31 Ekim 2011 Pazartesi

BİTTİ

Geçen hafta sonunu Oğuz’la baş başa geçirdik. Baş başa pek doğru olmadı. Oradan oraya ve yollarda  demek daha doğru olur sanırım. Cumartesi saç tıraşıydı, yemek, uykuydu dedikten sonra akşamüzeri bindik arabaya vardık Baran’ımızın doğum gününü kutlamak için Önder’lere – kendisi erkek kardeşim olur.- Onlara gitmek demek; Boğaziçi Köprüsü’nden geçmek demek. Köprüden Oğuz’la beraber geçmek demek; en sağda ki şeritten ağır ağır ilerlemek, vapurlar – kıtalar- deniz – denizin derinliği  hakkında bildiğim, bilebildiğim ne var ne yoksa anlatmak demek. Soruların sonu gelmeyince de ‘’Yeter anneciğim. Biraz uyumayı denesene.’’ diyerek kestirip atmak istemek.

    Neyse sağ salim vardık. Şebo’nun özenle hazırlamış olduğu doğum günü organizasyonunu kazasız belasız, süsleri parçalamadan atlattık. Şebo'nun pişirdiği lezzetli yemekleri yemekti, sohbetti çaydı derken  Oğuz’un mıncıklamalarından arta kalan enfes pastayı yedikten sonra Baran’ı öpüp koklayıp ayrıldık. Sonra ver elini Çekmeköy. Evet! Özlem’lerin peşine takılıp bastık gaza…Bu defa benim araba Oğuz’la beraber kim vardı? Duygu! ( 8 ) Yol boyunca Oğuz’a lunapark tecrübelerini anlattı. Ta ki Oğuz ‘’ Daha fazla anlatma. Belki uyuyamam ‘’ diyene kadar. Çünkü; anlattıkları benim bile giremediğim, yaş sınırı olan korku tünelleri, baş döndürücü gondollardan ibaretti. Ama Pazar günü öğleden sonrasına kadar süren beraberliğimiz boyunca Duygu Oğuz’la ilgilenmeseydi halimiz nice olurdu, demeden geçemem. Faaliyet manyağı oldular. Öğretmencilik oyununda ise hiçbir eksik bırakmadılar.

     Bütün bunlar olurken Özlem ve benim neler yaptığımız konusunda bir şey yazmama bilmem gerek var mı? Kah mutfakta, kah salonda ya da balkon da kahvenin türlü türlü hallerini tadıp durduk.

     Evet! Asıl bomba: Pazar dönüş yolculuğumuz iki saati aşkın sürdü. Bu iki saatte neler yaşadık; feribot sırası beklerken kuşları besleyen, beslemekle kalmayıp elimizde ki kek bitince arkadaki arabada çekirdek yiyen adamdan camdan sarkıp bağırmak suretiyle çekirdek isteyen Oğuz. Karşı kıyıya geçene kadar takribi beş – altı kez Kızkulesi, Galata Kulesi, Martılar’la ilgili hikayeleri anlatmak ve bitmeye sorularına cevap vermek zorunda kalan ben. Sonunda Hazarfen  Çelebi gibi uçup uçamayacağını sorana kadar. Bu günden sonra çocuklara mümkün olduğunca az şey anlatmaya karar vermiş bulunuyorum. Bitti. Gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor yaşadıklarım. Geçenlerde kendimi ahtapotlarla savaş serüvenimi anlatırken buluverdim. Halbuki yok öyle birşey. Herif sorularıyla ne noktalara getiriyor beni, düşünün artık. 

      Eve gelir gelmez Oğuz'u emin ellere teslim edip attım kendimi banyoya. Suyu yiyince iyice mayıştım mı? Saat sekizde feci bir uyuma isteğiyle girdim yatağa. Dön baba dönelim, uyku muyku yok. Kendimi şuursuzca televizyona teslim ettim. Ama kelimenin tam anlamıyla ‘’şuursuzca’’. Neden mi? Ne seyrettiğimi bile hatırlamıyorum. Yalnızca ekrana öylece baktım. Öküz – tren misali. Uyduğum da saat tahminimce onbir kırkbeş falandı.  

      Sabah uyandığımda iş günü olduğu için şükür ettim. Daha Oğuz tam uyanmadan da evden çıktım.

– ya da kaçtım -


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Ekim 2011 Cumartesi

MASAMIN BAŞINDA

  Odamdaki masa da, soluk abajur ışığının altında kaç saat oturdum bilmiyorum. Elimde tuttuğum kalemle önümde ki boş sayfaya ne kadar baktım. Geçen derste hocanın dediği gibiydi. Beyaz boş sayfanın karşısında hissettiğim ‘’sonsuzluk’’ hissi. Saatler boyu bekliyorsun düşüncelerinin sonsuzlukta bir engele çarpmasını. Ki bu engel sınırın olsun. İçinde hikayeler kurabileceğin sınırlı bir alan. Yoksa hikayeler, izler, yaşananlar, rüyalar…sonsuz. Ve anlatılmayan hikaye kalmamış sayısız kitap sayfalarında.


 


     Orhan Pamuk’un son kitabında yazdığı gibi kitaplar; içlerinde geçmişi, yaşanmışlıkları saklayan çok değerli birer kütüphane aslında. Somut olarak içlerinde gezemesek, dokunamasak, duyamasak ta iyi bir kalemin ucundan çıkan kitaplar kadar iyi hiçbir şey anlatamaz, hissettiremez bize geçmişi. Bazen gelecekle ilgili hayallerin en güzellerini kurmamıza aracı olan gene kitaplar değiller mi?


 


      Gün olur düşersin bir sözcüğün, bir tebessümün, bir bakış, gözyaşının seni sürüklediği ya da hatırlattığı şeyin peşine. Avare avare bakar olursun her şeye, aklındakiyle. Geçen gün Fatma Burçak not düşmüştü: -Sokaklardayım, kelimelerle kavgalı- diye. Aynen öyle işte kavga devam eder ta ki hikaye çıkana, sizi içine alana kadar.


 


       Masamın üzerinde duran, bu boş sayfaya sırtımı dönüp yatacağım şimdi. Kalemin üzerinde oradan oraya savrulana, kendisini kaybedercesine yazana  kadar kafamda sayısız kelimelerin kavga edeceğini bile bile. Hadi size iyi geceler. Bana uykular haram, günler zindan…


 


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Ekim 2011 Perşembe

ZAMAN



   Haftalardır hissettiği ve git gide büyüyen acıyla hiçbir şey göremez duruma gelmişti o sabah evinden kendisini atarcasına çıkan Aslı. Mert’e duyduğu özlem öylesine sarmıştı ki her yanını görebildiği her şey zifiri karanlıktı. Yataktan o an kalkmışçasına dağınıktı saçları. Onları bir arada tutan tokadan ha kurtuldu ha kurtulacaklardı. Mert yoktu artık. Hayattayken koklayıp okşadığı bu saçlar eskisi gibi parlayıp, dalgalanacaklar mıydı? Rengi solmuş pantolonunu durmadan, aslında farkında olmadan sürekli çekiştirip durmasına rağmen ayaklarına dolanan paçaları yüzünden arada tökezliyordu. Altlarında ki mor halkalar daha da belirginleşmiş olan gözlerinden akan yaşlar, Mert’in ani ölüm haberini aldığı andan beri hiç durmamıştı. Dönüşü olmayan ve tarifsiz acı veren ayrılıkları için ağlıyordu.


  Apartmandan çıktığında yüzüne çarpan rüzgardan başı döndü. Rüzgara da öfkelendi, darıldı. Sürekli çevresinde dolanıp duran, telefon ederek O’nu avutmaya  çalışan ve hiç birinin O’nu anlamadığına inandığı herkese karşı duyduğu öfke gibi. ‘’Sende mi?’’ diye söylendi arabaya doğru koşarcasına giderken. ‘’Sende mi savuracaksın oradan oraya beni. Sevmiyorum seni ey deli rüzgar. Ben denizleri severim. İçinde atılan iyilikleri, dilekleri biriktiren denizleri. Şimdi alsa beni dalgalarının arasına yanan, kanayan, acıyan her yerime, her şeyime iyi gelirdi. İçimde gün be gün büyüyen özlemede çare bulabilirdim belki o iyilikler, dilekler arasından. Ben sana anlatmam ey deli rüzgar. Ben bir denizlere bir de anneme anlatırım.’’


      Bu yüzden arabaya binmiş annesine gidiyordu. Ateşlerde kalmışçasına…O’nu göğsünde sarsın, avutsun diye…Belki de; çocukluğunda masallar dinleyerek huzurla uyuduğu geceler gibi bir gece geçirebilmek için.


      Mert’in ani ölümüyle duvara toslamışçasına darmadağın olmuştu Aslı. Ölüme isyan eder, her şeyi dağıtırcasına esiyorken rüzgar, tüm gök ağlıyor gibiydi şimdi Mert’in ardından. Gök gürültüsü çığlık gibiydi. – Yırtsa güneş bulutları, kamaştırsa gözlerimi, ısıtsa içimi- diye düşündü. Annesinin evinin önünde park ettiğinde arabasını; pencerenin önünde, Aslı’nın evlenmeden önce eve geç geldiği gecelerde olduğu gibi, kollarını kavuşturmuş O’nu bekleyen annesinin gözlerinde anlık yakaladığı şefkat dolu bakışla içinde beliren ışık gibi, ışık düşseydi her su birikintisinin üzerine.


       ‘’ Anne.’’


       ‘’ Hoş geldin.’’


       ‘’…………….’’


       ‘’ Gel içeriye. Çok ıslanmışsın. ‘’


       ‘’ Neden? Neden gitti anne? ‘’


       ‘’ Gel canım. Tek ilaç zamanın içinde, zamanla geçecek. Gir hadi. ‘’


       ‘’ …………….’’


         Diyor ve dikiliyordu öylece kapının önünde ve süzülüyorken yağmurun izleri üzerinden sokakta ki kaldırımlar gibi olmuştu basıla basıla yıpranmış, eskimiş, ayaklarının altında ki kirli yüzlü çiniler.


