30 Mart 2012 Cuma

12 dakika

 

 Harcına sevgi katılıp, tuğla tuğla örülmüş evlerde yaşananlardan geriye ne kalıyor? Bence yalnızca, harcında sevgi olan ANLAR...






 

Ah Sen Yokmusun Sen













Ah Sen Yokmusun Sen
ah tenine hasretlik çektiğim geceler
ah sen yokmusun sen
ne de çabuk geçmişim sizi özlemekten...

ah hüznümü yazdığım sokak köşeleri, dostlarım

oturduğum yıldızları saydığım duvardipleri
ne de çabuk vazgeçmişim sizlerden...

ah gençliğim, ah hissettiklerim
bertaraf etmedim mi sizleri,geçmişim...



ah dalgalar ah deniz
hüznümü paylaşmadınız mı siz...

ah sen yokmusun sen
biraz peynir biraz hüzün
biraz aşk birazda rakı
sevmek dediğinde bu değil mi...


Gürkan Akan


28 Mart 2012 Çarşamba

İnsan gibi!


'' Haydi kalk, kalk Özgür! '' dedim ve kalktım. Ne için mi? Kışlıkların yerlerine yazlık giyisileri çıkartmak için. Hee ben çıkarttım ya kesin tekrar kar falan yağar ve ben her sene ki gibi dötüm dona dona gezerim sokaklarda. İnsan gibi becerebilen biri ol da bir kaç tane kalın giyisi bırak ortalıklarda değil mi? Yok anacığım bununda ayarı kaçacak illaki.


Neyse işte Oğuz'u uyuttuktan sonra tuttum bir ucundan, çorap söküğü gibi ardı gelir diyerek, sek sek sekerekten. Bu defa yanımda '' Bunu at.'' '' Heh bu tam bana göre, ver ver.'' '' Ay Özgür ne kadar çok giydin bunu yeter ben alayım.'' diyen kardeşim Özlem olmadığı için çorap sökülmedi gitti. Oğuz'da uyandı tam oldu. Çingen pazarına döndü soyunma odası.


Yıllardır ayıklanan giyisiler arasında bir türlü ayıklanamayanlar vardır ya işte onlar elimde gene gülmekten alamadım kendimi. Beni güldüren giyisilerden çoğu pijama ve Vilo'nu almış oldukları. Canım annem selvi boylu bir kızı olduğunu sanıyor.  Bunca yıldır hiçbirimiz de ona gerçeği söylemiyoruz, benim topu topu 1.55 olduğumu. Bunun yanında Erdo'nun da beni 1.70 falan görüyor oluşu ayrı ve bence daha acıklı bir durum, benim için. Benim için beğendiği giyisileri her gösterişinde içime içime ağlıyorum yemin ederim. Ama yokkk geçenlerde isyan ettim: '' Bana bak Erdo. Dikkatli bak. Adamım, ahanda ben bu kadarım. Bunca yıldır ne bir santim uzadım ne de kısaldım. Hatta uyarayım yaş aldıkça daha da kısalma ihtimalim var.'' deyiverdim valla. Aaaa yeter ama. Yok yetmez miş! Şimdi de Elif ( kızım ) çıktı başıma. Aynanın karşısına geçip geçip beni çağırıyor: '' Anneeee bi gelsene! ''  .ok var. Bu yaz topuklu ayakkabı giymeyede başlayacakmış. Artık elime bir tabure alır gezerim yanında. Gerçi mahallemizin terzisi Gülçin diyor ki: '' Boşver be topuklular ne güne duruyor. Onlarla istediğin her boydasın.'' . Diyor diyor ama o topukların üzerinde durmanın, becerebiliyor, her şey çok normalmiş gibi yürümeye çalışmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Çünkü O da benden uzun.


Nasıl içime oturmuş bakarmısınız. Konu nereden nereye geldi. Sizlerle paylaşınca biraz rahatladım ama. Ohh! İşte yıllardır durum böyle... Bu satırları yazarken çalışma masamın üzerine, tam karşıma koyduğum, pontunu sevdiğim siyah ayakkabılar bugün ayaklarım onların içindeyken başına geleceklerden habersiz, şıkır şıkır durmaktalar. Benim halimi ise sanırım anlatmama gerek yok. Hadi ben şimdi çakma selvi boyumla arz-ı endam etmeye gidiyorum. Ve eve sağlam ayak bileklerimle dönebilmeyi umuyorum. Sevgiyle kalın...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Ayy durun durun şunu demem lazım: '' Bence Jassica Parker'a topuklu ayakkabılarla her türlü zeminde, her türlü hava şartında, her hızda ( koşmakta dahil ) yürüyebilme ödülü verilmeli. Geçen izlediğim bir filminde arnavut kaldırım taş döşenmiş sokakta koşuyordu hatun ya. Ama yok püf nokta insan gibi yapabilmek! Bunu da dedim kuş kondurdum. Hadi eyvallah.

26 Mart 2012 Pazartesi

Annem gene haklı çıktı!



 ‘’ Yap – koştur sen, sonunda madalyanı takarlar oturursun öylece.’’ der annem. Her zaman olduğu gibi bir kez daha haklı çıktı. Ve ben kucağımda; sözümü tutabilmek, yetişebilmek, geç kalmamak, yalnız bırakmamak, paylaşabilmek uğruna, kâh iki ayağım bir pabuçta, kâh iki elim kanda, en önemlisi her seferinde kendimi bir kenara koyarak yapmış olduğum özveri ya da adı her neyse fedakârlıklarla kalakaldım. Ki o anlarda zaman zaman yaşadığım gerginlik-sinir-stres ise cabası.

    Eminim sizlerde günün, zamanın birinde sormuşsunuzdur karşınızdakine: ‘’ Hiç mi hatırım yok.’’ diye. Ben bir kez daha aldım cevabımı ve galiba bu sorunun tek bir cevabı var: ‘’ Yok! Yok kardeşim. O, o zamandı, yapmasaydın ( gelmeseydin - söylemeseydin - taşımasaydın vb.). Zorla yap diyen mi oldu.’’ İşte cevap bu.

   Bizim gibilere halk arasında ‘’ enayi ’’, durumumuza ise ‘’ Aptallığına doymayan, doyamayan.’’ denir.

   İşte böyle benim bir madalyam daha oldu. Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır demişti Sertuğ Abi ama bu kadar çok olacaklarını söylememişti. Hayat tecrübesi edinene kadar bu dünyadan göçüp gideriz valla. Demek ki; ‘’ Başkalarının hayatından ders alın; çünkü insan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşayamıyor. ’’ diye boşuna dememişler. Haftaya süper bir giriş oldu. Ardından gelecek diğer günler için umudum zirve yapmış durumdan. Bakalım bahtıma daha neler çıkacak? Eee artık ne diyelim '' Züğürtün müğürtün olsun ama sağlık olsun. Gerisi koy ver olsun.Sizlerin havası güzel olsun' '

 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Mart 2012 Pazar

Yerli yersiz, başlamak lazım

Bir yerden başlamak lazım sevmeye.
Kimi ya da neyi olduğunun hiçbir önemi yok, kendinden başlamışsan eğer.
Hayat zor, çekilmez ve aksini iddia edemeyeceğimiz kadar açık, net.
İktidarına yenik düşmüş bir ülkenin umudu kadar sağlam,
Henüz kaybedilmiş savaşın unutulmuşluğu kadar yalan.
Hayat, hayalin, kolu bacağı kırık hali.
Sevmek, alçısı ömrün, ‘ya tutarsa’ niyetine sarılan kırıklarına.
Bir yerden başlamak lazım inanmaya.
Neye ya da kime olduğunun hiçbir önemi yok, putlarını yıkmışsan şayet.
Aşk gibi, merhamet gibi, cehennemde Allah gibi…*
Yok gibi, yoksul gibi.
Hiçbir şeyi olmayan her şey gibi.
Körü körüne, bilinçsiz, aldırmadan, sorgulamadan,
İnanmadan inanmak lazım artık
Bir çift elin elinize düştüğü anın bütün dünyayı kucaklamak oluşuna!
Korkmadan ve korkutmadan açmak lazım kalbi,
Yüreğini mabet edinmişin usûllü, usûlsüz yalanlarına.
Bir yerden başlamak lazım yalnız kalmaya.
Nasıl ya da ne şekilde olduğunun bir önemi yok,
Uyumak, en büyük etkinlikse hayatında,
Bir sigara dumanına, bir içkinin yakışına kurban gidiyorsa için
ve ikinci kadeh hiç dolmuyorsa…
Bütün kemirgenlerden daha kemirgendir yalnızlık,
İçten içe, sinsice bitirir sizi,
Canınızı yakmaz, öyle eştir, eşittir size.
Bir yerden başlamak lazım gitmeye.
Nerden ya da kimden olduğunun hiçbir önemi yoksa şayet, gitmek farz olmuştur artık.
Ardınızda bıraktığınız insanlar kadar küçük bir tablo daha göremezsiniz.
Gittikçe uzaklaşırsınız, gittikçe küçülürler,
gittikçe unutursunuz, gittikçe unutulursunuz.
Gittikçe, umursamaz herifin teki olursunuz.
Bu güzel olan.
Umursamamak, hayata ve insana karşı dik durmaktır.
Yıkılmamak, yere sağlam basmaktır.
Göğsünüzden koparılıp alınan bütün değerlerin ecdadına küfretmektir.
Umursamamak, bu dünyanın size bahşettiği en mükemmel intihar biçimidir.
Ki bana ilk intiharımı sorduklarında, adını fısıldayacak olmamın sebebi de bu.
‘Başarısız bir denemeydi’ diyeceğim, ‘ama yılmadım, hâlâ azimliyim!’
Bir yerden başlamak lazım ölmeye.
Belki seve seve,
Belki de öylesine…
ATTİLA İLHAN

23 Mart 2012 Cuma

barışalım artık!

  

Nasıl oldu? Ben ne yaptım sana ki bu kadar darıldın bana? Beraber geçirdiğimiz bunca yıldan sonra hala anlamadın mı, ben sensiz yapamam. Dolaşıp dolaşıp gene sana dönüyorum. Sonu gelmez zevkin gerçekten sonunun olmadığını, bedelinin ağır olduğunu bir kez daha anladım. Ki otuz yedi yıllık tecrübe yetmedi, yetmemiş. Üç hafta oldu. Tam üç haftadır üzerine titriyorum. Koştur koştur işten dönüyorum. Hem de nasıl yorgun bir bilsen. Bir türlü gitmek bilmeyen kış? Diğer yanda yılmadan, aradan dereden sıyrılıp ‘’ cööö’’ diyen bahar. Çarptı mı, çarpacak mı belli değil. Anlayacağın depresif halimle bahar çarpmışlığım içimde bir kavga ki sorma gitsin. İşte bu haller içindeyken, işten dönmüş yorgunken, sofra kurulmuş beni bekliyorken ben ne yapıyorum? Üzerimi değiştirip geliyorum yanına. İlk yirmi beş dakika her şey yolunda gibi. Sonra soluk aldığım yer, yer değiştirmeye başlıyor, dilim dışarı çıkıyor, gözüm zaman göstergesinde kilitleniyor, aklım sofradan yanıma gelemiyor... Peki ya sen ne yapıyorsun?  Sesini yükseltiyorsun. Adeta yüzüme yüzüme ‘’ Seni hain! Dur bu kadar kolay değil. Aylardır yüzüme bakmıyorsun. Ödeteceğim bedelini.’’ diye haykırıyorsun. Aslında dile gelip, söylesen senin için de benim için de daha kolay olacak. Rahatlayacaksın. Bak ben dile geliyor, itiraf ediyorum. Çok pişmanım. Keşke olmasaydı bu ayrılık. Söz vermeye korkuyorum, bir kez daha sözümü tutamamaktan korktuğumdan ötürü. Ama şunun sözünü veriyorum. Bir daha üzerine katlanan çamaşırların koymayacağım. Arada muhakkak yanına gelip halini hatırını soracağım koşu bandım. Ayrıca ben yürürken Oğuz’un sana yapmış olduğu tüm işkenceye, dimdik ayakta kalmak için motorunun son damlasına kadar savaştığın için sana minnettar olduğumu da söylemeden edemeyeceğim. Şu ölümlü dünyada bugün var, yarın yokuz, yetmedi mi bu dargınlık koşu bandı? Hadi yolladığım zeytin dalını kabul et de barışalım. Ne dersin?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

21 Mart 2012 Çarşamba

APTAL



  Para biriktirmek yerine insan biriktirmeyi tercih etmiş olan, ağzına değil aklına geleni söyleyen, 52 yıldır tiyatro yapan, oyuncu yetiştiren, eğitimler veren, cebinde hikâyeler biriktiren bir ustayı, Müjdat Gezen’i sahnede bir kez daha izlemiş olmanın hazzıyla uykuya geçiyorum bu gece.

  Bu güne kadar kendisine açılan davalardan yola çıkarak yazdığı oyunun adı; ‘’Aptal’’. Ve vurucu cümlesi de; ‘’ Haklı olmak istiyorsan aptal olacaksın. Çünkü güzellik, şöhret, servet geçicidir. Oysa aptallık kalıcıdır.’’ Oyundaki aptalın kendisi olduğunu söyleyerek başladı anlatmaya. O anlattı bizler dinledik. O anlattı biz güldük belki de ağlanacak halimize. O anlattı eller birleşti. Sonra dedi ki ‘’Şimdi gülme vaktidir. Osurulup osurulup ipe dizenlerin foyaları meydana çıkmaya başlamıştır. Şimdi gülme vaktidir.’’

  Sahnede ki vedasından az önce ise;

Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç
cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
avunmak istemeyiz, böyle bir teselli ile
geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece
guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
ya aşk içinde harab ol ye şevk içinde gönül
ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül
ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç. (Yahya Kemal BEYATLI) dedi.

  Ilımlı olan bir yığın şeyin ılımlı ılımlı hayatımızı sardığı bu yıllarda, Silivri nüfusu gittikçe artmaya başlamışken,  Müjdat Gezen’in yürek isteyecek bir cesaretle sahneye koyduğu oyununu yolunuz düşerde izlerseniz ve benim gibi bu ülkede zaman zaman çok yalnız hissediyor olanlardan iseniz size de iyi gelebilir.

  Ayyy oyunun reklamı gibi oldu.  Neyse ister gidin, ister gitmeyi, ister banane – sanane deyin, sayfa benim değil mi? Evet, benim. O halde diyorum ki; izledik, beğendik. O kadar!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

19 Mart 2012 Pazartesi

gerçeklerin karşısında ...

 



  Bir kez daha izleyebilir miyim? Hiç sanmıyorum. Zaten filmi izlerken akıttığım gözyaşları, iç çekiş,  '' Aman tanrım '' nidalarımı duyan kızım Elif o kadar üzüldü ki halime, tekrar izlemeye niyetlendiğimi duysa ilk o karşı çıkar. Filmi bana öneren Serkant Abimin dediği gibi '' Bir insanlık dersi.'' Uğruna mücadele ettiğimiz her ne olursa olsun hepsi için, herkes için bir pencere açılmış. Yüreği olan bakar. Sizin için seçtiklerim: 

Çocukluk, insanın boğazına oturan yumru gibidir. Kolay kolay yutulmaz.


Beni, tabuta koymadan dua etmeden ve çıplak bir şekilde dünyaya sırtımı çevirmiş, yüzüm toprağa bakar vaziyette defnedin. Ne bir mezar taşı ne de ismimin bir yere yazılmasını istiyorum. Sözünü yerine getiremeyenlerin mezar taşı olmaz. Vasiyetimi yerine getirdiğinizde suskunluğumu bozmuş, sözümü tutmuş olacağım. İşte o zaman, mezarıma taş koyup güneşe bakacak şekilde adımı yazabilirsiniz.


Bir artı bir, bir eder mi?


 Yakında sessizliğe gömüleceksin. Biliyorum. Çünkü gerçeklerin karşısında herkesin susması gerekir.


Hikayeniz nerede başlıyor? Doğduğunuzda mı? Öyle olsaydı korku dolu olurdu. Babanız doğduğunda mı? Öyle olsaydı aşk dolu olurdu. Bence hikayeniz öfkeyi unutmak üzere verilmiş bir sözle başlıyor. Ben öfkemi unuttum. Nihayet kollarıma alıp ninnilerle uyutabilirim sizi.


 İyi seyirler...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

16 Mart 2012 Cuma

UYKUM VAR BABA ...

   Babam; gözümdeki yaşa, bam telimdeki titremeye, saçımın teline kıyamayan babam. Sarardı, soldu yapraklarım. Gel otur babacığım. Gel oturdu da doruklarıma yağan karlarım erisin, sararan yapraklarım yeşersin.  Nasıl kıydılar, nasıl parçaladılar yeşerttiğin nelerim varsa baba.

  Soluk abajur ışığını altında uzanmış, seni düşünüyorum baba. Bunca yılgın, yorgunken neden aklımdasın?  Neden sen? Annem rüyalarımdan bile uzaklara kaçmış. Hiç görmüyorum onu. Annem gittikten sonra alt dudağını kıvırıp; ” Bilmiyorum ki, anlayamıyorum kızım” deyişin gözümün önünde. Anlamaya çalışmaktan o kadar mı yorulmuştun ki; vazgeçtin. Sen de gittin.

   Sen gittin, önce halamın salonunda yere serdiği şiltede ufacık kaldım uzun gecelerde. O kadar küçüldüm ki sığdıramadı halam beni o şilteye. Büyümem için yetimhaneye bıraktı beni. Sonraları yatakhanede yattığım ranzanın üst katında, soğuk caddelerde hep küçücük kaldım ben. Ben küçüldüm ya yalnızlığım büyüdü baba. Yuttu beni o kocaman yalnızlığım. Ama bitti artık. Geliyorum yanına, elini tutacağım. Gideceğiz ya denizlere büyüyeceğim ben. Bu defa yalnızlığım küçülecek, yok olacak.

   Bana masallar anlat baba. Uykum geldi, bana masallar anlat. İçinde tüm oyunlarım, çocukluğum, sen ol, biz olalım. Nasıl baş edeceğim bunca insanlığımla bilemedim. Affetme, affedilme isteği var içimde çokça. Çokça gözyaşı var içimde. Diner mi, affolur, affedilir mi masallarla baba? İnsan olman sayesinde bu halde oluşum. Anlatsaydın, öğretseydin keşke; kırar, acıtırlar deseydin keşke. Öteye koyar, kötü de bakarlar deseydin keşke. Neden haklı çıktılar? Büyüdükçe kirlenecek dünya dediler. Kirlendi. Kayboldum baba bunca kirlenmişlikle. Sakın bırakma ellerimi. Sakın bırakma. Ne kadar kaybolsam da ara, bul beni. Sayende gene çocuk olabileyim. Dolu dolu gözlerinle bakarsan çocuk olabilirim tekrar belki.

   Uykum var baba. Ama korkmuyorum rüyalarımda kaybolmaktan. Sakın bırakma ellerimi. Yağmur yağdır üzerime. Denizlere götür beni. Hani içine yaptığın iyilikleri attığın deniz var ya, oraya o denizlere götür beni. Usul usul sokayım ayaklarımı sulara. Önce ayaklarımda hissedeceğim serinlikle ürpersin tüm vücudum. Öyle bir ürpereyim ki can suyu dolsun bütün dallarıma. Öyle bir ürpereyim ki; açılmış yaralarım yansın tuzlu suyla. Solan benzime renk gelsin.

   Gözlerimi açamıyorum. Martıların sesleri geliyor uzaklardan. Duymuyor musunuz? Deniz yakın olmalı. Duyuyor musun baba?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Mart 2012 Çarşamba

Duyduk duymadık demeyin!

  


  Duyduk duymadık demeyin!


  Duyanlar duymayanlara söylesinler!


   Hani şu milli çizgi filmimiz ''Pepee'' var ya... İşte o çizgi filmin sinema filmi çıkacakmış. Hem de üç boyutlu. Tek boyutlusuna tahammül edemeyen benim ve benim gibiler için nasıl önemli bir haber değil mi? Şükür ki Oğuz seyretmeyi bırakalı uzun zaman oldu.

   Bu arada öğrendim ki; '' Pepe'' Anadolu’da konuşma zorluğu çeken kişiler için kullanılır, Pepe Ali - Pepe Mehmet denilirmiş. Karakterin yaratıcısı Ayşe Hanım ve ekibi lakabın sonuna bir -e daha ekleyerek '' Pepee '' adını bulmuşlar. Bakın aklıma ne geldi;  çizgi filmi ekranda görür görmez can havliyle, kanalı değiştirebilmek için kumandayı bulana kadar dilimin tutulması bundan olamaz mı? Sesini duyduğumda '' Pepe '' olup kalakalıyorum. Hele o halay çekişleri, türkü söyleyişleri falan yok mu; tüm kültürel geçmişimizden soğuyorum.

   Desenize keşke yalnızca çizgi filmler karşısında pepe olup, konuşmakta zorlansak!  Gerçi biz bu evreyi atlatmışız. Ki şimdi Yüce Google a sordum biz ‘’Demans ‘’ olmuşuz. Demans belirtileri nedir? ( miş )

1) Unutkanlık: demanslı kişiler esas olarak yakın zamanda gerçekleşen olayları, biraz önce ne söylendiğini, ne yapmak üzere olduklarını unuturlar.

2) Oryantasyon sorunları: demanslı bir kişi kolaylıkla yolunu kaybeder.

3) Plan yapma ve ileriyi düşünme zorluğu.

4) Düşünme bozuklukları: demanslı kişiler konuşma güçlükleri ve hesap yapma güçlükleri yaşarlar.  

5) Değişen karakter özellikleri: davranış bozuklukları görülür. Demanslı kişiler ajitedir, çoğu zaman geceleri huzursuz, bazen kuşkucu ya da saldırgandır.

Sizce de belirtilerin çoğunu taşımıyor muyuz toplumca?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

12 Mart 2012 Pazartesi

PİÇ



Sayfalar arasında bir yerde de yazdığı gibi; her sayfası dikenli tel gibi olan bir kitap. Okurken kendime, düzene, anlayamadıklarım anlayabildiklerime küfürler ettiğim. Çocuk masumiyetini hatırlayıp gözyaşı döktüğüm. Çocukları büyüdüklerinde bekleyenleri düşünüp korktuğum. Bilinmezliklerde anlamını kaybetmiş kelimelere anlamlar arayıp bulduğum. Kurgudaki kahramanlarla birlikte bira ve ter kokusu içinde uyuduğum. Onlar içtikçe sarhoş olduğum. Çaresizlik içinde kıvrandığım, her sayfası dikenli tel gibi, adı PİÇ olan kitap. Tabi ki Hakan Günday’dan.


   

   Çokça çaresizlik, yetersizlik hisseden anne babaları düşündüğüm bu günlerde kitabı okurken hissettiklerim tam olarak bunlardı işte. Dokunuşu, sözleri, dua ve umutları duvara toslayan anne babaları…

    Ben üzerimde bıraktığı etkiyi hafifletecek yeni bir kitaba başladım bile. Fakat 'PİÇ' i kitaplığımın raflarında alacağı yere kaldırmadan önce sizler için birkaç alıntı:

İnsanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır. Ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekânın katili ve kurbanı olan insan, intihar etmeyi utanç verici bulmuştur. Ölümsüzlüğün, hayatta kalmaktan geçtiğini öğrendiği için varlığında yamanamaz delikler açarak kendine tecavüz etmeyi öğrenmiştir. Böylece insanlığın unutamayacağı ve tanık olabileceği en korkunç gösteri başlamıştır. Kendisini hamile bırakan insan kendisini doğurmuştur ve bir tecavüz bebeği olarak atasının bıraktığı yerden ihaneti devralmıştır.

İnsanın kendine çektirdiği acıya azap denir. Teknik adı vicdan azabıdır. Bugüne kadar binlerce hayalet hikâyesi duymuşsunuzdur. İşte bunların başlangıcı da bu vicdan azabıdır. Dünya üzerinde hayalet gördüğünü iddia eden ilk insan, yaşarken canını yaktığı dostunu öldürdükten sonra o kadar düşünmüş ve kendine o kadar çok kızmıştır ki, yıllardır tanıdığı bir yüzü, bedeni evinin odalarında uçuşurken görmeye başlamıştır. Oysa hayalet dediğin şey, yaşarken kazık attığın insanlar öldükten sonra duyduğun vicdan azabının sana oynadığı bir tiyatrodur. Vicdan azabı öyle bir hikâyedir ki, aynı hayaletler gibi adamı korkudan öldürür. ( sayfa 120 )

  Taksim ne demek? Paylaştırmak, dağıtmak demek. İşte burada, İstanbul'da yaşayan insanların taksim edildiği yerdir. İnsanlar bu meydandan sokaklara, semtlere, caddelere dağıtılırlar. Ayrıca burada sürekli bir pay alma  durumu da söz konusudur. Yani İstanbul'dan payına düşeni Taksim'de alırsın. Çünkü burada zevk, insan, uyuşturucu, kan, aşk, acı, akla gelen her şey taksim edilir. Hak edilen payların alındığı yer burasıdır. Tabii yapılan taksim bazen adaletli olmayabilir. Ama zaten meydanın adı sadece Taksim'dir. Adil Taksim meydanı değil.( sayfa 150 ) 

10 Mart 2012 Cumartesi

9 Mart 2012 Cuma

TEMBELLİK HAKKI

Onları görür görmez tanıdım.

Benim eski hastalığıma tutul­muşlardı.

Bir tüberkülozlu bir diğerini nasıl öksürüğünden tanırsa, ben de onları cep telefonlarının sesinden teşhis ettim. Bacaklarında uzun şort, başların­da hasır şapka, ayaklarında şıpıdık terlik, ellerinde cep telefonuyla geldikleri kum­salın her köşesinde cırcır böcekleri gibi arsız ötüp duruyorlardı. "Cırrr" sesini du­yar duymaz telaşla fırlayıp avuçlarındaki kumları silkeliyor, sonra da yüzlerini deni­ze verip koca göbeklerini ovuştura ovuş­tura uzun uzun konuşuyorlardı. Ardından telefonu eşler devralıyor, arada çocuklarını çağırıp "Gel yavrum anneannen bayra­mını kutlayacak." davetiyle emaneti aile­nin en küçüğüne devrediyorlardı.

Büroyu tatil etmemiş, sırtlayıp getir­mişlerdi adeta...

Evlerinde internet bağlantılı dizüstü bilgisayarları, bütün kanalları çeken uy­du antenleri, "ne olur ne olmaz" diye yanlarına aldıkları takım elbiseleri de ol­duğundan emindim.

Emindim; çünkü bir süre öncesine ka­dar ben de onlardan biriydim.

En güzel tatil sabahlarına, günün gaze­telerini alabileceğim bir bayi aramakla başlar, bulamazsam konu komşuya sırnaşırdım.

İşkoliktim. Çalışmadığım her dakika kendimi kötü hissediyordum. Denize dalsam yazı konusu çıkarıyor, bir müze gezsem belgesel kokusu alıyor, kumsal­da güzel bir kadın görsem tv kadrajına oturtmaya çalışıyordum. Kulağım her daim telefondaydı. Diz üstü bilgisayarım şımarık bir çocuk gibi dizimden inmezdi.

Geceleri insanlar sahilleri gezerdi, ben TV kanallarını...

* * *


Sonra tedavi oldum.

"Tembel hakları evrensel beyanname­sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te­mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.

Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.

O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır­mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya­nıtlamak...

Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu.

Orhan Veli'yi evkaftaki memuriyetin­den eden havalarla iyileştim.

Bir nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali?" sorularıyla memleketi ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olma­nın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip bahar­la kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim. Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.

İşte bunu öğrendiğim için tatilde eski hastalığımın pençesinde can çekişenleri görünce yanlarına gitmek, cep telefonlarını anteninden tuttuğum gibi denize at­mak ve sonra onları şaşkın bakan gözle­rinden öperek, "Üzülme yavrucuğum" demek istedim, "İyileşeceksin. Gör bak, onlarsız kendini daha iyi hissedeceksin."

* * *


Yazıya, tembellerce "Düzeltilmiş" bir La Fontaine masalıyla son verelim:

Karınca yine deli gibi çalışmış o yaz; dere tepe gezip kış için yiyecek depolamış. Ağustos böceği ise yine dalgasını geçip şarkılar söyleyerek çiçek çiçek ge­zip eğlenceye vurmuş kendini... Sonra kış gelmiş. Karınca tam biriktirdiklerini yemeye koyulmuş ki kapı çalmış: İki dir­hem bir çekirdek Ağustos böceği... ba­şında şapka, elinde bavul... "Hayrola" di­ye sormuş karınca... "Paris'e tatile gidi­yorum, bir isteğin var mı?" diye sormuş bizimki... Karınca öfkeyle, 'Tek bir ricam var" demiş, "Söyle o La Fontaine denen madrabaza, bir daha öyle poposundan masal uydurmasın..."

CAN DÜNDAR

8 Mart 2012 Perşembe

DİNLEMECE






 


Dallarımda yapraklarım pıtırcıklandı. Yüreğimde bir kıpırtı. Gördüğüm her şeyin rengi değişiyor. Her bahar olduğu gibi güzel bir uyanış yaşıyorum. Kışın ağırlığı üzerlerinden kalktıktan sonra tazelenen, yenilenen yüreklerde yaşanacak aşkların heyecanı var içimde çokça. İşte dün gece de uykuya böyle güzel duygularla dalarken ve kardeşimi bunca özlemişken bu şarkı getirdi tebessümü dudaklarıma. Dedim ki belki sizlerede iyi gelir güneşli günde. İşiniz rast gitsin. Sevgiler...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Mart 2012 Salı

çok gördüler





   Kapayın çenenizi. Tıkayın kulaklarınızı. Gözleri boşverin nasıl olsa görseniz bile konuşamazsınız. Siz en iyisi beyni toptan çıkarıp atın. Önünüze konan her ne ise - gık- demeden kabul edin. Eğer sözümüzü dinlemezseniz başınıza geleceklerden biz sorumlu değiliz. İşte bu kadar arkadaşlar, yapmamız gereken bu kadar basit. Susmak.

  Eminim çoğunuz duymuşsunuzdur RTÜK tarafından Okan Bayülgen’e verilen cezayı. İki hafta ekrana çıkmamakla cezalandırıldı Okan Bayülgen. Bugüne kadar verilmiş en ağır ceza. Neden? Yayın sırasında kullandığı bir kelime yüzünden. Kelime ne? FUCK!

   Hafta içi yayınlanan ‘’ Muhabbet Kralı ‘’ adlı programı hiç izlediniz mi, bilmiyorum. Benim izlediğim, izleyebildiğim topu topu birkaç program var bu da onlardan biri. Demagoji, ajitasyon yapılmadan, bilirkişilerin kayda değer şeyler konuştuğu, anlaşılabilir, belli bir standardı tutturmuş neredeyse tek program. Bunların yanında Okanın zeki, kimsenin önünde ceketini iliklemez, nabza göre şerbet vermez, bildiğini okur, sözünü sakınmaz tavrı ise bence saygı duyulacak cinsten. Bugüne kadar konuklarına ve arayanlarına Okan kadar değerlerince davrananını görmedim. Herkese hak ettiği gibi! Hak ettiği kadar!

  Tabi RTÜK’ün vermiş olduğu bu cezanın altında yatan asıl sebep FUCK değil. Olamaz. Şayet bu olsaydı:

  Beyni bilmem nerelerine kaçmış insanların karı - koca aradıkları evlendirme programlarına,

   Tüm çapraşık ilişkilerin konu edildiği dizilere,

   Kadınların ya da erkeklerin yerin dibine sokuldukları tüm yayınlayanlara,

   Neredeyse insan haklarını ihlal eden haber programlarına,

   Her türlü tacizin yapıldığı reklamlara,

   Şiddeti, küfürü, sapkınlığı çocukların önüne seren çizgi filmlere,

   Döne döne aynı şeylerin konuşulduğu programlara yasaklama getirirdi. Ama bizde her şey olduğu gibi bu da tersine işledi. Sebebi ise aba altından sopa göstermek. Korkutmak. Susturmak. Kocaman bir korku toplumu yaratmak. Sustukça sıra bize de gelecek, az kaldı derken sosyal medya patladı. RTÜK’ü kınama, Okan’a destek mesajları, kampanyaları hız kesmedi. Bizim gibi düşünmeyenleri dinleyebilmeyi ne zaman başarabileceğiz? Dinlemek istemiyorsak en azından yalnızca kulaklarımız tıkamayı. Kanal değiştirmeyi. Farklı çıkan sesleri susturmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Gerçi mahallelerde, iş yerlerinde, okullarda, evlerde bile birbirimize bu şekilde davranıyor olduktan sonra! Şimdi düşündüm de belki zaman içinde bu hale geldik - getirildik? Birbirimize eskiden de bu kadar yabancı mıydık? Bu kadar korkuyor muyduk her şey - herkesten?

   Bilemiyorum arkadaşlar nereye varacak bu işin sonu. Ece Temelkuran’ın, Bayülgen’in programında söylediği, söyler söylemez stüdyoda duyulan sinyal sesiyle reklama girildiği  ‘’ Faşizm o kadar sinsi sinsi ilerler ki gelene kadar farkına varmazsınız. - Yok ya o kadar olmaz. O kadarı yapılamaz.- der durursunuz. Sonra bir sabah uyanırsınız ki…’’ söylemi aklıma çok sık geliyor.

    Ne diyeyim işte uzun yıllar sonra bir muhabbetimiz olmuştu onu da çok görüp …

                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

4 Mart 2012 Pazar

KUMBARAYA ATILAN BİR GÜN DAHA



   Dün hava puslu. Bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur. Penceremin perdesini açıp oturdum masamın başına. Yağan yağmurun davetini kabul ettim. O anlattı ben dinledim. Duyduklarımı yazdım masada duran kâğıda. Bir adam gitti. Ardından ağladı kadın. Pişman oldu adam ama dönemedi. Adam dönsün istedi kadın ama –dön- diyemedi. İşte kadın ve adamı yağmur anlatıyor ben yazıyorken Erdo eve geldi. Dilinin ucunda anlatmak istediği bir dünya kalabalıkla beraber. Baktık ki konuşarak dağılmayacak kalabalık biz de yola vuralım kendimizi dedik. Dedik ki; asfalt ağlasın. ( İnanın anlamı hakkında net bilgim yok. )

   Yol boyunca Microsoft’un işe alacağı adaylara mülakatlarda sorduğu soruları okudum. Okuduktan sonra çözümü için kendimi yormamın anlamsız olduğuna karar verdim. Ve kesinlikle kafa yormadan direk cevaplarını okudum. İlk iki soruda eğlendik. Beşinciye geldiğimizde ise ‘’ Ya allah aşkına Özgür kafam yerinde değil zaten. Boş ver gitsin şu paradoks gibi soruları. Ben olmuşum paradoksun babası zaten.’’ dedi. Oysa kendimi geri zekâlı hissetmeme sebep olan bu faaliyeti yaparken tek amacım onun kafasını dağıtmasına yardımcı olabilmekti. Kişiye özel çözümler yetersiz... Anlayacağınız gene elimde patladı.

   Neyse tüm bunlar olurken bir yandan şehre gelmiş, balık yemeye karar vermiş, kafayı sokacak mekân arıyoruz. Sağa yanaşalım da yolun diğer tarafındaki yere bi bakalım diyorduk ki; birden kendimizi, yanaştığımız kaldırımın dibindeki balıkçının masalarından birinde buluverdik. Cumartesi akşamı, rezervasyon yok. Buna rağmen yer bulduk, siparişi bekletilmeden - hemen verdik. Nasıl mı? Erdo’dan aldığım cevaptan sonra içime içime fısıldayarak ‘’ Hadi be! Bu da olmadı. En azından keyifli yemek yiyebileceğimiz bir yer bulabilsek.’’ diye dilemiştim. Birileri duymuş olsa gerek diye düşünüyorum. Daha doğrusu, böyle olduğuna inanmak iyi hissettiriyor.

    

   Hisleri bir kenara koyalım. Gelelim mekâna; adı Kavak Balıkçısı. Tertemiz, küçük bir yer. Mezeler harika, servis sakin – hızlı, konuştuğunu duyabiliyor, karşındakini görebiliyorsun. Kızarmış ekmeklerle salataya daldık. Kafalarımızdaki kalabalığımız ise kadehte eriyen buzlarla birlikte dağıldılar. Evlerine gittiler. En azından dün gece için. Balıklara eşlik eden güzel sohbetin üzerine bir de dondurmalı irmik helvası yedik. O da yetmedi balıkçılarda korkulanın aksine makul bir hesap ödedik. Öyle keyiflendim öyle keyiflendim ki; Cuma akşamı düşünme yeteneğimi kaybedercesine gülebilmek beklentisiyle gidip, yarısında hayal kırıklığıyla çıktığımız Tolga Çevik’in son filminin acısını bile unuttum.

      Yemek sonrası Tim Sahnesinde İnce Saz’ı dinlerken ve mest olurken ve sanatın bu şekilde mükemmel icra edilişine tanık olurken gene gelmedi değil aklıma Tolga Çevik. Bir kez daha üzüldüm, sinirlendim, anlayamadım. Bir insanın parasını, adını ‘’ Sen Kimsin ‘’ gibi vasat altı bir projeye nasıl yatırabildiğini üstüne bu projeye inanabildiğini anlayamadım. İnce Saz’a eşlik etmek için sahneye çıkan dansçıları görünce ise unuttum. Abicim, Berrak Yedek adında bir dansçı izledik, inanılmazdı. Hani – beden dili – derler ya bu kadının bedeninin bir dili vardı ki izlemeye doyunulmaz. Yüz mimikleri, eli, koluyla, dans ederek enstrüman çaldı adeta. Solistler Dilek Türkan, Bora Ebeoğlu ise orkestrayla birlikte bir müzik ziyafeti yaşattılar, salonun dolduran izleyicilere.

     İşte böyle, Belgin’de görüp kendime de bir tane aldığım kumbarama bir gün daha attım. İçinde güzel anlar olan bir gün. Geçenlerde Jorge Luis Borges’in ‘’ Anlar ‘’ adlı şiirini paylaştım ya sizlerle. O satırlarda yazdığı gibi;

….

Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.

….

Huzurlarınızdan sevgiyle ayrılıyorken hepinize, hepimize iyi pazarlar diliyorum. Esen kalın. Sevgiyle kalın.

                                     ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

1 Mart 2012 Perşembe

BENİM DURUM PEK PARLAK DEĞİL

 



 

Şayet dünya yuvarlaksa, insanlar nasıl ayakta durabiliyorlar? (MIŞ) 

Dünyadan fırlatılan roketler gökyüzünü aşıp uzaya nasıl ulaşıyorlar? (MIŞ)

 Aşk gerçekten var mı? (MIY MIŞ)

Kuş yumurtaları nasıl dölleniyor? Erkek kuşların penisi var mı? ( Bu soru için Belgin’e sevgilerimi yolluyorum. Ki bi kuşun penisinin derdi kaldıydı. Şükürler olsun o da oldu tam olduk ) 

 Mezuniyette topuklu ayakkabı giyebilir miyim?  

 Sivilcelerim ne zaman geçecek? 

 Bunlar Elif'ten... 

  Bebekler annenin karnında nasıl nesef ( nefes ) alabiliyorlar? (MIŞ)


  Bir insan hayatı boyunca durmadan hıçkırabilir mi? (MİŞ)


  Gözümüzde neden çapak oluyor? (MUŞ) 


  İnsanlar ölünce senin dediğin gibi meleklerle gökyüzüne çıkmıyorlar mezara gömülüyorlar mış! Peki, nasıl toprak oluyorlar?


  Köpekbalıklarının kemikleri yoksa nasıl yüzebiliyorlar? Biliyor musun; balıklar gözlerini hiç kapatmıyorlar mış!


  Ablam neden paylaşmayı bilmiyor? (MUŞ)


   Bunlar Oğuz’dan.


Aslında bunlar son bombalar. Peki, ben ne yaptım. Gidip Tübitak’ın yayınlamış olduğu kitaplardan altı tanesini alıp eve geldim. İcatlar, mucitler, dünya nasıl oluştu, bedenimiz falanda falan. Her konu hakkında kitap var da bir tek annelikle ilgili bir kılavuz yok. O abuk sabuk, con con anne tarifi verilen kitaplardan bahsetmiyorum. Gerçek bir kılavuz! Neyse işte evde okumamı bekleyen kitap azdı ya bir de o gün aldıklarım geldi kondular çalışma masamın üzerine.  Önce elimde bir top ( dünya ), girdim Elif’in odasına. Oğuz’un girmesine izin vermedim tabi. Neden mi? Ben anlatırken gelebilecek yeni sorulardan korktuğum için.  Elif, ben odasından çıkarken ‘’ Teşekkür ederim anne.’’ dedi. Gerçekten anlayıp anlamadığını sorup kurcalamaya hiçççç  niyetim olmadığından '' Rica ederim.'' diyerek hemen ayrıldım yanından. 


   Oğuz’a gelince, anlattığım her şeye verdiği  ‘’ Gerçekten mi anne. Çok ilginçmiş.’’ tepkisi karşısında tutup tutup öpmekten kendimi alamadım.  Mütemadiyen her gece, ezberlediği halde yatak duasını sormak, sonra çişinin geldiğini söylemek, sonra üzerini örtmemi rica etmek  ( en az 2 kere tekrarlanıyor ), sonra başucunda olmasına rağmen su istemek gibi bir dünya bahaneyle yanıma her gelişinde olduğu gibi, içimde şükür nidalarıyla tutup tutup öptüm.

    Peki bu yaşananlar karşısında bana ne demek düşer? Kendim ettim kendim buldum. Sen zamanında az soru sorsun, çabuk sussunlar diye ‘’ Tamam. Anneler her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeyi yapabilir. Konu kapandı.’’ der, kapatırsan çocukların ağzını olacağı bu işte. Ne joker, ne telefon hakkı. Kafalar net sorularla dolup, diller uzayınca kalırsın işte ahanda böyle.  Bir de eğitim sistemini bölük pörçük etmeye çalışıyorlar. Ulan biz okuduk okuduk hala okumaya devam ediyoruz. Arkadan gelen neslin hali ise bu. Çocuklar bu kadar meraklı, akıllı olup, dünya bir tuş uzakta olunca bazı adamlar korktular sanırım. Önce tuşları kilitlediler, şimdi eve kapatmaya çalışıyorlar. İstiyor olmalılar ki yeni bir koyun sürüsü halk daha gelsin, otursun ayacıklarının dibinde. Ama avuçlarını yalarlar. Bu çocuklarda hiç o göz yok. Ne o çocuklar da ne de biz annelerde.

   Gerçi benim durum pek parlak değil arkadaşlar. ( Az önce Belgin’le yazışırken söyledim de güldü bana.) Şu an ekran karşısında oturuyorum. Kulağımda kulaklıklar. Fakat çalan hiçbir şey yok. Takribi iki saattir hiçbir şey çalmıyor. Benim kablonun ucunu, hafızasında kayıtlı müzik olan herhangi başka bir alete sokmayı bırakın, kulaklıkları çıkartmaya bile mecalim yok. Kafamda ki sorular ise:

Makyajımı çıkartmadan yatarsam bişi olur mu? Yatakta değilde şu koltukta uyusam olur mu? Televizyonda yayınlanan ve bana saçma sapan gelen diziyi izleyen bir de üstüne gülenler var mıdır? Canım son bir sigara içmek istiyor! Sabah altı da uyanabilecek miyim? Annemler kararlaştırdığımız saatte gelebilecekler mi? Trafik nasıl olacak acaba?....................................................................................................?

Şu saatte durumum bu. Sizce sabah durumumda değişiklik olacak mı? Bence hayır. Hadi size iyi günler!

                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL