat hikâyesi ve toplumsal sorun öyle bir sadelik ve başarı ile anlatılıyor ki filmin bir saniyesi için bile fazlalık diyemiyorsunuz… Filmde devletle kesilemeyen hesaplar, askerlik kurumu, töre, çökmüş ve çürümüş aile kurumu gözler önüne seriliyor... Toplumsal sorunlarımızın temelleri… Birbirimizi ‘ötekileştirmemizi’ isteyen devlet ya da toplumsal yapı ne derseniz deyin, hepsi bu filmde.

   Filmi izlerken sarılıp ellerini öpmek istediğim, beraberinde ağladığım bir anne vardı ki; her ne olursa olsun çocuklarının yanında - tarafında olan, oğlunu askere göndermemek için elinden geleni yapan, askerden dönüp alkolün pençesine düşmüş diğer oğlu için çabalayan, askerliği sorgulayan bir anne. Bir de öldürülen gencin annesi vardı ki; hakikati öldürmeye çalışan, sevgisi evladının cellâdı olan bir anne. Yani tüm oyuncular hikalerinin kahramanları olmuşlardı. Hayatta olmayan baba ( Canın babası ) bile dokundu izlerken.

   ‘‘Eşcinsellik hastalıktır.’’ diyen bakanların normal karşılanıp, övüldüğü bir ülkede böylesine cesur bir karşı duruşu ayakta alkışlamak istiyorum. Her sahnede sihir yaratan, büyüleyici kostümleri hazırlamış olan Belma Özdemir ise ayrıca tebrik edilmeli bence.

 Renklerimizi gizlemek zorunda kalmayacağımız, gülümseyeceğimiz bir dünya için sevgiyle… Birbirimizi anlamak, anlayabilmek için biraz çaba gösterirsek çok farklı olur belki dünya. Kimbilir?


 


ZENNE


Yönetmen: M. Caner Alper, Mehmet Binay


Senaryo: M Caner Alper


Oyuncular: Kerem Can (can)


Erkan Avcı (Ahmet)


Giovanni Arvaneh (Daniel)


Rüçhan Çalışkur (Kezban)


Tilbe Saran (Sevgi)


Ünal Silver (Yılmaz)


Görüntü Yönetmeni: Norayr Kasper


Kurgu: Jasmin Guso


2011, 99 dakika…


 


Dip notlar: Belgesel olarak yapılması düşünülen proje daha sonra sinema filmine dönüşmüş ve hayata geçirilmiş. Film kurumsal olarak sadece ‘‘ Hollanda Kraliyeti’nin İstanbul Başkonsolosluğundan’’ destek alabilmiş.

  48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali`nde, SİYAD Ulusal En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayr  Kasper) ödüllerini alan "ZENNE"; daha sonra 17-24 Kasım 2011 tarihleri arasında Ankara`da düzenlenen Türkiye`nin  ilk "LGBT" festivali Pembe Hayat KuirFest`te  ise "açılış filmi" olarak gösterildi.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Şubat 2012 Pazartesi

GİDELİM AŞKIM



 

   Senli bir rüyadan uyandığım gece yarılarından birindeyim. Haftalar öncesine kadar, içinde ürperten yalnızlığımı bulduğum sessizlik artık seninle dolu. Yaşanmış yılların yorgunluğu yok üzerimde. Yerini şaşırtıp, şımartan bir tazelik aldı. Yıllarca içimde, dilimde, gözlerimde o kadar çok aşk biriktirmişim ki. Kapıyı açıp seni içeriye buyur edişimde ki hazır oluş bunca aşktan olsa gerek.

   Yaşadım diyebileceğim kaç an vardır? Tazeliğini koruyabilen kaç an. En büyük becerilerinden biri unutmak olan insanoğlunun aklında kalan, kalabilen anlar. ‘’ Bir daha asla bu kadar …’’ ile başlayan bir sürü cümle var hayatımda herkes gibi benimde. Ve ardından yaşanmış bir o kadar yeni başlangıç. Günler boyu düşündüm. Damarlarımda akan kanın ateşini, heyecanını unutmuş olsam bile hayatıma sen geldikten sonra hissettiklerime yakın şeyler var hatırladığım. Çok uzakta kalmış. Sisin ardından bakılıp net görülemeyenler gibi. Ama bu dingin huzur halim var ya onu hiç hatırlamıyorum. Yanımda, rüyalarımda, hayallerimdeyken hissettiğim her şeyin içinde o huzur var.

   Dokunuşlarınla bedenimi saran tutku bile sınırlarını aşmış gibi. İncitmekten korkarcasına dokunuşların,  güzel şeyler fısıldayan nefesin... Heyecan hep saklamış, benimleymiş. Yalnızca şimdi  şekil değiştirmiş, olgunlaşmış gibi. Seninleyken hissettiğim her şey acelesiz, telaşsız, tadını çıkartmak istiyorcasına. Ama aşığımlı rüyalar görebilmek için uykuya  yatışlarım, yanımda değilken hayalinle baş başa kalmak için herkesten kaçışlarım aynı.

   Gidelim buralardan aşkım. Yüzüne yerleştirdiğin sükûnet dolu tebesümünü de alalım yanımıza, gidelim. Geldiğimiz  gideceğimiz yer yokmuş gibi. Zamansız… Hep oradaymışız gibi. Dilimiz, dinimiz, ırkımız, geçmişlerimiz yokmuş gibi. Yalnızca biz olalım. Daha önce duymadığım masallar anlat, günler geceler boyu. Hep o tebessümle bak bana. Yaşanmamış güzel günlerim için seni beklemiş gibiyim.

    Hoşgeldin sevgili…

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



3 Şubat 2012 Cuma

DİNLEMECE





Terk etme beni
Unutmak zorundayız,
herşey unutulabilir,
geçip giden herşey…
unutmalı:
geçen Yanlış anlaşılmalarla,
yitip giden zamanı.
ve zaman kaybedilir:
anlamaya çalışmakla,
geçen o saatleri..
ki zaman zaman,
"niçinler" öldürür
kalplerdeki mutluluğu…
Terk etme beni…


bense yağmur taneleri sunacağım
yağmur yağmayan ülkelerden getirilmiş.
yaracağım toprağı,
ölümümden sonrasına kadar,
sarmalamak için bedenini,
altın ve ışıkla.
sana bir ülke vereceğim:
sevginin kral olacağı,
sevginin kural olacağı,
ve senin kraliçe olacağın.
terk etme beni

Terk etme beni
Delice sözler yaratacağım,
sadece senin anlayabileceğin.
sana,oradaki
sevenlerden bahsedeceğim,
iki kez kalplerinin öpüştüğünü gören,
sana rastlayamadığı için ölen,
O kralın öyküsünü anlatacağım.
terk etme beni

biz sıkça görürüz
eski bir volkandan alev fışkırdığını..
çok eski olduğunu sandığımız.
bazen bunun gibi,
yanmış topraklar
en verimli nisandan,daha çok ürün verebilir
ve akşam gökyüzünde birleşmezler mi onlar
kızıl ve siyah ışıklar vermek için
terk etme beni

terketme beni
artık ağlamayacağım,

2 Şubat 2012 Perşembe

ELİFİM


Elifim;


İlk göz ağrım


Gözümün nuru


Engin sularım


Nazlı kuzum


Sırlarımın sırdaşı


Sorularımın cevabı


En büyük mücadelem


En güzel hediyem


Hayatıma anlam katanım


Dualarımın cevabısın.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka

...                                                                                                                   

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


                                       ...                                                                                                                Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
Tüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
Ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
Bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
Birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
Okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla


Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
Anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
Rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
Zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
Ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
Bu kadarcık bir şey-İyi ya, peki, şimdi kim var sırada
Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla                                                                                      ...


Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


(1961) Edip Cansever