         Elinde sıkıca tuttuğu çantasını, annesinin evine ilk defa gelen bir yabancı gibi nereye koyacağını bilemez halde etrafına bakınıyorken, koridorun sonunda ki duvarda asılı duran Dali’nin, ‘’ Belleğin Azmi ‘’ adlı tablosunun reprodüksiyonunda takılı kaldı Aslı'nın bakışları.


          ‘’ Zaman…’’


          ‘’ Gerçekten ilaç olur muydu, adına hayat dediğimiz bu keşmekeşin içinde yaşanan tüm acılara? ‘’


           Sıkıca tuttuğu çantasının esaretinden kurtulmuştu elleri. O an hissettiği acıyla avuçlarını açıp baktı ellerine. Sonra içinde ki her şey aniden kayıp gidiyormuş gibi hissederek çöküverdi dizlerinin üzerine. Ne telaş içinde O’nu tutmaya çalışan annesinin, ne yağan yağmurun sesini duyabiliyordu, yalnızca dudaklarının arasında belli belirsiz bir kelime:


   ‘’ Mert ’’


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Ekim 2011 Salı

ÖTEKİ

 

"En uzak mesafe ne Afrika'dır


Ne Çin, ne Hindistan


Ne seyyareler


Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...


En uzak mesafe


İki kafa arasındaki mesafedir


Birbirini anlamayan..."


CAN YÜCEL


Kendimizi gerçekten anlayabilmenin yolu zaman zaman kendimize ötekinin gözünden bakabilmekten geçiyor. Bu nedenle empati yalnızca ötekini değil, kendimizi de anlamanın ve çoğaltmanın temel yolu değil midir?


Ya işte böyle uzaktayken de olsa birbirimizi anlayabildiğimiz bir arkadaşımla kahve bahanesi ve kahveyle başlayan, bira(lar) eşliğinde, bizim mutfak masasında devam eden, kitaptan - okurdan, öteden - beriden, kadından - erkekten, çoluktan - çocuktan, ölümden - yaşamdan, adalet- adaletsizlikten ve daha birçok şeyden konuşarak, dinleyerek geçen güzel bir izin gününden sonra aklıma gelen dizeler yukarıda paylaştıklarım oldu.


Ha sonunda dünyayı kurtarabildik mi? Hayır. Yaraları saracak merhem bulabildik mi? Hayır. Kadın erkek ilişkisini çözebildik mi? -Kendimizi çözememişken- Hayır. Ama konuşabildik, anlaşabildik, ortak bir dilde, samimiyetle. Yalnız olmadığımızın güven verici sıcaklığını hissettik. Öteki gibi hissetmeden, ötekileştirilmeden. 


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

24 Ekim 2011 Pazartesi

??????

Sabah masamda duran ilk gazeteyi açtım, başladım okumaya. Ne çare, okuyamadım hiçbir şey. Yazılan, çizilen, reklamı yapılan, ilanı verilen her şeye göz ucuyla bakarken verilecek tek cevap vardı kafamda: ‘’İyi halt ettiniz.‘’. Her şey anlamını yitirmiş daha doğrusu anlam değiştirmiş gibi. Aklımda yalnızca iki şey var. Birincisi; şehitler. İkincisi; Van’da depremi yaşamış şimdi de sonuçlarını yaşıyor olanlar. Bir türlü ısınamıyorum. Şu an, bugün beni ısıtacak bir çadır yok. Van’da ki çocuklar ısınmadan da ısınamam.

 

     Hele ki şehitler…Bunca kan, bunca ihmal, bunca göz yumuş, menfaat sağlamalardan sonra  hükümet tarafından yapılan açıklamalarla daha da deliye bağladım. Kana kanla cevap veren bir hükümet. Sonucu Allah’a bırakmış bir hükümet. Devlet ağlanacak, intikam alınacak, beddua  edilecek yer midir? Yaşadığım sürece karşısında kalmaktan korktuğum tek duygu ‘’çaresizlik’’. İşte tam da hissettiğim şey bu. Tanklara el sallayan çocukların, Türk Bayrağı’na sarılı cenazelerin fotoğraflarına bakarken. Ölen evlatlarının ardından ağıtlar yakıp gözyaşı döken annelerin seslerini duyarken. Aklı fikri Arap alemi, İsrail, Filistin, Suriye olan devlet adamlarının akla hayale sığmaz açıklamalarını okurken. Ve bu ülke toprakları için şehit olmuş ya da pisi pisine şehit ettirilmiş onca gencin üzerinden politika yapıldığına şahit olurken. Hissettiğim tek şey çaresizlik. İçimde ki avazla yaşamak çok zor. Bitkinim.

 

     Hep beraber, el ele, dostça oturup kardeşlik ve özgürlük ve barış için çözüm önerisi sunamıyorlar mı? Bizleri, bu ülke topraklarında yaşayan, barış isteyen, kardeşçe yaşamak isteyen insanları temsil edecek devlet nerede? Sağ kim? Sol kim? Ölen kim? Öldüren kim? Türk kim? Kürt kim? Top tüfek sesleriyle büyüyen o çocuklar kimlerin çocukları? Çocukların hepsi masum değiller mi? Ağlayan anneler kim? Hepimiz için yalnızca onlar mı ağlıyorlar? Yakılan bunca ağıt hangi dilde? Bizim dilimiz, dinimiz ne? Peki ya insanlık nerede?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Ekim 2011 Pazar

ÇOK ACAYİP


  Son iki  gün de çok acayip şeyler oldu. 


Hayat denen şu keşmekeşin içinde en adaletsiz, en acımasız, en kirletilmiş, en korkutucu, en iz bırakan ne varsa tanık olmuş yaşantılara şahitlik ettim. Evlerine girdim, çıktım. Burnumda duydukları kokular. Kulaklarımda sessiz çığlıklar. Bir sürü fotoğraf belirdi kafamda. Rüyalarıma girdiler. Kah kala kaldım tek bir  kelimede,  kah gözlerim doldu bir haykırışta, kah iğrendim, utandım neden utandığımı bilmeden.


     Sonra aldığımız şehit haberleriyle kana, gözyaşına bulandı o fotoğraflar. Yeraltı edebiyatının son dönem popüler isimlerinden Hakan Günday’ın ‘’AZ’’ adlı eserini okurken oldu bunların hepsi. Sınıfsal ayrılıklar, ilişkiler içinde yaşanan yargısız infazlar, kaybediş, kayboluşları çokça düşündüğüm son günlerde okuduğum bu kitap tuz – biber oldu, anlayacağınız. Birkaç güne dönerim herhalde. O vakte kadar hoşçakalın.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


     Kısa alıntılar:


    Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. ( sayfa: 15 )


   Ondördüncü kattaki Ulviye gelip de bir Diazepan iğnesi yapana kadar dudaklarını kapamadı. Daha doğrusu, kapatamadı. Çünkü bağıran kendisi değil, on bir yıllık hayatıydı. Sonra...Sonra uyudu.


  Uyandı. On altı yaşındaydı. Kanepede uzanmış, ılık bir öğleden sonrasının sessizliği içinde.......( sayfa: 62 )


    ....... hiçbir şey bilmeden yapıyordu bunu. Bütün on dört yaşındakiler gibi. Çünkü eğer bu dünyada bir yerlerde, insanlar çocukları bombalıyorlarsa, bunu bilmeye gerek yoktu. O dünya zaten yanmış çocuk eti kokardı. Eğer bir yerlerde çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa, bunu da bilmeye gerek yoktu. O dünyanın zaten açlıktan nefesi kokardı. ( sayfa: 121 )


     Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilmediği için...Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de, insanoğlu bunu bilse, hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa, insandı ve doğası gereği arsızdı. ( sayfa: 305 )


19 Ekim 2011 Çarşamba

ŞU AN, TAM BURADA

Şu an


Tam burada


Soğuktan titrerken,


Bu kaldırımın köşesinde...


Nasıl özlüyorum seni


Nasıl özlüyorum bil bilsen!


O sevişmelerimizi


Ağzının tadını...


Hatta ve hatta


Bana yalan söylediğini bile bile sana yemek pişirdiğim,


Gözlerine bakıp sarhoş olduğum son geceyi  özlüyorum.


Sen benim sığınabileceğim tek limanımdın.


Beni tanıyan, bilendin.


Af diliyorum senden:


Sıra bendeyken  ''Hadi'' diyemediğim için


Ve daha bir çok şey için.


Seni şimdi O'nun sıcaklığı sarıyor ve ben bu kaldırımda seni deli gibi özlüyorken...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


KAN REVAN

 

 







 

Bağışlayın beni sevdalarım
Kendimi parçalara ayıramadım
Alın gidin korkularımı
Saçlarımı ellerinizle okşayın
Hiçbir ayrılık yeniden yaratmıyor artık beni
Ve bütün ayrılıklar sabah olunca alıyor nefesimi
Aşk ağır yükler bindirdi küçülen omuzlarıma
Kalplerinizden kaçtım hep
Varıp gittim en karanlıklara
Yağmur ıslak mazeretler yükledi büyüyen yangınıma
Cehennemden düştüm hep, beni hiç görmediler
Seviştim ve yoruldum.
Aşk ağır yükler bindirdi küçülen omuzlarıma
Kan revan içindeyim


Gönlümün derdindeyim
Yerlerin dibindeyim
Yarimin peşindeyim
Cennetin izindeyim


Kurtar ne olur?


 

16 Ekim 2011 Pazar

HERKES GİDER Mİ? 15 (SON)







Bugün Ahmet geliyor. Evde pür telaş. Her adım atışımda bastığım yerler, dokunduğum eşyalar, çiçekler dile gelecek gibiler. Ahmet’ten son mektubu aldığım günden beri böyle yaşıyoruz. Onun gelişine hazırlık yapıyoruz. Bayramlıklarını giymek için sabırsızlanan çocuklar gibi…Sonbaharın hüznü bile dağıldı. Ne yazabiliyorum, ne okuyabiliyorum. Hiç bir şeyle oyalanamıyorum. Kafam yalnızca o gün ne giysem, ne pişirsem, masayı nereye kursam sorularıyla meşgul. Beraberliğimizin ilk günlerinde yaşadığım heyecana çok benzer bir şey. Öylesine tadını çıkartmak istiyorum ki; diğer ayrıntıları düşünmek istemiyorum. Ne olacak, değişmiş midir, ne hisseder, neleri konuşmalı ya da konuşmamalı…

     Bir yanım; tanıdığım, tanımadığım herkesle paylaşmak isterken diğer taraftan kimselere söylemeden kaçar gibi Nesrin’in yanına gideceğim günü bekledim. Bu günü…Zamanın durmasını istediğiniz güzel anlardakinin tersine, hızla geçip gitmesini istedim saatlerin. Nesrin’den ‘’Bekliyorum’’ mesajını aldığım andan itibaren her şey önemini yitirdi. İş yerinde çalan telefonları bile duymaz oldum. Yüzümde silinmeyen salak bir gülümseme…Her akşam iş dönüşü evde beni bekleyen  yavru kediye –bu arada adını ‘’Hamur’’ koydum- anlatıyorum; Nesrin’li güzel günleri. Gidişini anlatmadım ama. Dile getirmeyi bırakın, artık düşünmekten bile korkuyorum o günleri. Silinip gitsinler istiyorum kafamdan. Şu anda Nesrin’e gidiş yolunda ben arabayı sürerken Hamur’da yan koltuğa yerleştirdiğim kafesinde yatıyor. Aman Tanrım! Hiç bir şey düşünemiyorum. Daha doğrusu o kadar çok şey geçiyorum ki aklımdan birinde sabit duramıyorum. Acaba benim O’nu özlediğim gibi özlemiş midir beni? Her zaman biraz hüzün olan gözleriyle karşılaşmamız nasıl olacak? Galiba teslim olmalıyım bu düşüncelere, akışına bırakmazsam başa çıkamayacağım.

Güneşin güne vedasına başladığı saatlerde Ahmet direksiyonun başında, yolun sonuna yaklaşmanın heyecanıyla allak bullak olmuşken; Nesrin müzik çalardan yükselen melodilerin ve kırmızı şarabın yardımıyla biraz sakinleşmiş, henüz duştan çıkmıştı. Yatak odasında ki aynanın karşısında, bornozundan sıyırdığı bedenini izlerken  dalmış olduğu düşüncelerden mahcup oldu. Sanki yalnızca kendisi bilmiyormuşçasına. Görünen tenini altındaki şehvet dolu, gizemli dünyayı Ahmet’le keşfetmişti. Ahmet’in teninden yayılan koku, dudaklarındaki sıcaklık, şefkatli dokunuşları açmıştı bu dünyanın kapılarını. Birbirlerine her dokunduklarında başlayan bir sihir gibiydi sevişmeleri. Bunca yaşanmışlıktan sonra  Ahmet’e karşı duyduğu bu arzuyu hissediyor olması sihrin hala bozulmamış olması mı demekti?  Bu düşünceler içinde bir yandan giyinmiş, mutfağa geçmişti Nesrin.

Hafif hafif esen rüzgar da, gökyüzünde ışıldayarak denizin üzerine adeta tablo çizen ay da bu gecenin şerefine hediye sunmuş gibiydiler. Bu hediyeyi minnettarlıkla kabul ediyor oluşunun göstergesi olarak; verandaya çok şık bir masa kurmuştu Nesrin. Ağaç dallarına asmış olduğu bütün fenerleri yaktı. Genelin tersine, soğuk içmekten hoşlandıkları kırmızı şarabı dolaba koydu. Salataya doğradığı taze nane ve reyhanın kokusu her yere dağılmıştı. Fırında pişen tavuğu kontrol edeceği sırada fark etti yaklaşan araba farlarını. Ne olduysa o anda oldu işte. Birden dizlerinin bağı çözüldü ve çöküverdi olduğu yere. Engel olamadığı bir şeydi. Yaklaşan araba sesi kulaklarında, mutfak tezgahından güç alarak ayağa kalktı. Ve ağır adımlarla bahçe kapısına yöneldi. Bütün vücudu titriyordu. Heyecanın insanı getirebileceği son noktadaydı. Ağlasa mı, gülse mi bilemez durumda öylece arabayı izliyordu.

     Bahçe kapısında kendisini bekleyen Nesrin’i gördüğü anda, istem dışı frene bastı Ahmet. Hayır, kullanamayacaktı arabayı. Hissettiği heyecana yenik düşen vücudunda kalan son gayretle ağır ağır açtı arabanın kapısını. Tüm sesler susmuştu. Ne motorun sesi, ne hışırdayan yaprakların sesleri…hiç bir şey duymuyorlardı. Yalnızca birbirlerinde kenetlenmiş bakışları vardı. Adım adım birbirlerine yaklaşırlarken,  lal olmuşçasına kelimesiz kalmışlardı. Önce nefesleri birbirlerinin yüzünde öylece durdular. Birbirlerini içlerine hapsetmek istercesine derin solukla sarıldıklarında ise suskunlukların, hüznün, kaybolmuşlukların, özlemin zincirleri koptu. Aşkı herşeyiyle, tüm bedelleriyle hayatlarına kabul eden nice başka aşığı zorlu sınavlardan geçirmek için evrene dağıldılar.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Ekim 2011 Cuma

HERKES GİDER Mİ? 12

 

[youtube=http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=1ypio46_fj0]

 
Serin bir gün. Güneş saklambaç oynarcasına bulutların arasına girip çıkıyor. Buraya gelişimin üzerinden geçen ikinci sonbahar. Rüzgarın dokunuşları değişti adeta. Garip bir hüzünle dokunur oldu. Yaprakları dallarından koparıp ahenkle dans edercesine, havada uçuran melodisi değişti. Doğanın yaza ettiği bu hüzünlü veda nasılda sarıp sarmalıyor insanı. Buraya ilk geldiğimde tam tersi; delicesine bir telaş, heyecan vardı gökyüzünde, rüzgarda, ağaçlarda, toprakta... Sabahları uyandığım evin sessizliği bile farklı Ahmet. Eşyaların renkleri, içtiğim kahvenin ağzımda bıraktığı tad, sigaramın dumanı, kalemimden çıkan sözcükler...Her ayrılığın arifesinde düşüncelerin, soru işaretlerinin kıskacında yaşadığımız gri suskunluğu, bitmeyen devinimle her sonbahar yaşıyor doğa. Düşününce nasıl yorucu geliyor.
Verandada öylece durmuş çayımı yudumlarken aklıma tek mevsimlik yaz aşklarının yaşandığı yazlık siteler geldi. Sokaklarında günler-geceler boyu, damarlarında akan deli kanın hızına ayak uydururcasına, heyecanla aşklar yaşamış gençlerin olduğu yazlık siteler. Şimdilerde eşyaların yüklenmiş olduğu arabalara binip farklı farklı yerlere gitmişlerdir. Aşıkların arkalarında bıraktıkları ayrılık hüzünleriyle başbaşa nasıl da boynu bükük kalmışlardır şimdi o sokaklar. Her gidenin ardında bıraktığı gibi bir hüzün.
Bahçemdeki mevsimliklerde büktüler boyunlarını, yapraklar çaresizce teslim oldular mevsime, sevdiklerim geldi-gittiler, sofralar kuruldu-toplandı, şişeler açıldı-boşaldı, kahkahalarla şenlendi evim, bahçem, gönlüm... Şimdi sustular. Şimdi bitti. Bir yaz geldi geçti de bu dalıp gitmelerim neden hala benimleler? Rüzgar bu tepede saçlarıma ilk dokunduğundaki göz yaşlarım hala gözümün ucundalar. Neye ağlamak istediğimi bilmiyorum. Ama orada gözümün ucundalar işte.
Sabah uyandığımda duymak istediğim koku kime ait? Sıcaklığını hissetmek istediğim dokunuşlar kime ait? Seni özlemiş olabilir miyim Ahmet? Kokunu duyuşum özleyişimden olabilir mi? Yağmur gibi sessizce yağıyor içime özlem. Belki de bildiğim, tanıdığım tek koku seninki, tenimde izi kalmış dokunuşlar yalnızca sana ait olduğu içindir. Başka türlüsünü bilmiyorum çünkü.
Rüzgarın etkisiyle çarpan kapının sesiyle bir ürperme geldi üzerime. Çayım buz gibi olmuş. Aslında üzerime daha kalın birşey alıp varendada kalabilirim. Fakat; salonda beni kucaklamak için bekleyen koltuğa yayılıp uzanmak daha çekici geldi. Önce mutfağa geçtim. Üzerine sıcak su ekleyince; fincana attığım kabuk tarçının kokusu yayıldı mutfağa. Salona geçip koltuğa oturduğumda farkına vardım ne kadar üşümüş olduğumun.
Odaya dolan müzikle dalıp gittim gene. Oldum olası medet ummuşumdur zaten Farid Farjad'ın kemanından. ''Kemanı ağlatan adam'' derler ya. Beni de sus pus ediverir.
Aşk! Evet; aşk... Özlediğim aşk. Yağmur gibi içime özlemle dolan aşk. İçimde gitgide yükselen aşkın sesi. Ama kendimi yeni bulmuşken, tekrar kaybetmek isteyişim neden? Heyecandan uykusuz geçen geceler, kanamış su içercesine sevişmeler, konuşmadan yalnızca dokunarak anlatılan masallar, yalnızca benim etrafımda dönen dünya... Sonra? Ya sonra? Biter mi? Gider mi sorularının geleceğini bile bile neden bu aşkı özleyişim? Kaçıp gittiğim tek geceydi. O ufacık otel odasında geçirdiğim geceyi unutmam; aşkı bir daha istemem sanıyordum. Bütün bedenim bıçak darbeleriyle paramparça olurcasına acıyorken, aşktan, aşkın acısıyla. Ben gittim Ahmet. Herkes gider mi, benim gibi?
Bu defa yazdığım mektubu sana yollamayacağım, Ahmet. Bir yanım; bahar gibi, izin istemeden, Vuslat'ın gözlerinden içine sızan aşk için çok mutlu, diğer yanım ürkütücü şekilde; insanı kendinden alan aşkın, geçmişten kalan tüm izleri silip silmediğini delicesine merak ediyorken. Beyninden, bedeninden, kalbinden silindi mi tüm izlerim?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

13 Ekim 2011 Perşembe

HERKES GİDER Mİ? 13-14







Yalnızım bu sabah. Gidişinin ardından yalnız karşıladığım ikinci sonbahar Nesrin. Garip bir hüzünle uyandığım sabahlardan biri daha. Uyandığımda dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Kaldırımlara çarpan her bir damlanın sesi duyuluyor gibiydi. Akşam üzerime geçirdiğim eşofman ve tişörtü değiştiresim bile yoktu. Üzerime geçirdiğim yağmurlukla indim aşağıya; karşı apartmanın altındaki bakkala gitmek için. Yağmur o kadar şiddetliydi ki, yağmurluğumun örtemediği her yerim ıslanmıştı.Bir paket sigara, bir şişe sütle beraber aldığım ekmeğide koyduğum poşet elimde apartmana girecekken gözüme çarptı. Yağmurda ıslanmış, paspasın üzerine kıvrılmış kedi yavrusu. Kucakladım. Eve aldım.

      Banyoda elime geçen ilk havluyla sarıp sarmaladığım kedi yavrusuyla koridorda, kalakaldım öylece. O; çay tabağına koyduğum sütü içerken telaş içinde; -Bugün içine uyandığım o garip hüznü paylaşacak olan bu yavru mu?- diye düşünmeden edemedim. Şimdi yanımda kıvrılmış uyuyor. Karnı tok, güvende olduğunun farkındaymışcasına, huzurla.

      Senden haber almayalı uzun zaman oldu, Nesrin. Mail kutumu her açışımda gözlerim senden gelecek bir mesajı aramaktan vazgeçmediler. Uzağımda olsanda bir şekilde hayatımda oluşunun kanıtı bu mesajlar.  Bana hissettirmiş olduğun ''güvende olduğum'' hissi; nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir şey. Her ne şekilde olursa olsun eğer bir ucundan tutarsan hayatımın işte o zaman güvende hissediyorum kendimi. Gördüğüm, duyduğum, hissettiğim herşeyde onayına ihtiyaç duyuyor gibiyim. -Nesrin olsa ne derdi, ne hissederdi?-, -Nesrin beğenirmiydi? gibi sorular hep aklımda. Her şeyin cevabını bana sen fısıldıyordun.

       Ah be Nesrin. Bilmiyorum işte. Suskunum. Zamanın içinden geçtip gidiyorum. Sonunda düştüğüm yer gene sensizlik.

       Vuslat'ın varlığının ruhumda, bedenimde yaptığı değişiklikler; ben nasıl olduğunu anlayamadan buharlaşıp uçtular. Onun bakışlarından, taptaze teninden geçen bütün gençlik enerjisini; yaşanmışlıklardan, kaybolmuşluktan duyduğum yorgunluğu tedavi etmek için kullanmışım gibi hissediyorum. Yeni bir başlangıç zannettiğim aslında kısa bir molaymış. Seninle aramızda geçen yaşanmışlıklara, alışkanlıklara, bağlılığa...her neyse onlara verilmiş bir mola. Bunların farkına varır varmaz yollarımız ayrıldı Vuslat'la. Kör olmamı sağlamış bencilliğim yüzünden bunca bedel ödemişken ve seni kaybetmişken aynı şeyi bir başkasına yapmaya hakkım yoktu. Öyle izler kalmış ki senden. Beynimde, bedenimde, kalbimde...Silinmiyor.

        Bu satırları sana yazarıyor olmakla gene bencillik ettiğimin farkında, bir o kadar da çaresizim, Nesrin. Çünkü; seni deliler gibi özledim. Özlemimi, suskunluğumu, kanepede yanımda uyuyan yavru kediyi ve kendimi alıp seni görmeye gelmek istiyorum. Söz; o çok sevdiğin ''Altın Sarısı'' ndan da bir şişe getiririm. Bu defa beraber şahitlik ederiz bir mucizeymişcesine; kadehte buzla rakını kaynaşmasına, bir olmasına.

   Geçirmek istediğim haftasonunun adını sen koy. Buluşma, geri dönüş, başlangıç, hangisi olacaksa kabulüm. Yeter ki; gene solmasın bütün renkler. Güneş solmasın. Hayatımın ucundan tutmaya devam et.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 


        HERKES GİDER Mİ? 14

HERKES GİDER Mİ? 11









Uçsuz bucaksız kumsalda, turkuaz bir şemsiyenin gölgesindeyim; ileride coşkulu kahkahalarıyla kumda oynayan çocuklar. Ellerindeki rengarenk kovalarla suları  üzerlerinden boca ediyorlar. Havada usulcacık tenimi okşarcasına bir rüzgar…Şapkamın ucuna bağlamış olduğum ipek eşarbım, esen rüzgarla tenimi okşuyor. Çocuk sesleriyle adeta kanat çırpan kalbim ve yüzüme yerleşen tebessümle uyandım; pencereden odama dolan, tülleri uçuşturan rüzgarla birlikte.
Yıllar önceydi; arkadaşımın tavsiyesi üzerine gittiğim, bir enerji uzmanının odasındaki koltukta uzanmış buluvermiştim kendimi. Dr. Ayşegül’ün muayenehanesine girdiğim ilk anda garip bir huzur dolmuştu içime. Beyaz badana duvarları, kocaman bir akvaryumun içinde yüzen beyaz ve mavi balıklar, miskin miskin uyuyan bir kedi, başka türlü bakan bir çift iri göz… Zamanın içinden geçerken; bir yerlerde cebimden düşürmüş olduğum neşemi belki tekrar bulmama yardımcı olur ümidiyle gitmiştim o muayenehaneye. Derin sularda yüzerken görürdüm kendimi ama bir türlü yüzeye çıkamaz, nefessiz kalırdım rüyalarımda. Bir saati aşkın süren terapiden beni uyandıran hayal de, işte bu rüyanın aynısıydı. O kadar çoktu ki; bu hayalin içine kaçıp sığınışlarım… Çok uzaklarda kalmış olan o çocuk kahkahalarını duymak, tenimi yalayıp geçen rüzgarı hissetmek isteyişlerim.


Onca yalan dolan, onca aldatış, aldanış, onca büyümek iyi gelmemişti bana.


Neyse; hepsi geride kaldı artık. Daha doğrusu geride bırakmak istediklerim. Geride bırakamadığım, bırakmak istemediklerimin, buraya geliş günü bugün. Tanrının bir hediyesi belki de; bu sabah bu rüyayla uyanışım. Heyecanıma, mutluluğuma ortak olduğunun işaretini yolladı bana. O’na karşı duyduğum minnet duygusuna bir yenisi daha eklendi. Kocaman bir çığlıkla haykırıyorum;


”Teşekkür ederim Tanrım, hoşgeldin yeni günnnn”


Yataktan kalktığımda hissettim ki; benimle beraber bütün ev hazırdı, misafirlerimi, kıymetlilerimi karşılamak için. Gökyüzünde güneş heyecanla ışıyor, ağaçlar yapraklarıyla bir şarkı tutturmuşlar, çiçeklerim bayramlıklarını giymişler…
Hemen telefona sarılıp, ablamın numarasını çevirdim. Nevin, Meral, ablam ve çocukları  geliyorlardı. ”Tahminen iki saate kadar orada oluruz” deyince ablam; benim etekler başladı zil çalmaya. Alelacele üzerimi değiştirip koştum, taze ekmek, yumurta almaya. Meydana indiğimde, fırında almam için hazırlanan bir sepet yumurtayı, bostandan taze toplanmış domates, salatalıkları, kağıda sarılmış, dumanı üzerinde ekmekleri görünce anladım; köydeki herkese, günlerce öncesinden anlata anlata bulaştırmış olduğum heyecanımı. Söyleyecek şey bulamadığımdan; dolu dolu gözlerimle teşekkür ederek ayrıldım fırından.
Bahçeye kurduğum kahvaltı sofrasını donattıktan sonra, son olarak büyük sürahinin içine bir demet çiçeği de koyuverince;  tabaklar, çatal bıçaklar da çiçek açtılar adeta.


Düğün alayındaki  gibi korna çalarak yaklaşan arabayı camdan gördüğüm ilk an; zaman durdu adeta. Orada öylece, elimde demlikle dururken ben; ağaçlar, gökyüzü, toprak yol kucaklamış getiriyorlardı hepsini bana doğru. Camlardan sarkan gülen yüzlerle, çılgınca sallanan ellerle, uçuyordu araba. Hayallerimdekinden bile daha güzeldi herşey. Havada uçuşuyordu işte o çocuk kahkahaları, gözlerimizden akıyordu o masum gözyaşları…Zamanın içinden geçerken, hep kalmak istediğiniz duraklar olmuştur sizinde.
Öyle bir kargaşa vardı ki sofrada… Hepimizin anlatmak istediği çok şey olduğundan olsa gerek. Türk kahvesinin kokusuyla, hepimiz sakinleşmiştik. Kahve faslından sonra, çocukları alıp iskeleye gitmek üzere ayrıldım evden. En sevdiklerim, evimle tanışsınlar diye. Balıkları kucaklayıp döndüğümüzde; kumsalda ihtiyacımız olacak herşeyi hazırlamışlardı. Tabi ki; ablamın önderliğinde, her ayrıntıyı düşünen ablamın…
Beraber geçireceğimiz muhteşem hafta böyle başladı. Akşam kurduğumuz rakı sofrasından yükselirken sanat müziği nağmeleri, keyfimize diyecek yoktu. Ne kutluyorduk? Ne çok şeyi kutluyorduk? Neyse ne! Bir aradaydık, tek önemli şey buydu. Birbirimizden bir dakika bile ayrı kalmak istemedik. Veeee! Salonun orta yerine, evde ne varsa sererek, hepimizin sığabileceği bir yer yatağı kurduk, her gece.


Aşkın içinde kaybettiğim, kendimle buluşmamı kutladığım muhteşem bir hafta.



Bilmeni isterim ki; Vuslat'ın içinde masumiyeti saklamayı başardığı gözlerinin engin sularında yapacağın yeni başlangıçta, dualarım seninle olacak Ahmet. Aldığım her nefesle huzur doluyorken ben; şu an bana şahitlik eden yıldızlarla selam yolluyorum artık ağlatmayan hatıralarımıza.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

12 Ekim 2011 Çarşamba

HERKES GİDER Mİ? 10










Ne kadar uzun yıllarımı almış, şimdi farkına varıyorum. Anlamsızca- zamanla, hayatla yarışıp durmuşum, sanki yakalayabilecekmişim gibi. Seninle yaşadığımız ayrılıktan sonra bu yarışta kaybeden taraf olacağımı anladım ve vazgeçtim Nesrin. O andan sonra, zamanı alıp kucakladım, arkadaş oldum onunla. Ne kadar çok, ne kadar az, ne kadar değerli olduğunun farkına vararak yaşadım, yaşıyorum. Öyle olunca hayaller, gerçekler, gelmiş, geçmiş daha bi farklı biçimleniyor. Kıymet bilerek yaşamaya başlıyorsun. Ne yapmak istediğini, nasıl elde edeceğini bulduktan sonra da boşa harcamıyorsun zamanı. Zamanın herşeyi değiştirmesine, yaralarını sarmasına, yenilikler sunmasına izin veriyorsun, sabrın çoğalıyor.

Hayatımın fon müziğinin değişmesiyle gelen bambaşka bir bakış açısı...Ertelemelere yer yok. Özellikle kendimle ilgili şeyleri ertelemiyorum. Ertelediğim, ertelendiğim geçmiş günlerin düşüncesi, vicdan azabı, pişmanlık uzun süre peşimi bırakmadı. Nesrin; iyi kötü, az ya da çok emek harcanarak yaşananlar kolay kolay bırakmıyormuş insanın peşini. Kurduğum yeni düzenin içine, taşındığım mahalledeki çocuk sesleride eklenince içimdeki bu direnci yendim galiba ki; artık pişmanlıklar yerine seninle paylaştığımız güzel hatıralar var. Geçmişimde kalan, geleceğimde de benimle birlikte olacak hatıralar, izler. Başka şehirlerde, başlangıçlara yelken açarken daha sağlam basmamızı sağlayan bir ayrılık yaşadık. Geride bıraktıklarının arasında; kırgınlık, yenilgi, kızgınlığa yer olmayan bir ilişki... Bana anlatmak istediğin, görmem için çabaladığın herşeyin farkındayım artık. Senin gidişinle birlikte kaybettiğimi zannederken aslında ne kadar çok şey kazanmışım. En önemlisi seni ve kendimi yeniden bulmuş olmam. Nefes alabildiğimi, yaşadığımı hissedebiliyorum.

Bütün bunlarla birlikte bir çift göz girdi hayatıma...Tıpkı bahar gibi; izin istemeden, birdenbire... Bakışlarında masumiyeti, heyecanı, tutkuyu hapsetmiş, masumiyeti kaybetmemiş bir çift göz. Baktığım anda içime sızıveren.

Soner ve Aslı'nın bahçelerinde verdiği yemek davetine katıldığım gece tanıştık. Görüntüsünden önce kokusunu duydum sanki. Şarkılarda ki gibi; havada aşk kokusu varmışcasına.

Üzerinde uzun mavi elbisesi, omuzlarına aldığı ince bir şal, elinde şarap kadehiyle sırtı bana dönüktü. Ensesi nasılda narin, kırılgan duruyordu. Çok uzun zaman olmuştu, bir kadını böyle görmeyişim. Senden geriye kalan kokunla yaşayıp, kendimle kavgalar ettiğim sürede gözlerimi sımsıkı kapatmıştım herşeye. Ama dedim ya o gece havada garip birşey vardı.

Aslı; elimden tutup tanıştırmak için onun yanına götürdü. Aslı'nın sesiyle bize doğru döndürdüğü yüzüne düşen, okşarcasına bir ahenkle kulağının arkasına aldığı kıvırcık saçlarının arkasından çıkan gözlerdi işte karşılaştığım anda içime akan. Gözlerine bakmaktan kendimi alamıyordum; içinde unuttuğum şeyleri bulacakmışcasına dalıp dalıp gitmek istedim. O akşamdan aklımda kalan herşey ağır çekimde zaten. Tokalaşmak için elini uzatırken dizlerini çok hafifçe kırışı, kafasını yana eğişi, şarabını yudumlarken aralanan dudakları bir de o öpülesi güzel boynu. Bütün gece dayanılmaz şekilde arzuladığım tek şeydi belki de; o öpülesi boynuna konduracağım bir busede sıcaklığını hissedebilmek. Sesi; içimdeki müziğe coşku katıvermişti: hiç birşey duyamaz, konuşamaz olmuştum.

Gecenin sonunda, cebimdeki kağıtta değil hafızamda kazınmış telefon numarası ve ben döndük eve. Uykuya dalmamı güçleştiren heyecan, sabah uyandığımda hissettiğim ne yapacağını bilememezlik, dışarıdan kendime her bakışımda gülünesi halim...

Evet! Gülünesi halim. Bu yaşında, bir adamın kalbi böyle çarpabilirmiş. Bir çift göz insanı alıp başka alemlere götürebilirmiş. Mümkün olduğunu biliyordum artık. Hiç hesabını yapmamış daha doğrusu bunca aydır böyle hayaller kurmak aklımdan bile geçmemişti; tekrar aşık olabilme ihtimalim. Senin hep dediğin gibi Nesrin ''Hayat işte''.

En güzeli de ne biliyormusun: beni, içimden geldiği gibi, olduğum gibi davranmaktan alıkoyacak yaşı ve tecrübeleri geride bırakmış olmam. Ne zaman arasam, aramasam mı, doğru zaman ne zaman, ne desem, nasıl desemler çok uzakta, gençliğimde kalmışlardı. Bu endişesizlikle, sabah ofise gider gitmez ilk işim onu aramak oldu. Sesini duyduğumda gene için coştu, sesim titredi. Müthiş bir mutlulukla teslim olduğum heyecanın kucağına bıraktım kendimi: çocukça dibine kadar hissettiğim, anlamasından utanmadığım heyecanın. Akşam yemeği için yaptığım davete aldığım olumlu cevabın ardından bütün günüm el- ayak titremesi ve suratımdan silemediğim aptalca gülüşle geçti.

Bu arada onun adı; Vuslat.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

11 Ekim 2011 Salı

HERKES GİDER Mİ? 9










'' Erguvanlar senin şehrini de mora boyadılar mı?'' diye sordum ablama bu sabah, bilgisayar ekranından bile olsa karşılıklı oturmuş sabah kahvelerimizi içerken. Aynı rengi görüyor olduğumuz düşüncesi; özlemimi biraz hafifletir düşüncesiyle... Her bahar erguvanlar, sonbarlarda da mimozalardır heyecanla beklediğim. Bir arkadaşım vardı; usanmadan her yıl, erguvanlar çiçeklendi mi alır eline fotoğraf makinesini ölümsüzleştirmeye çalışırdı. Yıllar sonra göremeyecek olursak bu mor çiçekleri, resimlere bakar avunuruz diye. Bu yıl yalnız karşıladım erguvanları ama bu defa içimde açmış çiçeklerim var benim de. Dallarının altında durmuş, kucaklarken gövdesini; yıllardır aradığım hayatımın fon müziğini bulmuşcasına hiç dinmeyen bir melodi var kulaklarımda.

Ekran başından kalkıp, hazırlanma vakti gelmişti. Duş yapıp, üzerime biraz çeki düzen verdikten sonra çalışmaya başlamalıydım. Evde, bahçede yapılması gereken düzenleme ve değişiklikler tamamlandıktan sonra günlerim bir rutine oturmaya başlamıştı. Sabah ilk fasıl bahçede: Saksıdaki çiçekleri sulamak, sarmaşık gülümle sohbetle geçiyordu. Sonrasında kahvaltı için birşeyler atıştırmak, iki günde bir köy meydanına inerek orada bir kaç saat takılmak, okumak, film izlemek ve yazmakla geçiyordu. Beni eskisi gibi tatmin eden yazılar yazabilmek için, disipline olmam gerektiğine karar verdim. Ve o günden beri her gün işe gitmişcesine, bir kaç saat aralıksız çalışıyorum.

Deniz ve bahçe manzarama nazır camımın önünde ki çalışma masam; çevresinde gün geçtikçe biriken dergiler, kitaplarla zaten ofisteki masamın havasına büründü bile, çoktan. Günlük aktüel haberleri, insanlar nelerden bahsediyorlar takip etmeye çalışıyorum. Böyle inziva bir hayat yaşıyorken, şehir yaşantısı içinde ki insanlar için çıkan bir dergide yazıyorsan bunu yapmak zorundasın. Ama tecrübeyle sabitlenmiş olduğu üzere, tek bedene iki ayrı kimliği sığdırmaya çalışmadan. Bu bedende yaşayan ruhun gücü, tek kimliğe anca yetiyor. Daha fazlasının neler yaptığını gördük.

Yıllar boyunca hep birşeyler olmaya çalıştım. İyi bir evlat, başarılı bir öğrenci, güvenilir bir arkadaş, örnek bir eş derken Nesrin arada kaynamış, küsmüştü. Halbuki; dönem dönem bir ucundan yakalayarak, çok emek harcamıştım kendime. Özellikle kendime dışarıdan bakabilmeyi öğrendiğim dönem; uyanışım olmuştu. Gerçekten sevebilmek için, önce kendimi sevmem gerektiğini anlamış ve listelemiştim. Kendimde sevdiğim, nefret ettiğim yönleri. Şimdi dönüp baktığımda görüyorum ki; çoğunu başarabilmişim.

Listemin başında olan dürüstlüğüm hep aydınlık tutmuştu yolumu. Hayatım boyunca hiç kimseyi, en başta kendimi asla aldatmadım. Boşanma kararı almamın temelinde yatanda bu yönümdü, aslına bakarsanız. Sadece yürütmek adına, yıllarca sürebilecek aldatma ve aldanışın dehlizlerinde kaybolabilirdim. Bu yollardan geçerken çok ağladım, çok hayal kurdum, çok ama çok okudum, kalabalıklar içinde yalnız kaldım, yalnızlığımın içinde bir yığın sesle konuştum. Sonunda kendi doğru cevabımı buldum. Ahmet'i bu şekilde aldatamazdım. Ne onu ne de kendimi.

Yaşanılan bu düzende herşey sonsuza kadar sahip olmak üzerine kurulmuş olabilir. Ama bu düzeni kabul etmek zorunda değiliz. İşte sonunda yüreğimdekileri, beynimdekileri, gerçekten sahip olduğum tek şeyi; kendimi aldım ve buradayım. Hiçbir yerden gelmemişcesine, gidecek bir yeri yokmuşcasına, buradayım. Özgürüm.

Bütün bunları yazarken, zamanın içinden gene hızla geçmişim. Gün batımı gelmiş yerleşmiş penceremden gözüken denizin üzerine. Bu saatten sonra keyif vakti. Ama önce gidip meydanda ki kahveden, adıma gelmiş olan postaları almalıyım. Başlarda; köyde yaşayanlarla çay içmeye, iki sohbete bahane olsun diye posta adresi olarak kahvehaneninkini vermiştim. iyiki de öyle yapmışım. Artık alışkanlık ve büyük keyif oldu orada, onlarla vakit geçirmek. Bakın işte insanoğlu; nereye giderse gitsin, hangi yaşta olur, hangi tercihleri yaşamış olursa olsun, bir şeylere alışma hissi, güven verici oluyor.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

10 Ekim 2011 Pazartesi

HERKES GİDER Mİ? 8







Ahmet, merhaba:

Aşağıda yazdığım satırlar, okuduğum gece, duam oldular. Ay ışığı ve yüzümü yalayıp geçen rüzgarın şahidim olduğu gecede, dizlerimin üzerinde okuyarak yeniden merhaba dedim; kendime, sana, yeni başlangıçlarımıza. Sevgiyle kal.

Döktüğüm yaşları bağışlıyorum.

Acıları ve aldatmaları bağışlıyorum.

İhanetleri ve yalanları bağışlıyorum.

İftiraları ve ahlaksızlıkları bağışlıyorum.

Nefreti ve zulmü bağışlıyorum.

Yüreğimi yakan darbeleri bağışlıyorum.

Yıkılan hayalleri bağışlıyorum.

Ölen umutları bağışlıyorum.

Sevgisizliği ve kıskançlığı bağışlıyorum.

Umursamazlığı ve kötü niyeti bağışlıyorum.

Haklılık uğruna haksızlık edenleri bağışlıyorum.

Öfkeyi ve şiddeti bağışlıyorum.

İhmalkarlığı ve unutkanlığı bağışlıyorum.

Bütün kötülükleriyle dünyayı bağışlıyorum.

Kendimi bağışlıyorum.

Seni bağışlıyorum.

NESRİN

Düştüm, kalktım, Nesrin. Dibi görmeden yeni bir başlangıç olmuyormuş. Ve düştüğünde yalnız olmak çok zormuş. Sen bunları yaşarken göremediğim, anlayamadığım, elinden tutamadığım için beni affet, lütfen. Yaşanması gereken her neyse engel olunamıyormuş...

Eninde sonunda yalnız olduğumuzu anladım. Düştüğüm o diplerde, iyi günümde yanımda olanlar, gezip tozduklarım, sürekli birşeyler isteyenler yoktu; sensizlik ve ben yalnızdık.

Meyhanede çalan o şarkı ve bana yolladığın o mail, aydınlattı, sensizliğe uyandığım sabahlarımı. Düştüğümde uzanan el gene seninki oldu.

Ufacık bir daire tuttum. Paylaştığımız onca şeyi, duvarlarında miras bıraktığımız evden, dargın ayrılmadım, Nesrin. Bahçede dikili olan sarmaşık gülünlede vedalaştım, ayrılırken. Kocaman iki başlangıca gebe olan kocaman bir ayrılığın yaşandığı evimiz, dilerim ki kocaman yeni başlangıçlara şahit olsun.

Yeni evim küçücük bir mahallede. Hani eski Türk dizilerinde ki mahalleler vardır ya; ufak bakkalı, taşlı sokakları olan, öyle bir yerde işte. O günlerden kalmış, bugünden gizlenir gibi bir hali var. Kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı geçmişimle vedalaşıp, gene kimsenin bilmediği geleceğimi yaşamak için geldim, bu mahalleye.

Çok garip, yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Kalıcı bir tebessüm yerleşti adeta, dudaklarıma. Ardında bıraktığın suskunluk hala burada ama, içindeki acıyla vedalaştık ve huzur yerleşti oraya. Hayatımda ki bütün fazlalıklardan, taşımakta zorlandığım ilişkilerden kurtuldum. Müthiş bir özgürlük ve arınmışlık hissediyorum, prangalarımdan kurtulmuşcasına.

Ne kadar ağırmış, ruhum. Hep derdin ya ''Zamanın içinden geçip gidiyoruz. Farkında yaşamak lazım, hissetmek, hissettirmek lazım'', diye. Şimdi anlayabiliyorum, ne demek istediğini. Herşeyi; yeni keşfeden çocuklar gibi, heyecanla izliyorum. Kızkulesi'ni, martıları, vapurları, yokuşta ki evleri, yanımdan geçen insanların yüzlerini...Herşey yeniden renk buldu.

Yolun bir yerinde kaybetmiş olduğum, Ahmet'i yeniden bulmuş gibi, heyecanla karşıladım, buyur ettim hayatıma.

Fazla eşyam yok ama kadife kaplı yeşil koltuğu getirdim. Bu defa; üzerinde hayaller kurup umutlanabilmek, ilk defa duyuyormuşcasına müzik dinlemek, okumayı yeni öğreniyormuşcasına okumak için...

Benimle paylaştığın her söz,

Her bakış,

Hissettirdiğin her dokunuş,

Keşfettiğimiz her lezzet,

İzlediğimiz her film,

Her hayal kırıklığı,

Her mutluluk,

Her kahkaha,

Kokun

Bende mirasındır, kutsal emanetindir.

Kalbimden uçurduğum kelebeklerle

Yolluyorum, kalbimin bir parçasını

Benden, sana miras olarak.

AHMET

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

8 Ekim 2011 Cumartesi

KISA BİR MOLA


Yaklaşık bir ay öncesinden alınmış iki adet bilet, tarih yaklaştıkça konser gününün organizasyonuna ait, büyüyen bir belirsizlik, bir gece öncesinde alınan gitmeme kararı ve konserin olduğu sabah arabada dinlenen bir Cem Adrian parçası...Sonuç: Saat 16.00 gibi kızkardeşim Özlem'le yaptığımız telefon konuşmasında bütün ayrıntıları konuşarak hedefe kitlendik. İş dönüşü çocukları yedirme, taksi ayarlama, kocalara haber verme derken 20:45 civarı Taksim Gezi Pastanesi'nde buluştuk. Arkadaşlar sonrası bir rüya gibi geçti dersem sanırım abartmış olmam.


Bu yaşıma kadar; uzun zaman beğenerek izlediğim, takip ettiğim nice müzisyen, tiyatro sanatçısı, yazar var ki; karşılaştığım herhangi bir sahne performansından -kimilerinin canlı sesini duyunca şok olmuşluğum bile var-, izlediğim söyleşisinden, tesadüfen sokakta şahit olduğum başkalarıyla diyaloglarından  sonra bir daha hayatımda eski anlamlarına asla sahip olamamışlardır. Yani büyük hayal kırıklıkları. Peki Cem Adrian?


O kulaklarıma kazınsın istediğim sesiyle Cem Adrian ise; kayıtlarda dinlediğim sesiyle tamamen aynı sesine, sahnedeki duruşuna, işini ciddiyetle yapışına şahit olduktan sonra gözümde devleşti. İnanılacak gibi değil. Bir müzik ziyafeti yaşadık. O elleriyle, güçlü sesiyle masallar anlattı bize. ''Tanrı daha unutmadı bizi'' dedi. Kadın oldu, erkek oldu, kelebek oldu, melek oldu, aldatan - aldanan oldu, özleyen - özlenen oldu...En önemlisi de her masala şahitlik edebilmemizi sağladı. Kah ağladık, kah coşkuyla haykırdık. Elf'in tembihi üzerine bir kaç video çektim fakat izlerken arka fonda çıkacak olan kendi seslerimizi hesap edemedim. Bu sebeple de paylaşamıyorum.


Gitmek konusunda bizi tereddüte sevk eden konu aslında performansın sergileneceği mekana ilk gidişimiz olacak olması oldu. En son MFÖ konseri için gittiğimiz Romeo Juliet (İstanbul)' da yaşadığımız berbat organizasyon sonrası kabusa dönen gece unutulacak gibi değildi. Ama artık bünyesinde düzenlenen her organizasyona düşünmeden katılabileceğimiz bir mekan var. Evet. Jolly Joker İstanbul. Güvenlik görevlileri, servis elemanları, yüksek ve açılabilinir tavan, dolayısıyla sigara içilebilinen geniş bir alan, mükemmel ses düzeni şu iki arada aklıma gelenler bunlar. Özetle; mekan desteğide eklenince müzik ziyafeti tam oldu.


Gerçi Özlem'in demesi o ki; her şeyin bu kadar mükemmel olmasına sebep O'nun melekleriymiş. Trafik melekleriyle başlayan gece, aklından geçen parçayı çaldıran dj melek ve daha binimum melekle berabermişiz dün gece. Ama laf aramızda gece boyunca Özlem'in bozulduğu tek şey oldu: Girişteki elemanların bize kimlik sormamış olmaları.- bu cümleden sonra yaş ortalamasınıda tahmin edersiniz-


AĞLADIK


ÇIĞLIK KIYAMET SÖYLEDİK


MELEKLER GETİRDİ


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

7 Ekim 2011 Cuma

HERKES GİDER Mİ? 6 - 7







Kendimi birden gece alemlerinin içinde buluverdim; ne aradığımı, neyden kaçtığımı bilmeden, Nesrin. Hiç birşey, hiç kimse iyi gelmedi, paylaşıp azaltamadı sensizliği. Terapilere gidip, antideprasanlar kullandım. Az kitap okuduğum konusunda eleştirirdin ya, okudum. Bu sefer de sen değil sensizlik vardı be Nesrin. Olmadı işte, beceremedim.

Geçen gece, kendimi beraber gittiğimiz meyhanenin kapısında buluverdim. Asmalı'da ki küçük meyhane. İçeriye girip, köşedeki masaya oturdum. Rakıyı masaya getirdiklerinde, servisi kendim yapmak istediğimi söyledim. Bardağıma önce buzları koydum, ardından suyu ağır ağır ilave etmeye başladım. Her seferinde, bir çocuk merakıyla, mucizeye tanıklık edercesine izlerdin, buzların rakının içinde eriyip gidişlerini.

Beni avutacak birşey bulmaya geldim aslında, buraya. Avutacak, suskunluğu bozacak, bozabilecek birşey bulurum diye. Hayat gerçekten zorla yaşanmıyor. Özgür bırakmalıyım. Kalbimin kapısını açıp gitse bu acı. Hesapları kapatmalıyım artık, seninle değil kendimle olan hesaplarımı. Dediğim gibi; öfke, kırgınlık yok içimde, sadece suskunluk.

Yara aldı ve sönmeye başladı ruhum, adeta. Ama bu, sana duyduğum sevgi ve güveni yok etmiyor. Etmeyecek. Anladım ki bir yerlerde olduğunu, nefes alıyor olduğunu bilmek yetecek...Sen, benim sığınabileceğim limanım olacaksın.

Bazı sabahlar; gitti zannediyorum. Ama arkamı döndüğüm bir an da, bakıyorum ki orada, olduğu gibi duruyor yokluğun. Bir gölge gibi takip ediyor, beni.

Bak Nesrin, en sevdiğin parça çalıyor. Hani sarhoş olmaya başladığında, bir şey dalgalanıyor gibi hissedersin ya içinde...Sanki aylardır, bu parçayı duymayı bekliyormuş gibiyim. Kendiliğinden bir tebessüm belirdi dudağımın kenarında. Beni avutması için, sen mi yolladım bu parçayı? Bilmediğim uzak bir yerden. Teslim oluyoruz kalbim ve ben; açıyoruz kapılarımızı, hüznün gitmesi için.

 

 

HERKES GİDER Mİ? 7




İki aydır, günlerimin büyük bölümü, evde ve bahçedeki tadilat işleriyle uğraşarak geçti. Tesisatta yapılması gereken değişiklikler, korniş eklentileri, beyaz eşya eksiklerinin giderilmesi falan derken hayli yoğun geçti günlerim, anlayacağın. Dergiye yollayacağım yazılara, yalnızca geceleri vakit ayırabiliyorum. Gerçi eskiden yetmeyen geceler, şimdilerde daha uzun, adeta.

6 Ekim 2011 Perşembe

HERKES GİDER Mİ? 5



Köye 20 km. kaldığını gösteren tabelayı görünce, emlakçıyı aradım. ''Tamam Nesrin Hanım; muhtar sizi bekliyor.'' cevabıyla biraz daha rahatladım. Evin anahtarının olduğu ve beni eve götürecek olan muhtarla meydandaki kahvede buluşacaktım. Öğle saatleri yavaş yavaş geride kalmıştı, artık. Kahvede buluştuğum muhtarın, ikram etmek için ısrar ettiği çayı içtikten sonra yorgunluğumu iyiden iyiye hissetmeye başlamıştım. Ev diğer evlerden yürüme mesafesinde olmasına rağmen pek köyün içinde sayılamazdı. Denizin üzerinde yükselen bir burunun üzerinde inşaa edilmişti; bir deniz feneri edasıyla. Eve varınca; anahtarla kapıyı açıp önüm sıra içeriye giren muhtarın bir an önce gitmesini ve yalnız kalmayı istiyordum. Bunu sorularına verdiğim kısa cevaplardan anlayabilecek kadar kibar biriydi muhtar. Bir ihtiyacım olduğu taktirde aramam için telefon numarasını bırakarak yanımdan ayrıldı.

Arabada ki eşyalarımı boşaltmaya başlamadan önce, bahçeye çıkıp manzaraya karşı öylece durdum. Denizi köpük köpük dalgalandıran, saçlarımı savuran bir rüzgar vardı. Yağlı boya bir tablonun içinde gibiydim, adeta. Bir melodi peydahlandı kulaklarımda; gözlerimdeki yaşları çağıran. Gözyaşlarım, bir çığlıkmışcasına süzülüyordu yanaklarımdan. O an hissettiğim neydi tam olarak bilmiyordum bile ama ağlıyordum, işte.

Eve girdiğim anda ilk dikkatimi çeken ve hayran kaldığım zemine döşenmiş çiniler oldu. Arabadaki eşyalarımı, girişteki sahanlığa taşıdım. Evde çok az eşya vardı. Salonda bir çekyat, masa ve iki sandalye, yatak odasında ise üzerinde sünger bir döşek olan somya, boyası iyiden iyiye gitmiş iki kapılı bir dolap. İlk iş olarak; masayı camın önüne çektim. Çantamdan bilgisayarımı çıkartarak üzerine yerleştirdim. Ricam üzerine teknoloji, benden önce eve gelmişti bile. Ekranda Google amblemini gördüğüm an yaşam başlamıştı sanki evde.

O an yorgunluğuma iyi gelecek tek şey demlenmiş çay olabilirdi. Mavi dolapları olan mutfağa girdim. Çiniyle döşenmiş beton tezgahın üzerinde, mutfak eşyalarımı sığdırmış olduğum koliyi açtım. Acil ihtiyaç listesi yaparak hazırladığım koliden; demliğimi, çayımı, ince camdan yapılmış, ince belli çay bardağımı çıkarttım. Musluktan akan suyu direk kullanabilmenin lüksünü yaşayarak demliği ocağa koydum. Akşamı geçirebileceğim atıştırmalıklarım vardı. Zaten sabah ilk işim şehre inmek olacaktı.

Geceyi, tavanda sallanan ampül eşliğinde çayımı içerken e-postalarımı okuyarak ve diğer kolileri üstün körü açarak geçirdim. Hep burada yaşamışcasına rahattım. Bu huzurla sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Deliksiz uyuduğum geceleri hatırlayamıyordum bile.

Günün ilk ışıklarıyla uyandım. Zamanın birinde, cuma pazarından aldığım, kıymetlim olan polar sabahlığımı üzerime geçirdim. Ocağın üzerine suyu koyup banyoya girdim. Onbeş dakika sonra, yeni güne, denize, bahçeme, yarısı yıkılmış çitlerime, günaydın demek için; üzerimde polar sabahlığım, elimde kahvemle bahçedeydim.

Hazırlanıp evden çıktım. Meydana uğrayıp, fırından simit aldıktan sonra yola koyuldum. Evden çıkarken, akşam almış olduğum ölçüleri not ettiğim kağıdı, yanıma alıp almadığımı kontrol etmeyide ihmal etmemiştim. Planım; bugün mobilya alışverişinin birinci etabını bitirmek, mutfak için yiyecek alışverişi yapmaktı. Hiç araştırma yapmaya falan gerek duymadan önceden kafama koyduğum gibi, köye geliş yolunda önünden geçtiğim Ikea'nın yolunu tuttum.

Her zaman ki gibi olan oldu; kendimi tutmakta hayli zorlandım. Buna rağmen neredeyse tüm günü orada geçirdim. Vidasıydı, otuydu, püsürüydü saatlerimi aldı. Gerçi yapacak daha önemli işim, yetişecek bir yerim olmadığından olsa gerek hayli yaydım kendimi. Montaj ekibiyle, ertesi sabah için sözleşerek ayrıldım oradan. Yiyecek alışverişi için gideceğim markette de sapıtmamak için çıkmadan karnımı doyurdum. İsabetli bir karar vermiş olduğumu anlamam uzun sürmedi. Çünkü; reyonların önünde, bomboş olan buzdolabı gözümün önüne geldikçe, içimdeki canavar hörtlüyordu.

Bu sefer; dönüş yolunda, aldıklarımı nasıl yerleştireceğim kabusu sarmadı. O anda kurduğum ve beni heyecanlandıran tek şey; acele tarafından bir salata yapıp, şarabın eşliğinde oturup keyif yapacak olmanın hayaliydi. Öylede yaptım. Dönüşte yanıma aldığım temel mutfak eşyaları ve yiyecekleri yerleştirdim. O eşyalarla birlikte aldığım abajurda, masamın üzerindeki yerini aldı. -Gerisi bekleyebilir- diye düşündüm. İyiki de öyle yapmışım.


Sabah gözlerimi açıp saate baktığımda, bu kadar erken ve zinde gözlerimi açabildiğime inanamadım. Uzun bir gece olmuştu, çünkü. Baştan başlıyor olmak diriltmişti sanki beni. O saatlere kadar okuyup, o kadar şarap içtiğim gecelerin sabahları; yataktan çıkacak gücüm olmaz, ayılamazdım bir türlü. Buraların havasından suyundan ya da yeniden başlıyor olmanın heyecanından mı bilinmez ama tazelenmiş hissediyordum kendimi. Ne istediğimi de, ne istemediğimi de...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

4 Ekim 2011 Salı

HERKES GİDER Mİ? 4






Sensiz sabahlara uyanıyorum. Yüreğimi taşıyamacağımı zannediyorum. Çok yalnızım, kadınım.( Nesrin ) Sen giderken beni esir alan öfke de gitti yapayalnız kaldım. Kocaman bir suskunluk kaldı, geride. Sabahları hazırlanırken dinlediğim radyo bile suskun artık. Seni ve senli günleri hatırlatan hiçbir şeye tahammülüm yok.


Ofiste çalışırken, Çevremdeki tüm sesler susmuş, tüm renkler silinmişte hareket eden sadece bedenim-miş gibi geliyor. Bu sessizlik hapsetti beni. Bazı anlar birşey oluyor; birden seni iş yerinde çalışıyor sanıyorum, elim telefona gidiyor. Akşam mesai bitince eve dönecekmişim sanıyorum. Seni, bizi ne kadar çok ertelemişim , Nesrin. Aklıma düştüğün anlarda seni arayıp özlediğimi söyleseydim. Çiçekçinin önünden geçerken, trafiği boşverip kapsaydım bir demet çiçek. Rüzgar saçlarında dolanırken yüzümü sürüp, sarılsaydım doyasıya. Ertelemelerin böyle bir son hazırlayabileceğini bilemediğim, sahip olduğumuzun ne kadar özel olduğunu unuttuğum için affet beni.


Arkadaşlarım bıkıp usanmadan arıyorlar. Senin evde olduğunu, olacağını bildiğim akşamlar; ne kadar çekici gelirdi, bir kadeh atmalar, erkek erkeğe sohbetler. Sen benim ne kadar çok şeyim-mişsin. İçimde ne kadar çokmuşsun ki sen gittiğinden beri, anlamsız kaldı, herşey.


Nedensiz uyanıp, usul usul ağlıyorum, geceleri. Korkulu rüyalardan uyandığımda; masallar, ninnilerle annemin dizlerinde uykuya daldığım çocukluk gecelerimi özledim. Yitirilmemiş şansları, kirletilmemiş, nasır tutmamış duyguları, yürek titremelerini...Tekrar annemin dizlerinde yatan o çocuk kadar yolun başında olabilmeyi ne çok istiyorum bir bilsen.


Ben herşey yolunda zannederken daha doğrusu öyleymiş gibi yaparken; anlatmaya çalışmaktan vazgeçmedin. Ne zaman ''nefes alamıyorum'' dedin. İşte o an durdu herşey. O andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kim bilebilirdi ki; ikimiz içinde birer başlangıç cümlesi olacağını. Evet, başlangıç. Ne kadar sancılı olsa da...Cebimizde ağırlık yapan herşeyi boşaltıp, yanımıza yalnızca zaman içinde biriktirdiğimiz masallarımızı alarak yola çıkma vakti.


Şimdi nerede, ne yapıyorsun, acaba? Uzun zamandır ertelediğin yolculuktasın. Güneş senin için tekrar doğmaya başlamıştır, umarım. Her zaman dediğin gibi; zaman, zamanla geçecek. Zaman benide iyileştirecek. Seni hatırlatan herşeye, herkese tebessümle bakabileceğim, günü geldiğinde.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

HERKES GİDER Mİ? 3



   Nesrin:

   Çay molasından sonra tekrar yola koyuldum. Çok önceleri okuduğum bir biyografide, kadının yaşadığı her dönemi bir film, kendisinide başrol oyuncusu olarak gördüğünü okumuştum. Bu şekilde herşeyin üstesinden daha kolay gelebildiğini yazmıştı. Herşey bir film gibi; başlıyor ve bitiyor.Yolculuğumun başlangıcından beri ben de bir filmin içinde gibiyim. Yazanın da, yönetinin de, oynayanının da ben olduğum bir film. Bu düşünceler içinde birkaç saat daha araba kullandıktan, virajlarda, batmaya hazırlanan güneşle saklanbaç oynadıktan sonra girişinde sağlı sollu zeytin ağaçlarının olduğu bir köye geldim. Deniz kenarına giden yolu takip ettim.

   Yanından geçtiğim yabancının, tarif ettiği pansiyonun önüne parkettim arabayı. Beyaz boyalı, üç katlı bir binaydı. Pansiyonun önündeki tahta iskemlede, orta yaş üstü bir adam oturuyordu. Ben arabadan inerken ayağa kalkıp yanıma gelerek, güleç yüzüyle selam verdi. Adının Pakize olduğunu sonradan öğrendiğim eşiyle beraber, ufak el çantamla odama çıkana kadar eşlik ettiler, bana.

   Oda mis gibi badana kokuyordu. Odada; çift kişilik bir yatak, ufak bir gömme dolap ve bir masayla sandalye vardı.Uçlarında dantel oyası olan keten perdelerden akşam güneşi sızıyordu. Hemen bir duş alıp kendimi yatağa atmak için sabırsızlanıyordum.

Uyandığımda hava kararmıştı. Karnım açlıktan adeta zil çalıyordu. Giyinip aşağıya indim. Binayla deniz arasına konan altı masa vardı. Etrafı, uzun beyaz, ağaç dallarına dolanmış kabloya eklenmiş olan ampuller aydınlatıyorlardı. Diğer masalar yemeğe çoktan başlamışlardı. Pakize Hanım'ın eşi Mahmut Bey, saygıyla yanıma yaklaşarak menüde bulunan yemekleri sıraladı. Benim içinde uygun olduğunu söylememden sonra mutfağa doğru yöneldi.

   Bardağımdaki buzların üzerlerine döktüğüm rakıyla buluşmalarını izlerken mest olmuştum, hele o anason kokusu, yok mu. İlk yudumu alırken diğer masalara şöyle bir göz attım. Yaşlı bir çiftin masasında bir haraket vardı. Adam elindeki şalı  eşinin omuzlarına yerleştirdikten sonra kalkmasına yardım etti. Eşinin kolunu tutup özenle kendi kolunun arasına yerleştirdikten sonra ''iyi geceler'' dileyerek, ağır adımlarla pansiyona doğru yöneldiler. Diğer masada ki çift çocuklarını henüz uyutmuş pusete yerleştirmiş, sessizce konuşuyor, gülümsüyorlardı. Muhabbet onlar için yeni başlıyordu.

   İkinci kadehe geçmiş, dalmıştım ki bir ud sesi çalındı; çakıl taşlarına vuran suyun sesiyle dolmuş olan kulaklarıma. Daha güzel hiçbir şey eşlik edemezdi, masamdaki kadehim ve geceme...

   Odaya çıkıp yastığa kafamı koyduğumda ilk defa Ahmet'in o an ne yaptığını düşünmüştüm. Ayrılma kararı arifesinde de, sonrasında da O'nun içinde iyi olanı dilemiştim, hep. İkimizin içinde de bizi peşinden sürükleyebilecek, devam edebilmek için ihtiyacımız olan, istek kalmamıştı. Hiçbir zaman evliliğin standartları  olduğuna, belli kalıplar içinde yaşanılması gerektiğine inanmamıştım, zaten. Ama yaşadığını hissedebilmeliydi, insan. Benimkiler kadar Ahmet'in de, yaşadığını hissedemeden geçirmiş olduğu günler için üzülüyordum. Umuyorum ki; O'da silkelenir ve tekrar nefes almaya başlar.

   Sabah gözlerimi açtığımda, tekrar filmin başrol oyuncusuydum. Demli çay ve tatlı sohpetin eşlik ettiği kahvaltıdan sonra Mahmut Bey ve Pakize Hanım'la vedalaşarak yola koyuldum.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

3 Ekim 2011 Pazartesi

HERKES GİDER Mİ? 2







Güneşli bir gündü. Ama hiçbirşeyi aydınlatmıyordu. Aydınlatamıyordu. Adliyenin önünde durmuş onu izliyordum. Kadınım ( Nesrin ) gidiyor ve ben arabasının arkasından öylece bakıyordum. Acaba,  acaba frene basacak mı? diye. Araba gittikçe uzaklaştı, ben arkasından öylece bakarken. ”Yeniden deneyelim. Geçmişte yaşadıklarımızı silip yeni bir başlangış yapalım.” diyerek inmedi arabasından. İçimde bir daha asla kapanamayacak bir yara açılıyordu adeta. Nereye gideceğimi bilmiyor, öylece,  yok oluvermek istiyordum orada.

   Ama hiçbirşey yok olmadı. Dönüp, otoparktaki arabama doğru yürüdüm. Anahtarı kontağa sokmak için eğilince yüreğim acıdı, sanki. İçinde o kadar sıcak bir yara vardı ki; ne zaman soğuyup kabuk bağlayacağını bilmediğim. Yol boyunca gördüğüm herşey rengini yitirmiş gibiydi. Daha önce böyle bakmışmıydım, onu da bilmiyorum. Ama güneş bu kadar solgun muydu, ağaçların yeşili böyle miydi. Bu şarkı hiç bu kadar efkar sardırtmamıştı içimde biryerlere.

   Apartmanın önünde oturdum arabanın içinde, öylece. Keşke dinleseydim Hakan’ı…”Ev dayanılmaz olur abi, yeni bir daire tutalım sana” demişti. Dinlemedim. Kapıyı açınca, kokun çarptı yüzüme. Öylece attım kendimi salondaki koltuğun üzerine. Üzerinde uyuya kaldığım için sürekli söylendiğin, herzamanki koltuk var ya onun üzerine. Bilsen ki şimdi uyumak ve bir daha uyanmamak istiyorum, o koltuğun üzerinde. Seslerimizi gerçekten duymayalı bu kadar çok mu olmuştu? Birbirimizi dinlemeyeli…O halde; neden sesin kulaklarımda hala.

   Keşke diye başlayamıyorum bile. Ne kadar çok birikmiş o keşkelerden, şimdi söylesemde bir yararı dokunmayacak olan keşkeler. Sebeplerin yaratılmasında başrol oynayan adamın haline bak, şimdiden bir bakışa muhtaç halde yatıyor; kadife kaplı yeşil koltuğunun üzerinde öylece. Her yerde anılar var, neden baharın ilk esintisine benzeyen kokunuda götürmedin giderken? Neden? Neden, gözlerin hala buradalar, içtiğin son kahvenin fincanını neden kaldırmadın? Dudaklarının tadı  hala üzerinde, küllükte duran izmaritin.

  Gidişinin üzerinden geçen üç günde hiçbirşey değişmedi.

  Defalarca konuştuğumuz ayrılık gerekçelerimiz, ortak aldığımız kararlar, hepsini unutamazmıyız? Unuturum zannettiğim, sana, bize ait hiçbirşeyi unutamıyorum. Sabahları tekrar sana uyanmak, geceleri nefesini hissederek uyumak istiyorum. Biliyorum biliyorum, gene bencilce düşünüyorum. Şimdi daha iyi anlayabiliyorum; sen daha yanımdayken, ben terketmişim seni. Ama giden sen oldun. Demiştin ya ”Her erkek hayatındaki kadının balkonundan bakar hayata, kadının gördüğü manzaradır; onları mutlu ya da mutsuz eden” diye. Sen gittin gideli; baktığım yerden, uçsuz bucaksız çöllerden başka birşey görünmez oldu..  Yalnızlığın bu kadar korkutucu olduğunu bilmiyordum, neden söylemedin, Nesrin. Bu yalnızlık, bu acıyla nasıl başa çıkılabilinir bilmiyorum. Sensiz nasıl yaşanır bilmiyorum.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL