30 Ocak 2012 Pazartesi

TADİLAT DOLAYISIYLA KAPALIYIZ


1, 2, 3, tıppppp! Dinlenecek, söylenecek sözler, anlatılan, anlatılacak olanlar sussun. Mutluluk – mutsuzluk, ihanet – sadakat, ağlamak – gülmek, gitmek – gelmek hepsi, her şey dursun biraz. Tebessümünde huzur olan dudaklardan yanağa konulan bir öpücük kalsın yalnızca. Bir tek öpücük.


Gölgesinde, dalında, yaprağında, çiçeğinde, dört mevsiminde olmak istediğim ağacın gövdesine sıkıca sarılmışım. Öyle bir rüzgâr esiyor ki nefessiz bırakan cinsinden. Saçlarım uçuşup duruyor, gözlerimi açamıyorum. Etrafımda olup biten her şey o rüzgârla beraber üzerimden geçiyor gibi. Bense ağacın gövdesine sarılmış öylece durmaktan başka bir şey yapmıyor, yapamıyorum.


 Yapmak istediklerimi arada derede yapmaktan kaynaklı yarım kalmışlık hissi ise cabacı. Bir de yapmak istediklerimin arasına, tam anlamıyla vakit ayıramadığım zaman  sonuçları vicdani boyutta olan yenileri de eklendi, süper oldum. Ve nihayetinde bir süre hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Duracağım. Ruhani mi, duygusal mı, psikolojik mi ne derseniz deyin yüreğimle, karar merkezimle alakalı tüm giriş – çıkışlar bir süre kapalı. Tadilat dolayısıyla kapalıyım.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Ocak 2012 Cuma

Hiç kalana kadar



Boşlukta uçuşup duruyor kelimeler. Uzanıp birini yakalamak istiyorum. Bir türlü başaramıyorum. Dönüp duruyorlar. Kulaklarımda uğultuya dönüşen seslerini duyuyorum. ‘’ Yeter susun! ‘’ diye bağırıyorum, sesim çıkmıyor. Bir kâbusun tam ortasında olmalıyım diye geçiyor aklımdan.

    Yalnızca güzel, sevgi dolu olanlarını istiyorum. Güvenle sarıp sarmalayanlarını. Öfke saçan, paramparça edenlerini değil. Hiç sevmedim ben yürekte biriktirilip, kök salmalarına, dallanıp budaklanmalarına izin verilmiş öfke sözlerini. Dilden dökülürken kapatırım kulaklarımı. Sağır olup öylece bakmak isterim. Gerçi o yüzler görülesi de olmazlar ya.

    Ne kadar kavga edersem edeyim sevmediğim öfke beni de sarıp sarmalar zaman zaman. Ama izin vermem sonuna kadar, ‘’ Hiç ‘’ kalana kadar içimden çıkmasına. Nasıl, nereden geldiğini bilmediğim bir ayna gelir, duruverir karşımda. Tam burnumun dibinde. Ve aksimi görürüm aynada. Gözleri ben gibi bakmayan, dili ben gibi konuşmayan, elleri ben gibi dokunmayan beni. İşte o an da susar dilim. Öfkemde hızla kaçar bilmediğim, bilmekte istemediğim yerlere. Utanır çünkü. Benden, gerçekliğimden utanır.

NOT: Hazırlığını yaptığım öyküden alıntıdır.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Ocak 2012 Çarşamba

VAY BE!

 


 


    Vay be! Neler dönüyormuş. Bir kez daha tam bir ‘’ salak ‘’ gibi hissediyorum kendimi. Size de olurmu bilmiyorum ama bazen yaşandığına şahit olduğum olaylar karşısında saf saf düşünür, taraflara hak vermeye falan çalışırım. Ucunda kıyısında olmasam da düşünürüm; tek sebebi de tarafların insan, yaşananların insanca olmalarına inancımdır. Ama gün gelir bir yerde okur ya da bambaşka şekline tanık olurum ki işte o an; anlamaktan vazgeçmeyi bırakmak bir yana en çok kendi saflığıma, salaklığıma kızarım. Pazar günü Yavuz Semerci’nin köşesini okuduğumda gene aynısı oldu. Dilimde gene aynı cümle; ‘’ Vay be neler oluyormuş. ‘’

   Bloğumu az çok takip edenleriniz bilirler. Neyi mi? Futbolla tek ilişkimin ve bilgimin Erdo’nun izlediği programlardan kulağıma çalınanlarla sınırlı olduğunu. Televizyon açık kaldığı ve ben kalkıp kapatmaya üşendiğimden şahit olduğum üzere, gece yarılarına kadar ha babam de babam aynı şeyleri, aynı pozisyonları konuştuklarına inanamadığımı. Yorumcuların kullandıkları dil ve üslup karşısında ağzımın açık kaldığını. ( Evlendirme programları halt etmiş.) Falan falan… Ama son dönemde, şike olayları ortaya çıktığından ve Fenerbahçe takımının başkanı hapse atıldığından beri konu hep aynı. Yok, Federasyon küme düşürsün mü – düşürmesin mi, yok kabul ediyor – etmiyor, UEFA onu dedi - bunu dedi, o yalan ben doğru söylüyorumlar.  Avukatlar, gizli görüşenler, ortalığa dökülenler… Susurluk davasına döndü.

    Meğerse tek dert gene ‘’ PARA ‘’ ymış. Güç, haysiyet, dürüstlük, güven, birlik, dayanışma aklıma gelenler, söylesenize bu para daha hangi insanca şeyleri unutturdu bu insanoğluna. Gerçi bu özet oldu işte. Merak edenler devamını da okuyabilirler. Hazır olun tam dedikodu sütunu gibi olacak:

    Fenerbahçe demiş ki: ‘’ Kimse beni korumasın. Eğer şike yaptıysak ligden düşelim. Kuralı değiştirip, bizi suçlu ilan edip ligde tutacaksanız, biz bir alt lige gidecek yolu açarız…’’ 

   Federasyon demiş ki: ‘’ Yok, suçlu olsan da ligden düşmeyi kaldırıyoruz.’’ 

   LİG TV demiş ki: ‘’ … Eğer ligden Fenerbahçe gibi bir ya da birkaç takım düşerse, asla parayı ( 420 milyon dolar ) ödemem… Yetinmem dava açarım.’’

  Federasyon demiş ki: ‘’Sen merak etme LİG TV. Şike yapmış olsalarda hiçbir takım küme düşmeyecek.’’Fenerbahçe demiş ki: ‘’ Hem beni şike yapmakla suçlayacaksınız. Şampiyonluğumu alacaksınız. Hem de ligden düşürmeyerek gelirden olmayacaksınız. Bu ikiyüzlülüktür. Biz bu oyunun içinde değiliz…’’

    Yavuz Semerci yazmış ki: ‘’ Para ile ahlak arasında sıkıştılar ve parayı tercih ettiler. Öyle formül geliştiriyorlar ki, hem takımları ( başta Fenerbahçe olmak üzere ) şike yaptıkları için cezalandıracaklar. FIFA ve UEFA’yı ikna edecekler. Hem de kimse küme düşmeyeceği için LİG TV’den para almaya devam edecekler. Türk futbolu, sportmenliğe, etik değerlere, ahlaka sırtını çevirmiş, paraya teslim olmuştur.    

  Özgür der ki: ‘’ Alem NE? olmuş. Şeref haysiyet yok olmuş. Her şey, din iman para olmuş. Atatük’ün emanetlerinden birine daha ihanet edilmiş. Sen salaklığa devam et ya da etme.’’                                                                                                                      Bu fanatikçe taraftar olanlar da sakın ha vazgeçmesinler, yağmur – çamur demeden maçlara gitmekten. Takımların tek düşündükleri taraftarları çünkü. SORU: Bir yandan dünyada ki her üç teröristten birisinin Türkiye'de olduğunu iddia ederken, Hrant Dink'in katillerinin hiçbir örgüt bağlantısı olmadığına karar verip serbest bırakan diğer yandan Aziz Yıldırım için 132 yıl hapis isteyen yargı sisteminin olduğu güzel ülkemizde bu salaklıklarımın sonu gelir mi sizce? 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

22 Ocak 2012 Pazar

SÖMESTR GELDİ HOŞ GELDİ! LEY LEY

   

      Evet! Sömestr tatili sebebiyle çocukları onbeş gün evde olacak aileler, eller havaya. Gözümüz aydın.

    Sizlerin evlerinde de sükûnet içinde, mutlu yüz ifadesiyle geziniyor mu çocuklarınız. Durum bizde şimdilik bu. Ama ben kanmam. Geleceği,  birkaç gün sonrasını görebiliyorum. Eğer; yeterli sayıda  ( ki yeter derecesini ben bi bilemedim ) çocukların iyi vakit geçirecekleri program yapılmazsa, yüz ifadeleri gün be gün artar biçimde mutsuz bir hal alacak. Geceleri ‘’ İyi geceler ‘’ demeden önce yine aynı yüz ifadeleriyle sorulan ‘’ Yarın ne yapacağız anneeee!’’ sorusu kâbusumuz olacak. Çalışıyor olanlarımızın iş yerlerine taciz edici, ‘’ Kaçta geleceksin? ‘’ ile başlayan telefonlar gelmeye başlayacak. Bu zaman zarfında  ‘’ sömestr tatili ‘’ serisinin bilmem kaçıncısını yaşıyor olan biz anneler başlayacağız okulların açılacağı gün için şafak saymaya.

    Elif’in sömestr tatili; kalabalık bir grup olarak yapmış olduğumuz program doğrultusunda, iki gün erken başladı. Eve dün döndük. Hem de; samimiyetleri, güler yüzleri, saatler boyu ettiğimiz sohbetlerde paylaştığımız  ‘’ aşina duygular ‘’ıyla hayatımıza giren yeni dostlarla çoğalmış olarak döndük.  Tüm bunların üstüne  geceyi;  ebeveynlerinin de bizim arkadaşlarımız olduğu yakın arkadaşıyla geçirdi. Biz çay & film keyfi yaparken, avaz avaz Elif’in odasında kudurdular. Şimdilik keyfine diyecek yok. Anlayacağınız çarşamba gününden beri her şey yolunda.

   Derken; uyumadan önce odasına girdim. Sebep; hem ‘’ İyi uykular ‘’ dilemek hem de cep telefonunu istemek ( en azından geceleri ). İşte bizim gerçek tatilimiz o an Elif’in ağzından çıkan  ‘’ Tatilde de mi anne? ‘’  cümlesiyle başladı. Gerçi; sanıyorum bu bize, Elif’in yaş grubunda çocukları olanlara has bir durum. Yani; on üç yaş. Yani; sekizinci sınıf. Ve yine yani; mükemmel işleyen Milli Eğitim Kurumumuzun yapmış olduğu dördüncü değişikle son halini almış olan yönetmelik uyarınca, dönem sonunda SBS sınavına girecek çocuklulara has bir durum. Bundan sonra ki yıllarda nasıl değişiklikler olur Allah Kerim ( Milli Eğitim Kerim )… Neyse işte karne süper ya; yılsonunda girilecek olan ‘’ saçma sapan ‘’ ( aman bizimki duymasın ) SBS sınavı gerçeği tamamen unutuldu. On beş gün boyunca;

 Bir ellerinde telefon / Diğer ellerinde müzik çalar / Karşılarında televizyon olsa / Bu arada adresi zaten sürekli kaybediyor olan akıl iyice uçup gitse ne olmuş ki?

    Al sana yeni bir ” arada kalma durumu ” daha: Onları neden tamamen kendi hallerine bırakmıyor, bırakamıyoruz? Bırakalım da canları ne istiyorsa yapsınlar. Buna hiçbir şey yapmamakta dahil. Peki neden yapamıyoruz? ‘’ Bir elimde cımbız / Bir elimde ayna / Umurumda mı dünya ‘’ diyemiyor olmanın acısını çocuktan çıkartmak isteyen bilinçaltımızın oyununa mı geliyoruz? Yoksa; çocuklarımızın yaşadıkları şeyler sonucunda ( başarı - başarısızlık, mutluluk - mutsuzluk vb. ) hissettiklerinin misli fazlasını hissediyor olmamızdan mı? Gerçi bilinçaltı dediğimiz dehlizin içinde onlarca sebep daha gizli olabilir fakat yazının hedeflediği duygu bu değil. Günün pazar, yarının iş günü olmasının da eklersek; bu günlük dehlizlerde kaybolmanın alemi yok. Arada kalma durumuna gelince; bende ki durum kesinlikle ikincisi. Mutsuz olmasını istemiyor olmam. Çünkü normal şartlarda ‘’ Bir daha mı bu yaşta olacaklar? Canları ne, nasıl istiyorsa onu yapsınlar.’’ Derim. Ama gel gör ki ‘’ Sistem? ’’

    İşte durum böyle sevgili blog okuyucuları. Aynı durumda olanlar için paylaşılan bir ” aşina duygu ” daha. Tahmin ediyorum ki; üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşıyoruzdur. Hepimize kolay gelsin. Ağzımızın tadı bozulmasın. Hepimize, hatıralarımızda yaşayacağımız güzelliklerle yer alacak, eğlenceli bir sömestr tatili dileyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Gerçi öncesinde kendim için uyku, yayılıp kaykılabilme özgürlüğüyle dolu bir pazar günü diliyorum. Derken aşağıdan sesleniyorlar işte: '' Özgürrrr hadi gelmiyor musun?'' diye. Ne özgürlük ama!

                                         ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

19 Ocak 2012 Perşembe

Ruhumuzla Buluşmak ( Can DÜNDAR )

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.

Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “

Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetismesini bekledik...”

Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve “niye” ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar’ın yaşlı torunu.

Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki cok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hic kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur. Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?

Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden icimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz. İşte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz... Gerçekte hIz çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe , ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!

Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor. Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; ”yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor.

Telefon hızlılık mesela, konusulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor bana ”Küt” diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler, daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul’da olmak sahiden de cok tatsız. Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalması da cok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler... Dağları bölen, nehirlerle yarışan, köprülerden geçen, agaçları selamlayan, cocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan, yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de.

Uçak değil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrılmaz. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, basarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

 Can DÜNDAR

17 Ocak 2012 Salı

Kar ve Ben ( Cahit Sıtkı Tarancı )



















 

 
Kar ve Ben
I

Esiyor tane tane yine beyaz bir rüzgâr.
Söyleyin hangi kuşun kanatları yolundu?
Yine hangi ağaçtan döküldü bu yapraklar?

Yağan beyaz bir sükût, bir mahşerdir sanki kar!

Bir hicret sevdasıdır ruhumu sardı yine.
Ruhum gibi pervasız yoldaşlar da bulundu.
Ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine;

Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.


II

Semadan yere kadar bütün gördüklerinden
Usanç duyan gözlerim bir şeyde karar kıldı,
Bambeyaz bir güvercin kanadına takıldı.

Ben ne gurup bilirim, ne gece bilirim ben,
Uçuyor gönlüm beyaz bir sükût sevincinde;
Bir kadın gördüm ki ben beyaz güller içinde.

Ruhuma bağışladı bu kadın servetini.
Ne bir yara var artık, ne bir leke ruhumda;
O şimdi rüyasının denizinde bir ada.

Bir sevgili sahibi olmak saadetini
Kim bilir benim kadar... ben et kemik yığını
Duydum beyaz bir nehrin içimde aktığını.
.
Cahit Sıtkı Tarancı

16 Ocak 2012 Pazartesi

KIZ ÇOCUKLARI VE BEYAZ ATLI PRENSLERİ


 


Hayatımız çocukken dinlediğimiz masallarda ki ‘’ Beyaz Atlı Prensleri ‘’ aramakla geçiyor. Genç kızken hayallerimizin erkeği olan bu prensler evlenip çoluk çocuğa karışınca oluyor ‘’ Rüyalarımın Beyaz Atlı Prensi ‘’ Neden mi? Anlatayım:


Farklı iki aileyle şekillenmiş iki ayrı geçmiş, iki ayrı karakter yanımıza hayallerimizi de alıp çıkıyoruz bir yolculuğa. Ki hayaller ortak bir paydada buluşmuyorsa vay halimize. Neyse işte tanımı, amacı kişilere göre değişkenlik gösteren bu yolculuk karşılıklı atılan imzalarla kanun güvencesi altına alınıyor. Adı ‘’ Evlilik ‘’  açılımı ise kısaca kadın ve erkeğin kanun güvencesi altında rahatça sevişebileceği bir kurum oluverir. Buraya kadar prenslik devam eder. Sonra kirlide biriken donlar, çoraplar, gömlekler… Gidilmesi gereken anneler, kayınvalideler… Aaaa bu da nereden çıktı? Prensin atından inip beni kucaklaması gerekiyordu demeye kalmadan prens attan düşer, kel görünür.


Bilmeyiz çünkü bizler kız çocukları olarak masallarda ki prensleri düşlediğimiz vakitte bizim prens adayları önce pipi sonra misket sonra da araba yarışı yapıyorlardır. Anneleri erkek çocuklarının egolarını bir balon gibi şişirir ve o balon bizim elimizde patlar. Aşk sarhoşluğundan, sarhoş olduğumuz bir gecenin sonunda acı kahve içmişçesine birden ayılıveririz elimizde kirlilerle.


Beni sakın yanlış anlamayın evliliğe karşı, erkek düşmanı falan değilim. Yalnızca diyorum ki kız çocuklarımıza masallar anlatırken bu topraklarda büyüyen erkek çocuklarının hamurlarına katılanlardan da az buçuk haber verelim. Çünkü bizimkiler ‘’ Pazardan aldım bir tane eve geldim gene bir tane ‘’ farklı olan bir şey yok. İmzayı attıktan sonra dallarında nar taneleri, inciler bitmiyor bu adamların.


Son yıllarda ‘’ Evliliğinde aradığını bulamadı.’’ Laflarını çokça duyunca aklıma geldi. Beklenti nasıl yüksek demek ki… Ne bekliyordun ki kızım demezler mi? Seni alıp masallar diyarına götüreceğini mi? Ayrıca eminim o masal diyarlarına gittiğini zanneden prenseslerin bile işi kolay değildir.


Özet; kaportalar birbirlerinden farklı olsa da mal hepsinde aynı. Genç kızlar kulaklarını açıp masalları dinleyeceklerine gözlerini açıp annelerinin o kaportanın altından çıkanı nasıl idare ettiğini izlesinler bence. Balatayı tamamen sıyırmış olanlarla yaşamak zorundayız anlamına falan gelmiyor bu kesinlikle. Ayy neyse toparlayamayacağım galiba ve yazı nefret ettiğim ders verme amaçlı olanlar yönüne doğru gidiyor. Bu sebeple burada kesiyorum. Huzurlarınızdan ayrılırken bir özlü sözü de sizlerle paylaşmak istiyorum:


Aşk karşındakinin bulunmaz Hint kumaşı mı hıyar mı olduğunu anlamak arasında gecen zaman ( MIŞ ).


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

13 Ocak 2012 Cuma

İYİKİ DOĞDUM

 Öncelikle bu kendim için yazdığım bir yazıdır. Resmi olarak yolun yarısını devirdiği tescillenen bir kadının ( umarım henüz çeyreğidir ) iyiki doğdum yazısı. Yani gün itibariyle yaşadığım 36 yıl artık geçmişimde kaldı, ‘’ Hey gidi günler ‘’ oldular. Bu sebeple yazı oldukça uzun, sıkıcı gelebilir. Şayet yeterli vaktiniz yok, modunuz uygun değil ya da merak etmiyorsanız bu günlük sayfadan hemen ayrılabilirsiniz. Aranızda bunu megolamanca bulanlarınız da olabilir. Ki bu kesinlikle nasıl baktıklarıyla alakalı olacaktır. Karşınızda doğum günümün yazısı.


    Günlerdir düşündüm ve sonunda gördüm ki ben keşkeleri olmayan şanslı insanlardan değilim. Ama asla ‘’ pişmanlıklarım ‘’ değil paylaşacak olduklarım. Yalnızca ‘’ keşkelerim ‘’. Sonunda tekrar yazacak olduğum üzere daha erken olsaydı iyi olurdular. Fakat olmasaydılar ben ne olurdum-lar. Evet başlıyorum:


   ** Keşke annemi anlayabilmek için çaba göstermeye çok daha önce başlamış olsaydım.


   ** Keşke herkesten önce kendimi sevmem gerektiğinin farkına çok önceleri varabilmiş olsaydım.


   ** Keşke kendime daha iyi davransaydım.


   ** Keşke sırası geldiğinde kendime daha fazla güvenebilseydim.


   **Keşke daha az konuşup daha fazla dinleseydim.


   ** Keşke sırası geldiğinde daha cesur davranabilseydim.


   ** Keşke pembe ya da simsiyah farketmez hiç yalan söylememiş olsaydım.


   ** Keşke yalan söylemem – susmam gerektiği zamanlarda doğruyu söylemek zorunda hissetmeseydim.


    ** Keşke doğum günleri ve yol tariflerini aklımda tutabiliyor olsaydım.


   ** Keşke sevgimi gösterirken daha bonkör davransaydım.


   ** Keşke başım ağrıyor, yorgunum dememiş olsam ve o kadar daha fazla sevişmiş olsaydım.


   ** Keşke çok ama çok daha fazla kitap okumuş olsaydım.


   ** Keşke yazmayı yıllar önce denemiş olsaydım. ( 15 yıl kadar önce )


   ** Keşke imalı sözleri anlayabiliyor olsaydım.


   ** Keşke insanları gözünden tanıyabilenlerden olabilseydim.


   ** Keşke çalışmadığım dönemde daha az temizlik yapıp daha fazla gezseydim.


   ** Keşke saçlarımı yıllar önce bu boyda kestirmiş olsaydım.


   ** Keşke şüphe duyduğum insanlara daha az değer verseydim.


   ** Keşke beklentisiz yaşamayı öğrenebilmenin daha kolay bir yolunu bilseydim.


   ** Keşke telefonda uzun uzun konuşmayı seviyor olsaydım.


   Of bitmiyor. Hem de yalnızca aklıma gelenler bunlar. Bir de haftalarca sürse bu listeleme işi sanırım gün gün, saat saat keşke çıkartırım ben bu hayatımdan. Ama yazarken daha da emin oldum; tüm bunlar iyi ki olmuşlar. Bu yapmış – yapamamış, olmuş – olamamış, başarmış  – başaramamış olduklarım,  kaybedişlerimin hepsi benim. Temelimi sağlamlaştıran yaşanmışlıklarım. Tüm bunlar olmasalardı bugün kendimle bu kadar mutlu yaşıyor olamazdım. Bundan sonra ki yıllarda devam edeceğim galiba bu doğum günü yazılarına. Çok rahatlatıcı, hatırlatıcı oldu. Geçen son bir yılımı düşününce önümüzde ki yıl yapacağım ‘’ Keşke ‘’ listem daha kısa olur diye umut ediyorum. Çünkü bu yıl;


   ** Bana bu kadar iyi geleceğinden, bu kadar çoğalacağımızdan habersiz, yaşadığımız aşina duyguları paylaşabilmek için bu bloğu yazmaya başladım. Gerçekten sıkıntı - üzüntüler paylaştıkça azaldı, mutluluklar ise çoğaldı.


   ** Kendime bonkörce, bol bol zaman ayırdım.


   ** Yolum bir şekilde Murat Gülsoy’la kesişti. Yazar & Eğitmen & Akademisyen olmuş olmanın devleştirebileceği egolardan sıyrılmış, donanımlı, bozulmayacak gibi duran sükûnet içinde, disiplinli, başarılı bir yazar. Okumak & Yazmak hakkında çok şey öğrendim ondan. Şııışt! Benden yazısal anlamda beklentinizi yükseltecek kadar çalışkan bir öğrenci değilim. Ve bu ayrı bir konu, başka zaman yazarım.


   ** Bu kesişen yol var ya işte orada; üç ayrı geçmişten ve yüksek ihtimal üç ayrı gelecekte olacak olan üç kişi girdi hayatıma. Ortak noktaları; hepsi kendi dallarında başarılı, çılgın, cesur ve kendilerine güvenliler. Hele bir tanesi var ki; o yazsın okuyayım – şaşırıp kalayım - öğreneyim, o konuşsun dinleyeyim – güleyim cinsinden.


   ** Uzun yıllardır hayatımda olan ve hiç çıkmayacaklarını sandığım iki kişi ile yollarımız ayrıldı.  Akarken paylaşılan gözyaşları, içerken paylaşılan bir tas çorba, söze gerek kalmadan anlatılmış onca sırrın hatırı silinmez ama yollar ayrılabilirmiş. Umarım karşılıklı yeni başlangıçlara gebedir ayrılıklarımız. Neyse; bugün doğum günüm...


   ** Coşkun sularda yüzer, pamuklarla sarılıyormuşçasına çokça da sevgi hissettim bu yıl. Hayatım boyunca sürmesini dilediğim feci güzel paylaşımlar.


   ** Hayatımda ki çılgın hatunlardan biriyle iki gün yurtdışına kaçtım.


   ** Kardeşlerimle en sık görüştüğüm yıldı.


   ** Altı yıldır bizimle beraber olan, Oğuz'u büyütürken en büyük destekçimiz, iyi gün, kötü gün, hastalık, sağlıkta hep ama hep yanımızda olan Diloşumuz kendi bebeğini dünyaya getirmek üzere yanımızdan ayrıldı.


   ** Evimiz de her yıl olduğu gibi bu yılda kalabalık, neşeli, lezzetli sofralar kuruldu. Misafirler ağırlandı. Çocuk sesleri eksik olmadı, olmasın da.. Şükürler olsun.


    Bakın henüz aklıma hiç ‘’ keşke ‘’ ile başlayan bir şey gelmedi. Ay! Durun bak geldi bir tane:


   ** KEŞKE bu seriyi yazmaya yıllar önce başlamış olsaydım da bunca ‘’ keşke ‘’ yle yüzleşmek zorunda kalmasaydım. Demek ki bununda zamanı bu zamanmış. Derken derken diyeceklerimin sonu gelecek gibi değil. Özetle:


   İyi ki doğmuşum. İyi ki Vildan & Nazif gibi ebeveynlerin kızı, Özlem & Önder gibi kardeşlerin ablası olarak dünyaya gelmişim. Kocaman sülalem, Erdo, çocuklarım, tüm arkadaşlarım, Belgin, bahçemizde ki ağaçlar, köpeğimiz ne bileyim işte her şey için evrene teşekkür ediyorum. Ve çalışmalarının devamını diliyorum. Tek derdim; yalnızca kendimle. Tek amacım; hayatımda ki her şeyin yolunun sevgiden geçmesi. Tek dileğim;  huzur + sağlık + dostluk + +18 ( fazlaca argo ya da belden aşağı yazınca Erdo kızıyor ) dolu nice yıllar yaşayabilmek.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

8 Ocak 2012 Pazar

VER GAZI & AL GAZI

Bugün bir film izledim ki , sormayın gitsin. Sanırım 2-3 ay kadar önce izlenecek filmler listeme not etmiştim. Ve izlenecek gün bugünmüş. Ben filmden bir etkilendim, bir gazlandım!   Zaten bu gaz alıp/vermelerle geçip gidiyor günlerimiz. Bir şarkı dinliyoruz; aşkın, özlemin, hasretin dibine vuruyor, sarılıyoruz telefona ya da kağıda kaleme.  Bir kitap okuyoruz aydınlanıveriyor '' Evet yaa! Hayat bu kadar kısa, çoğu zaman anlamsızken yaşananlar, boşversene kardeşim koy dötüne gitsin.'' diyoruz. Bir haber izliyoruz; '' Lanet olsun bu düzene, adaletsizliğe.'' diye isyan ediyoruz. İşte ben de bu gün bir film izledim ve kendimi mutfakta şevkle yemek yaparken buldum.

   Cuma akşamı saat 21.00; ev ahalisi kontrol altına alınmış, hepsi güvenle odalarına çekilmişler. Gelişini sabırsızlıkla beklediğim günlerin ardından kardeşim Özlem'in kapıdan girişini bekliyorum. Tabii vakit nakittir diyerek beklediği süreyi değerlendirme derdinde mutfak masasında oturmuş oje süren Özgür, onun buralara kadar gelmişken Belgin'de mola verme ihtimalini unutmuş. Neyse uzatmayayım; Özlem'in bizim kapıdan girişiyle açılan şişe (ler) den sonra içtiklerimiz gibi olan sade kahvelerimizin sonuncusunu bu sabah içtik. Her şeyin olduğu gibi bu güzel haftasonu birlikteliğimizin de sonu geldi ve evlerine döndüler. 
   Onlar kapıdan çıkar çıkmaz başladı ''pazar rutinleri ''. Sizde nasıl oluyor bilmiyorum,  fakat eğer biz pazar günü evdeysek ben mutfaktan çıkamıyorum. Yaa arkadaşım kahvaltı sofrasını tam topluyorum, her şeyi yerli yerine koyuyorum yukarıdan bir ses '' Anneeee acıktım !'. O bitiyor Oğuz'un yemek vakti, Erdo'nun ( '' Ekmeğimin tereyağı hayatımın nefesi '' ) buzdolabı önü nöbetleri falan bir bakıyorum akşam olmuş ben hala mutfaktayım.
    Bugün de kahvaltı faslı falan derken saat 14.30'da; sabah ocağa konulmuş, son olarak unu kavrulup kıvamlandırılmış çorba, dibi sıyrılmak vaziyetiyle yenilip tüketildikten sonra evde bir uyku hali hüküm sürmeye başlamıştı. Ben de fırsattan istifade sessizce yatak odasına sızdım. Uzun zamandır aklımda kendine yer bulabilmiş, beklemekte olan filmi izlemeye koyuldum. Julie & Julia ...


Uzun zaman olmuş bu kadar keyifle film izlemeyeli. Hele ki  dün gece izlediğimizle kıyaslayınca. Gerçi onu izlerken de güldük müldük fakat bu gün izlediğimde hissettiğim, daha doğrusu istediğim orada olabilmekti. Düşünün o kadar istedim ki; filmi yarıda bırakıp mutfağa indim, büyük bir şevkle yemek yapmaya başladım. Önce mantarları tereyağında soteledim. Üzerine jülyen doğradığım sebzeleri (kabak & havuç) ekledim. Ayrı tavada gene tereyağında sotelediğim etlerle birlikte güvece koydum. Üzerlerine bir bardak kadar kırmızı şarap ekleyip bir saatte fırında pişirdim. Öncesin de pişirdiğim '' Arap Dudağı ' adlı ıslak keki saymıyorum. Allahtan keki pişirmişim. Neden mi? Çünkü; sotelenenlerin kokusunu duyanlar '' Ne pişiriyorsun? Çok acıktım.'' diyerek aşağıya indiler. Önlerine keki, demli çayı koyup susturabildim. Neme lazım; yemek biter falan yarın tekrar yemek yapmak zorunda kalırdım. Tamam yemek yapmak istedim ama o kadar değil.
   İşte böyle arkadaşlar. Bir pazar gününün daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hepimize hayırlı, güzel bir haftanın habercisi olsun. Sevgiyle...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Ocak 2012 Cuma

KÜSÜM İŞTE

 


 


 



Gün yok ki,  çocukların okullarından gelen belgeye imza atmak zorunda kalmayayım. "O eğitimimiz var katılıyor musunuz?", "Yok şu etütümüz var katılmasına izin veriyor musunuz?", "Şu gün yapılacak etkinliğe katılacak mısınız?", ...nız, ...nız da, ...nıznız.


     Eğitimlerde sınava hazırlanırken nasıl davranmalı, onların yaşına nasıl inmeli, aşağı baktı ne yapmalı, yukarı baktı ne yapmalı, mutlu görününce nasıl konuşmalı, mutsuz görününce nasıl konuşmalı, ...meli, ...malı falan. Ulan bu devletin bana camları yarıya kadar gri boyanmış dersliklerde vermiş olduğu eğitimle ben daha kendimi nasıl idare edeceğimi bilemiyorum. Şimdi kalkmış yine kendi eğitim sistemi içindeki okullar aracılığıyla çocuğumu nasıl idare edeceğimi öğretecek? Ki camlar artık boyanmıyor olsa da ( bildiğim kadarıyla ) bu nesil çocuklara yapıyor oldukları da pek farklı değil. Bu sene sınav kondu, iki yıl sonra vazgeçtik, bunu deneyelim, yok bu da olmadı belki yenisi tutar diye diye, deney faresine döndü çocuklar. Sınavlara çocukları iyi hazırlansın diye dershanelere, özel hocalara para akıtan velilere yapılmış olansa cabası.


Hadi onu da geçtim diyelim; vatandaş olarak bugüne kadar bu kadar imza atmadık yahu. Orta Doğuda bahar yaşıyorlar, Avrupada sert rüzgârlar estiriyorlar, kanun çıkartıp-ekliyorlar, bütçe açıklıyorlar, çiğ köfte yapıyor, bardak kırıp, küfür ediyorlar, ...lar, ...lar da daha bir gün evimize bir kâğıt yollamadılar; ey vatandaş bu yaptıklarımızın faturasını sen, çocukların ödüyor ya o sebepten soruyoruz. '' Tüm bu olanları onaylıyor musun? Onaylamıyor musun? Lütfen yaz ve imzala.’’ diye. Yok, biz yalnızca onların uygun gördükleri zamanda, sonuçlarını kimin, kimlerin belirlediğinden emin olmadan - olamadan oy kullanıyoruz. O kadar. Sonra geç ekranın karşısına dudakları kemire kemire izle.


Katılmıyorum kardeşim, beklemeyin. İmza da atmıyorum artık hiç birine. Küsüm ben. Dağın haberi yok ama ben sistemlerin hepsine küsüm işte!


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

5 Ocak 2012 Perşembe

HESAP SORALIM





Bugün okuduğum blog da karşıma çıkan resimlere bakarken düşündüm de '' Bakan gözler, dokunan eller, söylene sözler gerçekten ne anlatıyor? ''


Kimbilir?


Şüphemiz mi var? Anlayamadık mı? Gerçekten değer verdiğimiz, önemsediğimiz gözlerden, dudaklardan çıktıysa tüm bunlar; hesap soralım arkadaşlar. Böyle yaşanmaz. Hesap soralım.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL





http://beksinski.dmochowskigallery.net/index.html

3 Ocak 2012 Salı

ELVEDA







 

   İki kelime ‘’ Artık görüşmeyelim. ‘’ Üzerine söylenecek hiçbir şeyin olmadığı iki kelime. Sebepsiz… Sorularımla cevapsız kalakaldım. Hani an olur aldığın soluk yetmez de derin derin solumaya çalışırsın. İşte ben de öyle derin soluklar almaya çalışıyorum, telefonu kapattığımdan beri.

   İki dudağının arasından çıkan iki kelimeyle nasılda uzağına düşüverdim. Yalvarıp ağlasam inlesem, yorulmadan koşup dursam bir daha yaklaşamayacak kadar uzağındayım artık.

   Gönlümün tuzağına, belki de en büyüğüne düştüm. Hayallerin biteceğini, mevsimlerin geçeceğini unuttum bir kez daha. İnsanoğlu işte defalarca kez uslanmadan düşmeye devam ediyorum. Hayaller kurduran da hayallerimi yıkan da şu laf anlamaz gönlüm. İlk ve son hayalimi süsleyen adam sana söylüyorum: Ilık nefesimi, sığındığım limanımı aldın.

   Avuçlarında ellerimin tüm masumiyetiyle hapsolduğu eller

   Dudaklarım da ki ilk öpücük

   Göğsümde hissettiğim ilk soluk

   Akıttığım ilk gözyaşı

   İlk isyanım

   İlk itirafım

   Yaşadığım ilk sır

   Paylaştığım ilk aşk

   Kâh büyüyen çığlığım

   Kâh akan gözyaşım

   Kâh suskunluğum, kahkaham

Bak ne kadar çok şeyim olmuşsun. Bu gece sözlerim, şarkılar, gözyaşım, kadehimde rakım, gökte ay – yıldızlar sana, senden ötürü.

   Elveda, içimde ki en sessiz hatıram.

   İçin de çocukluğumu, genç kızlığımı, bir daha asla buluşamayacağım masumiyetimi, en temiz duygularımı, en doğru sözlerimi saklayan ‘’ ELVEDA '', evinin duvarlarında kalan ellerimin izi, soluğum, arzum, nefretim, cevaplanmayan sorularımla sana hatıramdır. Bizi hiç unutma!

  Anlarıma iyi bak. Her giden gibi sen de beraberinde izinsiz alıp götürüyorsun çünkü hatıralarımı.

                                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

 

1 Ocak 2012 Pazar

DAVA EDECEĞİM

     Bu defa kararlıyım, dava açacağım. Kime mi: ÇOCUK OYUNCAKLARI ÜRETİCİLERİNE. Olmuyor. Olmuyor işte. Onların yaptıkları gibi olmuyor. İki günde on yaş gençleştiren kozmetik ürünler, tek dokunuşla muhteşem pastalar yapan babalar, içleri hep düzenli buzdolapları, çamaşırların içlerinden kar gibi çıktığı çamaşır makineleri, herküllerin karıştırdığı çikolatalar, pürüssüz - sülün gibi bacaklar yaratan tüğ alıcılar, sabır küpü - her şartta güler yüzlü anneler, aşık olunan arabalar, ....., ve daha birçoklarının gerçek olmadıklarını biliyoruz. Ama konu oyuncaklar olunca yapmayın be kardeşim.


    Hayır korkuyorum sonunda çocuk '' Sorun kesin benim anne de '' diyecek. Daha önceleri bilgisayar oyunlarında olduğu gibi. Ki; şükür o konuyu aştım. Yalnızca çocuklar için verilmiş olsalar da beceri ve zeka kategorisinde ki oyunları bitirebiliyorum.


    Oyuncaklara gelince; televizyonda yayınladıkları reklamlarda nasıl güzel gözüküyorlar. Arabalar oradan oraya uçuyor. Sulara giriyor, çıktıklarında ( ki reklamda kendi kendilerine çıkıyorlar ) renkleri değişmiş oluyor. Eve gel kur bakalım. Hadi kurdun diyelim! Asla reklamda ki gibi uçup durmuyorlar. Daha doğrusu, duruyor fakat uçmuyorlar. Kurulum için verdikleri broşürlerde ki yönlendirgeleri sabırla, adım adım takip ediyorum. Şekil olarak tamam, resimdekinin aynı. Ama uygulama tam olarak öyle olmuyor.


      Hırs bastı beni. Sırayla hepsini test edesim var. Oğuz'un odasında yer gök araba parkuru oldu. Odada adım atacak yer kalmadı. Böyle giderse arabalarla ilgili oyuncak tasarlamaya da başlayacağım.


      Heeh geldi işte 2012! Ne oldu? Dememiş miydim? Her şey aynı. ( Bu ara da Tanrıya şükür aynı ) En azından bizim evde. Hani cuma günü yazmıştım ya; '' Balayı çipimi taktım. '' diye. Sabah dönüş yolculuğumuz için limana girdik, bileti okeyletmek için bankoya gittikkkkk. Aaa o da ne; benim cüzdan dolayısıyla kimlik yok. Peki o an da ne oldu? Benim bünye '' Pıt '' diye atıvermesin mi çipi. Sevgi yumağı hal bıraktı yerini on yedi yıldır evli çift haline. Tıpkı saat onikiyi vurduğunda bozulan sihir gibi. Sihir bozuldu. İki gündür prensesler gibi el üstünde tutulan, isteği ikilettirilmeyen Özgür şu saat itibariyle; valizleri boşaltmış, yedirmiş, yıkamış, ödev - plastik tabaktan abajur yapmış, Erdo'da dahil herkesi yatırmış ve bitmiş durumda. İyi ki akşamüstü teyzemler uğradılar da sayelerinde, yılın ilk günün de adam gibi iki laf edecek fırsat bulduk. Mazallah ya edemeseydik? Bütün yıl oyuncak kurup, faliyet yapmak zorunda kalacaktık.


Devam arkadaşlar. Sabah kalkıp her ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmaya devam. Ama sevgiyle, sabırla, hoşgörüyle...


'' Kötü Duygular Ömür Yıpratır, Güzel Duygular Sevgi Yaratır, Kötü İnsanlar Kapı Kapatır, İyi İnsanlar Her Zaman Kendini Aratır... '' MIŞ.



ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL