29 Ağustos 2011 Pazartesi

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN KIZ KARDEŞİM


Hayatımdaki herşeyde, her anda bir parçan var.


Doğduğun andan itibaren; annemim pişirdiği yemekleri, annemin babamın sevgisini, evde yanan sobanın sıcaklığını, uzun yıllar odamızı, giyisi kitaplarımızı, yatılı okulda korkularımızı, gözyaşlarımızı paylaştık.


Sonra Vilo'nun topuklu ayakkabılarını giyip bıkıp usanmadan oynadığımız öğretmencilik oyunlarında, gözyaşlarımın hepsinde, kahkahalarımda, kavgalarımda, aşklarımda, bütün tatillerimde, okumayı öğrenişimde, ergenliğimde, anne oluşlarımda, hayatıma girenlerde, hayatımdan çıkanlarda...Kiminde bakışların, kiminde kokun, sözlerin, çığlıkların, yağmuru kıskandıran küçücük ellerin, kıvırcık saçların vardı.


Evin çingene çalıyor, çengi oynuyor durumda olması, doğumdan çıkışımın üzerinden henüz üç- dört gün geçmiş olması, gelecek dünya kadar misafire yemek pişirmek zorunda olmam, işe gidecek olmam, gözlerimden uyku akıyor olması gibi durumların hiç biri ''Hadi be birer kahve yapıp, keyif yapalım'' demene engel olamadı, olmasın da. Sen karşımda hep; önünde kahven, elinde cigaran, kulağında telefonla kal; yeter ki gözümün önünde ol. Okuduğun kitaplardaki satırların altlarını benim için çizmeye, seni etkileyen birşey okuduğunda beni aramaya devam et. Ağlamak için, gülmek için, mutlu ya da sinirliyken farketmez, yeter ki ara, yeter ki...Giyisilerimi - ayakkabı - çantalarımı giymekle yetinmeyip alıp götürmeye devam et, yeter ki benimle ol. (Bu maddeyi fazla ciddiye alma!)


Bütün naifliğin, sevgi için yerin asla tükenmeyeceği kocaman kalbin, cesaretin, korkaklığın, şen kahkahan, alınganlığın, samimiyetin, suskun durgunluğa hızlıca geçişin, keçileri hayrete düşürecek inatçılığın, herşeyinle, seni çok seviyorum, kız kardeşim.


''Atsan atılmaz, satsan satılmaz'' cinsinden kardeşlik, ''iyi günde kötü günde; ölüm bizi ayırana dek'' misali  kız kardeşlik.


Seni pamuklara sarıp sarmalayasım, koruyasım var. Ruhuna iyi gelecek bütün güzellikleri doğum günü hediyesi olarak önüne seresim var. Bu satırları okurken gördüğün manzarada, okuduğun satırlarda her yerdeyim ve seni seviyorum. İyiki doğdun, iyiki varsın.


Meleklerden senin için; ailemizle geçireceğimiz, mutlu, sağlıklı nice nice yaşlar diliyorum.


Doğum günün kutlu olsun.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

PAZAR GÜNU ANILARI


    Geçen hafta vapur gezisi dönüşü karar verdiğimiz üzere dün sabah kahvaltıyı Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesindeki kafede yapmak üzere evden çıktık. Anacığım saray bahçesi deyince insan bir halt bekliyor; hataaa. Gene beklentiyi yüksek tutmanın getirdiği büyük hayal kırıklığı! Zaten bu son günlerde yaşanan hayal kırıklıklarıyla nasıl başa çıkacağız; o ayrı. Dönelim kahvaltıya; sakın sizde bizim gibi saray bahçesinde kahvaltı lafına aldanmayın, gidin bir çay bahçesine. Kale'de ki kahvaltının canını seveyim. ( http://www.kalecafe.com/ ) Ekmeği menemene bandırıp, bal-kaymak yemedikten sonra ne edeyim pazar kahvaltısını.




                  Ama kahvaltı bahanesiyle erken gitmiş olmamız iyi oldu; kafeye girmeden gezi biletlerini almamış olsaydık hayli sıra beklermişiz. Eşeden köşeden bir şeyler yedikten sonra adım attık saray bahçesine. Ne mi oldu; Oğuz başladı ''Dolmabahçe Sarayı''ndaki dolmaları aramaya. Onları bulamayınca keşif sırasında bulduğu, yanında ''lütfen dokunmayın'' tabelasının bulunduğu aslan heykeline sarılmış yatıyor üzerinde.



   Neyse girdik sıraya, başladık Türkçe rehber eşliğindeki tur grubunun oluşmasını beklemeye. Tabi tura türkçe bilen arap, azeri herkesin alındığını bilseydik eğer; rehpersiz gezmeyi tercih ederdik. Zannedersiniz adamlar sarayı gezmeye değil tekrar feşfetmeye gelmişler, sanırsınız rehper onları bırakıp kaçacak diye o kadar korkuyorlar ki önündekini ite ite ilerlemeli, sanırsınız dokunmayın ya da basmayın, fotoğraf çekmeyin uyarıları laf olsun diye yapılıyor. Elif ve ben insanları ağızlarımız açık izlerken baktım Oğuz paçamı çekiştiriyor; kestane ağaçları nerede, diye. Rehper yerdeki parke cinsini anlatırken kestane ağacınında kullanılmış olduğunu söylerken ne bilsin Oğuz yaş grubundaki çocuklar bunu böyle algılayacaklar. Allahtan Selamlık bölümü gezisi sonunda o kadar yorulmuştu ki birşey duyamaz ve göremez hale gelmişti. Çareyide ablasına yalakalık ederek kucağına çıkmakta buldu; bahçedeki kedileri görene kadar...

  Bu turda canın nerede yandı, nerede Atatürk'e verdiği sözü tutamadığına inanan cumhuriyet çocuklarının hepsinin sorumluluğunu üzerimde hissederek gözlerim doldu, başım öne düştü dersiniz; Atatürk'ün üzerinde Türk Bayrağı serili yatağının başucunda tabiki!!!


Oradan ayrıldık ver elini Galata...Oğuz'un deyimiyle Rapunzelin kulesi!




Tırmanışa başlamadan önce öğle yemeği yiyelim diyerek oturduk çevresindeki bir restauranta. Oturduk ama bizim ki gene yok oldu ortalıktan. Kafayı çevirdik ki turistler çevresini sarmış fotoğraflarını çekiyorlar, ne halde mi;







     Dolmabahçe'dekiler elinden kurtulmuşlardı ama bu kedi başaramadı. Gerçi bu güzel yaratıkta halinden pek şikayetçide değildi. Bunların hepsini bir sandelye çekişi arasında geçen saniyelerde nasıl başarıyor aklım almıyor. Yemek kedi ve Erdo'nun hemşosu çıkan garsonda katılınca oldukça keyifliydi. Bayramlaşıp ayrıldık ve bu seferde kuleye çıkış için asansör kuyruğuna girdik. Manzara nefes kesiciydi; Hazerfen misali kanat takıp uçası geliyor insanın. Abicim çok güzel bir şehir şu gözünü sevdiğim İstanbul be...







Çıkışta tabanlara kuvvet vurduk Tünelden Taksim'e; Oğuz'un da pusette uyumuş olmasını fırsat bilerek. Gerçi Elif'te bir puset içinde oturuyor olmak için neler verirdi.


İşte o kaldırıma, yanına ben de oturdum başladık düşünmeye; bunca insan, bunca birbirine hiç benzemeyen, birbirinden farklı düşünen, inanan, yaşayan insan...Her gece girilen bunca ev, açılan bunca ekran, edilen bunca sohpet, kavga, okunan o kadar kitap...Alınan o kadar soluk, harcanan o kadar enerji...Ve yaşanan bu kadar hayat. Hepsinin yükünü çekmeye çalışan, yokolan, yokolmaya direnen bir tane gezegen, dünya...





Biz de onca insan arasında insanlar olarak kitaplarımızı, cd lerimizi sonunda da hepimizi dirilten dondurmalarımızı alıp otoparkın yolunu tuttuk, yedi tepesi binalardan gözükmez olmuş, yeşili git gide azalan, kendi sesini kaybetmeye başlamışken yalnızca yaşayanların seslerinin duymaya başlamış bu güzel şehrin trafik keşmekeşiyle yüzleşerek evimize dönmek için...Ama tekrar görüşmek üzere vedalaşmayı unutmadan. Sevgiyle...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

26 Ağustos 2011 Cuma

ALLAHIM BİR AKILLI YA, ŞU ZAVALLI KULUNA, LÜTFEN...



  Hepsi mi beni bulur arkadaşım...Kesin deli mıknatısı var bende, kesin.


   Koca desen bulduk birbirimizi; dünya yansa umrunda olmayan, benimle kafayı bozmuş cinsinden. Çocuk desen; birincisi duygusalın diplerinde, roman kahramanı gibi dolanıp durur...İkincisi; tüm dünyayla barışık, dışa dönüklüğü geçip dışarılarda yaşayan cinsinden. İkisinde de derin derin düşündüren, gerçeklikle, ölümle, rüyalarla, gezegenle ilgili sorular. Kardeşin biri, kız olanı; kelimelere sığmaz derecede keyif p......gi, bir elimde cımbız bir elimde ayna derken öbür yandan tek besin kaynağı sevgi olan cinsinden. Kardeşlerin erkek olanı desen; ''geçer, geçer'', ''boşver, tamam ya...''dolanıp duran, çılgın bi herif. Annemle babamı yazmıyorum bile; denge tankı olan annem bir mikser olan babamla. Her ne kadar denge tankımızın ayarını tutturabilmem uzun yıllar almış olsa da...


Arkadaşlar hepten çıldırık. ( o kelimede ne demekse, şimdi duyuyorum ''çıldırık'') Kimi işle, kimi kocayla, kimi alışverişle, kimi kitaplarla, okumakla, kimi ev işleri - yemek - çocuklar şeytan üçgeniyle, kimi de benimle bozmuş cinsinden. Son zamanlarda benimle fena bozmuş bir tanesi var ki, kendisi dost denilenlerinden, dost olanlarından, bozulmamış - bozmamışlarından, vicdanlı fikirli kültürlüsünden ama ne halt edeceğimi bilemiyorum, onunla. Hatunda; hassasiyet hat safhada ki ben fazlaca yoksunum, maillar mesajlar şifreli ki ben asla imalardan, şifrelerden anlamam. Biraz önce gelen son mesajla çakılıp kaldım, yazıyorum. Şimdi sabah kadar yatakta; dön baba dönelim.


İşte bu sebeplerden dualarıma bir tane daha ekliyor ve normalinden birini istiyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Ağustos 2011 Perşembe

FLİPPED ( 2010 )


İlk bakış...


Parçalara bakıp bütünü görebilmek...


Gerçekten öfke duyduğumuz kim, yalnızca kendimize mi öfkemiz?


İlk aşk gerçekten unutulmazmıdır? Ya ilk öpücük...


Aşk, bir daha ikinci sınıfta olduğu kadar saf yaşanabilinir mi?


Filmi izlerken; yüzümde tebessüm, aklımda ise çocukluğumda kalan, annemin pişirdiği kekler, pastalar eşliğinde, televizyon karşısına kurulup, ailece pazar filmlerini izlediğimiz, keyif dolu, mis kokulu hatıralarım vardı.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

24 Ağustos 2011 Çarşamba

HAYALLE GERÇEK ARASINDA






Onları düşünürken bile, biri anlayacak diye korktuğu yasaklı hayali arkadaşları vardı; ne zaman geleceklerini hiç bilemediği. Yorgun argın işten çıkmışken, telaşlı adımların kol gezdiği kaldırımlarda yürürken, çalıştığı, pasajın içindeki kumaşçının kasasında günsonu hasılatı kontrol ederken ama en çokta onları rahatlıkla çağırdığı gecelerde gezinirdi hayalindeki o uzak hayatlarda. Yastığına başına koyduğu anlarda dalıp giderdi hayaller ülkesine, korkmadan. Suya düşen çakıl taşının yüzeyde bıraktığı halkalar gibi içini dalga dalga sarar, heyecanlandırıverirlerdi onu.


Toplumca onaylanmış, kurallarla, ortalamalarla sabitlenmiş bir yaşantısı olmuştu. Çocukluğundan itibaren hep ortalarda tanımlanabilecek bir yerlerde başlayan hayatı öylede sürüp gitmişti. Ne mutlu ne de hüzünlü denilemeyecek, yüzünde taşıdığı o ortalarda bir yerlerdeki tebessüm gibi. Kabuğunu kırmasını gerektirecek, zorlayıcı bir mücadeleye hiç girmemiş olmasınında etkisi vardı, bu  yaşantısında.


Evin üç çocuğunun ortancası olarak dünyaya gözlerini açmıştı. Üç çocuğun yaşadığı bir ev olmasına rağmen; sesler hiç yükselmezdi o evde. Bir elin parmakları misali üç kardeşin üçüde birbirlerinden farklılardı. Ama; bu evde yaşayan üç kardeşde ortak birşey vardı; sükunet.


Küçük yaşta görücü usulüyle evlendirilmiş anne ve babaları; iki ayrı karakterin bir araya gelerek kurduğu bu yolculuğun başındaki kabulleniş ve sorgulamayışın izlerini sürmüş ve kabul etmişlerdi birbirlerini hayatlarına. Herbirinin görevlerinin yazılı olduğu bir kitap ellerindeymişcesine; görevlerini, yerlerini bilerek yaşamış, yıllar içinde de sevip saymışlardı birbirlerini. Beraber yüklenilecek herşeyi sessizce, dört elle kaldırıp koymuşlar omuzlarına...


Evlerinde hiç büyük kalabalıklar hatırlamıyordu. Kendi dertleriyle dertlenmiş, kendi küçük mutluluklarıyla sevinmişlerdi. Bu küçük dünyalarının içinde Birkan, bu hayal alemiyle ilkokul yıllarında tanışmıştı. Afacan bir oyun arkadaşı hayal ederek ve onunla oyunlar oynayarak. Zaman içinde de birçoklarıyla tanışmış, birçoklarına veda etmişti. Hepsinde ortak olan tek bir şey vardı; gerçek hayatında da asla olamayacak olmaları.


Hele aralarında bir tanesi vardı ki; ergenlik döneminin sonlarına doğru dahil etmişti hayal dünyasına; pırıl pırıl kızıl saçları, yüzünde her daim ağır makyajı, elinde sigarasıyla, balık etli bir afet. Hayali öyle karşı konulmaz, öyle davetkar çağırırdı ki...Nice geceler işten çıkıp onun kurduğu rakı sofralarına oturmuş, nice geceler onun yatağında, alkol kokan nefesiyle hoyratca sevişmişti. Uzak akrabalarından birinin aracılığıyla  evlendirildiği karısıyla asla sevişemediği gibi.


Bir de; tam bıçkın delikanlı, mahalle kabadayısı hayali abisi vardı. Uzun uzun dertleştiği, zaman zaman sırlarını verdiği, güvenilir bir kabadayı. Eski kabadayılar öyle olurlarmış, zaten. Kendi muhitlerinde, mahallelerinde; başı sıkışanın, aç olanın, açıkta kalanın, dulun, yetimin koruyucu, kollayıcısı, sırdaşı olurlarmış. O, sokakta kavga eden birilerini görüp yanlarından sessizce geçip giderken; aralarına dalıp, kavgayı sonlandıran hayalindeki o kabadayı olurdu. Ya da; o hep var olan sükunet kararıp, içinden çıkılmaz bir zindana dönüştüğünde onu, demir parmaklıkları sökerek, zindandan kaçırıp uzaklaştıran...


Ucsuz bucaksız suskunluklar, sessiz kabullenişler, kader deyip boyun eğişlerle geçen hayatının son demlerinde ölümü de kabullenip bekliyor olduğunda bile şen kahkahalar attığı, kafayı bulup kan ter içinde sevişmeler yaşadığı, sokaklarda saatler boyu avare avare gezindiği arkadaşları bırakmamışlardı, onu. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalan, koskoca bir ömürdü geride kalan...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Ağustos 2011 Salı

ONAT KUTLAR ( 1936 / 1995 )


İçimden diyorum ki, “Beni yüreğinin üstüne bir mühür gibi koy.
Kolunun üstüne bir mühür gibi. Çünkü sevgi de ölüm kadar güçlüdür...” Derin bir öğle
uykusundan sonra akşamüstü, Muhtar’ın evinin sofrasında, elimde bir sigarayla, arka
pencereden bahçeye bakarak duruyorum. Tıraş sabunu ve tütün kokusu. Muhtar’ın dönü-
şünü bekliyorum. Damağımda az önceki gündüz düşünün olağanüstü tadı. Çok güzeldi.
Büyük bir ırmağın kıyısında, açık altın renginde bir saray duvarının önündeydim. Gülüm-
seyerek bana yaklaşan yüzünü öperken uyandım. Duru saatlerin yakın ağaçlara tüne-
miş kumruları ötüyordu. İnce bir cam gibi titriyordu hava.
“Yu-suf! Yu-suf!”
(Karameke)


        ''Köpek sesleri gelir, ördek avlanacağı yanılgısı dolaşır sözlerde, gizemli bir baykuş masalı vardır,                 bahar esintileri sessiz tilkiler gibi geçer otlardan, korkunç çekirge sürülerinin talanları korkutur,      alışkanlıklarının alçak duvarları arasında tahtakuruları gibi yaşayan insanlar vardır… Birine huzur veren diğerini sadece rahatsız eder; belki de bu yüzden biri diğerine “deli” diye bakınca çözüm bulur kendince. Varoluş nedir? Gerçekten ayağımızı bastığımız bir zemin, kendimizi bıraktığımızda oturacağımız bir taş var mıdır?      Yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan için ancak İshak dengede tutabilir bu dünyayı…''                                “Sen bana deli diye bak. Her şey çözülür.” ''



( İshak )

Onat Kutlar (1936-1995 )

NOT: Onat Kutlar; 30 Aralık 1994'te The Marmara Otel'in pastane katına yapılan bombalı saldırı sonucunda ağır yaralanmış ve 11 Ocak 1995'te hayatını kaybetmiştir.

Kapak resmi: Eylül 2009'de, YKY tarafından basılan, hepsi numaralı 3000 nüshalık tek basımda kullanılandır…

22 Ağustos 2011 Pazartesi

DALGALANDIM

 


Dalgalandım da, nasıl, ne zaman durulacağım, bilinmiyor.


   Birkaç gün önce herşey normal, ben sakin, sabırlı, huşuuu içindeydim. Şimdi mi; her an patlamaya hazır bir bomba... İnsana iki gün önce, çok normal gelen olaylar, üzerinden geçen zaman yalnızca iki gün olsa bile birden bire çıldırtıcı, tahammül edilemez hale nasıl gelebiliyor? Melek gibi gördüklerin nasıl, birden seni yoketmeye çalışan birer canavar olabiliyor, gözünde? Dün markette; promasyon ürün tanıtımı yapan kızcağızı, ikinci kere yoluma çıktığında boğasım geldi, bu sabah hastanede hemşireye girişiyordum, az kaldı. Kim ne söylese; küfrediyor sanki. Bıçak geldi bir yere dayandı ama kemik mi, neresi, bilemedim.

  Üstüne üstlük bir de karşımdakilerin yerine kendimi koyarak düşünmeye zorlama, kafamda suçlu ve haksızlığımı kanıtlama  halim var ki, sormayın gitsin. Marketteki kızın tanıttığı üründen dört adet almam, her ne kadar beni duymamazlığa gelerek arkasını dönüp gitmiş olsada hemşireden, o anda çok endişelendiğin için eleştiride bulunduğumu açıklayarak özür dilemiş olmamda bu zorlama hallerinin sonuçları olsa gerek. Ama bu kadar empatide bu bünyeye ağır geliyor.

   Şimdi gene gidesim, susasım var yazacağım, içinde susası, gidesi olmayanımız yok, şükür. Hani şu deve, diyar denklemi var ya ben bu deveyi gütmeye, yani şu dağılma dönemlerimi çabalayıp en az hasarla atlatmaya çalışmaya devam edeceğim, galiba.

    Şimdiii; saat altı gibi Özgür ofisten çıkar, pastaneden, özellikle Belgin'in ikizleri için kaymaklı ekmek kadayıfını, eve uğrayıp Oğuz'u, fırından pideleri alır, kardeşlerin en çılgını Özlem'le buluşup, dostların en dobrasının evine çoluk çocuk yemek yemeye gider. Yemek sonrasında bir semaver çay kondumu balkona, tüttürdünmü birde cigara nasıl olur biliyormusunuz Özgür; ne dalga kalır, ne empati, ne sinir, ne stres. Du bakalım hayırlısı. Dedim ya eğer şimdilik, gitmeyeceksen bu diyarlardan, formüller üretip yeni yollar bulacak, çıkışlar arayacaksın. Öyle karaları bağlayıp, kılıçları kuşanıp oturduğun yerde durmakla olmuyor. İnsanın bir günü bir gününü de tutmuyor. Sevgiyle...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

BEN OLDUĞUM KİŞİ DEĞİLİM






Benim çok hakkım var Benim de çok hakkım var İflas etmeye,tükenmeye Bedelini hesaplayıncaya kadar Ama bana neler oluyor Gözümden yaş gelinceye kadar gülüyorum Gülünceye kadar ağlıyorum Ama bana neler oluyor Yatağımın kenarında uyuyorum Ah,ne kadar pişmanım Ben, olduğum kişi değilim 

20 Ağustos 2011 Cumartesi

ALINMALI, OKUNMALI



Tazecik; yazarının bütün heyecanı üzerinde, uzun bir yolculuğun başında. Kütüphane raflarımızda yerini almak üzere yola çıktı. Kara Kalem in ( http://ahmetsoylemez1967.blogspot.com/ ) ucundan çıktı. Blogdaş olduğum Ahmet Söylemez'in yeni kitabı ''Düşlerimde Kayboldum Ve Pusulasızım ''.

     Dağınık masalarda, demli çayların eşlik ettiği, uykusuz gecelerin geçirildiği yazım safhalarından, basıma gidene kadar ki yolculuğuna fotoğraflar aracılığıyla tanıklık eden biri olarak, bu haberi vermekten mutluluk ve heyecan duyduğumu bilmenizi isterim.

     İşte bizler için paylaştıkça çoğalacak yepyeni bir şey daha, arkadaşlar.


Yolu açık, şansı bol olsun...


http://www.netkitap.com/ayrinti.aspx?kod=112584


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BENİM HİKAYEM 4

 




BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ:


   Sensiz sabahlara uyanıyorum. Yüreğimi taşıyamacağımı zannediyorum. Çok yalnızım, kadınım. Sen giderken beni esir alan öfke de gitti yapayalnız kaldım. Kocaman bir suskunluk kaldı, geride. Sabahları hazırlanırken dinlediğim radyo bile suskun artık. Seni ve senli günleri hatırlatan hiçbir şeye tahammülüm yok.

    Ofiste çalışırken, Çevremdeki tüm sesler susmuş, tüm renkler silinmişte hareket eden sadece bedenimmiş gibi geliyor. Bu sessizlik hapsetti beni. Bazı anlar birşey oluyor;  birden seni iş yerinde çalışıyor sanıyorum, elim telefona gidiyor. Akşam mesai bitince eve dönecekmişim sanıyorum. Seni, bizi ne kadar çok ertelemişim , Nesrin. Aklıma düştüğün anlar da seni arayıp özlediğimi söyleseydim. Çiçekçinin önünden geçerken, trafiği boşverip kapsaydım bir demet. Rüzgar saçlarında dolanırken yüzümü sürüp, sarılsaydım doyasıya. Ertelemelerin böyle bir son hazırlayabileceğini bilemediğim, sahip olduğumuzun ne kadar özel olduğunu unuttuğum için affet beni.

   Arkadaşlarım arıyorlar, durmadan. Senin evde olduğunu, olacağını bildiğim akşamlar; ne kadar çekici gelirdi, bir kadeh atmalar, erkek erkeğe sohpetler. Sen benim ne kadar çok şeyimmişsin. İçimde ne kadar çokmuşsun ki sen gittiğinden beri, anlamsız kaldı, herşey.

   Nedensiz uyanıp, usul usul ağlıyorum, geceleri. Korkulu rüyalardan uyandığımda; masallar, ninnilerle annemin dizlerinde uykuya daldığım çocukluk gecelerimi özledim. Yitirilmemiş şansları, kirletilmemiş, nasır tutmamış duyguları, yürek titremelerini, annemin dizlerinde yatan o çocuk kadar yolun başında olabilmeyi…

   Ben herşey yolunda zannederken daha doğrusu öyleymiş gibi yaparken; anlatmaya çalışmaktan vazgeçmedin. Ne zaman ”nefes alamıyorum” dedin. İşte o an durdu herşey. O andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kim bilebilirdi ki; ikimiz içinde birer başlangıç cümlesi olacağını.Evet, başlangıç. Ne kadar sancılı olsa da…Cebimizde ağırlık yapan herşeyi boşaltıp, yanımıza yalnızca zaman içinde biriktirdiğimiz masallarımızı alarak yola çıkma vakti.

   Şimdi nerede, ne yapıyorsun, acaba? Uzun zamandır ertelediğin yolculuktasın. Güneş senin için tekrar doğmaya başlamıştır, umarım. Her zaman dediğin gibi; zaman, zamanla geçecek. Zaman beni de iyileştirecek. Seni hatırlatan herşeye, herkese tebessümle bakabileceğim, günü geldiğinde.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

18 Ağustos 2011 Perşembe

DEDİKODU

 

Teyzelerimden birisiyle müthiş keyifli bir gün geçirmiş olarak az önce eve geldim. İftar için misafirlerimiz gelecekler hemde kayınvalide, anne tayfası ve ben ekran karşısında bu satırları yazıyorum; iki arada bi derede.

    Konumuz dedikodu! Ama keyifli bir sohpete eşlik eden, incitmeyen, kırmayan, yadırgarmayan, haber veren cinsinden değil. Tam tersi; kendi yaşantılarına, yaptıklarına ettiklerine bakmadan, yalnızca başkalarını eleştiren, ondan aldığı havadisi vakit geçirmeden evdekilere yetiştiren, ailelerde ki erkeklerin diline, kulağına bulaştıran, meraklarını yenemeden araştırma içine girenlerin yaptığı çirkin dedikodu...

    Bugün pes dedirtecek cinsinden, hiç yapmaz dediğim birisi tarafından yapılananı, yapılmaması gereken birisi için yapılanını duyduk, duyduğumuza da inanamadık. Ben ayrıca  inanamadım ve pes artık dedim. Hani hakkında konuşmayı bırakın, konuşulmasına bile izin vermediğiniz kişiler vardır ya hayatınızda, onlardan birisi yapınca daha şaşırtıcı oluyor muş. Acıtıcı demiyorum. Çünkü; beni acıtamaz böylesi şeyler, yalnızca onları bağlar, onların hayatında kayıplara sebep olur. En azından o insanın artık  değeride, güvenilirliği de kalmadı  benim için? Durum şu anda ''karınca dağa küsmüş, dağın haberi yok'' cinsinden oldu ama üzerine alması gereken okurda almayı becerebilir belki.


      Müthiş rahatladım, arkadaşlar. Şimdi aşağıya inip sofrayı kurabilirim. Başka bir gün bu konuda uzun uzun yazışırız.Yok yok kesin yazışırız, yazarken anlıyorum bu konuda ne kadar dolu olduğumu. Bu arada yazıyı kontrol etmeden yayımlayacağım, imla, yazım hatalarını görmezden gelin, lütfen!!!

       Sevgiyle, huzur dolu günler, geceler bizim olsun.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

DİNLETİ





17 Ağustos 2011 Çarşamba

BEŞ DİLİM PORTAKAL



Framboise Simon Loire Nehri kıyısındaki küçük köye geri dönünce, yerel halk onun yıllarca önce Alman istilasında meydana gelen trajediden sorumlu tuttukları çirkin kadının kızı olduğunu fark etmez. Geçmiş ve şimdiki zaman birbirinin içine geçmiştir. Özellikle de Framboise'ın annesinden miras kalan defterde yemek tarifleriyle anılar arapsaçı gibi birbirine dolanmıştır.
Fakat kısa süre sonra Framboise hayatının baharında yaşantısına damga vuran felaketin sırrının bu defterde gizli olduğunu anlar...

( Arka kapaktan alıntıdır )

'' İnsan bir musluğu kapatır gibi bir insanı sevmekten vazgeçemez ve her birimiz içten içe neye göz yumduğunu unutmak için Tomas'ın davranışlarına bir özür bulmaya çalışıyorduk. ''

Sürekli bir yerlere karalamalar halinde hatırlatmalar, duygular, gözlemler yazan biri olduğumdan olsa gerek; sırlarla dolu bir hayat sürmüş olan kadının ardında bıraktığı defterdeki, yemek tariflerinin aralarına yazılmış olan şifreleri çözmek oldukça keyifliydi. Kimbilir; gün gelir bir kitapçı rafında belki sizinde yolunuz çakışıverir bu kitapla...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

16 Ağustos 2011 Salı

DOST DEDİĞİM!



Bir insanın hayatında gerçekten kaç tane dostu olabilir ki?


Kaç kişiye sorgusuz, sualsiz güvenebilirsiniz? İyi gününüzde, kötü gününüzde, aldatıldığınızda, aşık olduğunuzda, ağlayıp zırladığınızda, gülmekten kendinizi alamadığınızda, çok ama çok şaşırdığınızda arayacağınız ilk kişi kimdir? Size kim akıl versin istersiniz? Kimin size herşeyin yoluna gireceğini söylemesini beklersiniz? Sizi yargılamadan, olduğunuz gibi sevebilecek kaç kişi var, hayatınızda?

Güvenmek ve güvenildiğini bilmek...


Kıskançlık yok, şüphe yok. Okurken bile ürperten bir kelime, değil mi: ŞÜPHE DUYMAMAK! Nasıl bir armağan, nasıl büyük bir lüks. İnsan zamanı geliyor ailesinden bile şüphe duyabiliyor, en büyük hayal kırıklıklarını ummadığı yakınlardan yiyorken, şüphe duymadığın bir ilişki.

Hesabı tutulan, sıraya konan hiçbir beklenti yoktur...


Hadi buldun diyelim, dostu! Hiçbir ilişkide olmadığı gibi dostluğunda bir kullanma kılavuzu yoktur. Dostunun hayatındakileri sever sayarsın; onun hayatının, mutluluğunu etkiledikleri için. Onları yaşamındaki varlıkları, dostundan dolayıdır.


Ama yaş ilerledikçe ( bu cümleden nefret ediyorum ); dostlukları yürütmek benim için gittikçe kolaylaşıyor. Hayal kırıklığına uğramam gittikçe güçleşiyor, beklentilerimin, umrumda olanların gittikçe azalmasıyla doğru orantılı olarak...Diğer yandan; bunca elemeden sonra hayatımda anlamını yitirenler de telafisi olmayacak şekilde silinip gidiyorlar.


Çünkü Özgür inanıyor ki;


hayat kısa,


hayat kah çok anlamlı, kah çok anlamsız,


hayat kah değerli, kah değersiz,


eeee bir de; ''hayat bir sudur iç iç kudur'' diyenlerin bir bildikleri var ve doğru söylemişlerse, değer mi bunca teferruata.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


12 Ağustos 2011 Cuma

KÖYDEN ŞEHRE İNENDİR!



Her horoz kendi çitfliğinde öter!!!


Ve benim için ''Tebdil-i mekan'' kesinlikle şehir değil.


     Bugün Erdo'nun iş için şehre inmesi gerekiyordu; bende fırsattan istifade peşine takıldım. Hem de yaz başından beri baş başa kalamamış olmamızı telafi etmek, soluklanmak için. Bu arada şehir dediğim yerle aramızda ki mesafe 30 dakika kadar, daha doğrusu mesafe, merkez olarak belirlenen semte göre değişir.


Tamam arada sırada orada, o koşturup duran insanlar arasında olmak hoşuma gidiyor ama o kadar, arada sırada...Herhalde ufak bir kasabada büyümüş, üniversiteyi tüm şehrin bir kampüs gibi olduğu Edirne'de okumuş, evlendikten sonra da buraya yerleşmiş olmamdan kaynaklı  bu ait hissedememe durumu.


Herkes izleniyormuş gibi  davranıyor, yemek yerken bile rahat değil gibiler. Ya da tam tersi herkesi, kendilerini bile unutmuş gibi koşturup duruyorlar. Mağazalarda ki satış elemanları bir tuhaf; müşterilere köşeye kıstırılabilinecek birer avmış gibi bakıyorlar, garsonların çoğunda bir bıkkınlık (her zaman işlerinin çok ama çok zor düşünmüş olmama rağmen), arabayı parkedecekleri yer için kavga edenler, kornaya bastığında trafiğin açılacağına inanıp kornaya abananlar, önünden geçtikleri her vitrin camının önünde poz verenler ler ler ler...


Düşünün bunları gözleyebilecek kadar dışarıdan hissediyorum, kendimi. Hani yürürken kafamın üzerinde, sapacağım sokağın yönüne göre yanıp sönecek ampuller olan bir sinyal aleti olsa o da fena olmaz. Ya da üzerimde asılı ''Köyden şehre inendir'' yazan bir tabela.


Tamam tamam biraz abartmış olabilirim:


Ama eminin bütün bunların yanında Erdo'yla benim gibi: yedikleri yemeğin yanına çevresindeki insanlarıda katıp keyfine varabilen, gördükleri tabelaları bile dikkatle inceleyen, her görüşmelerinde şehirin takıp takıştırdıklarını gözden kaçırmayan, ara uzayınca özleyip koşa koşa ona dönen, hiç susmayan müziğini duyabilen, sokaklar için hikayeler üretebilen sonra da şehire; sevgili misali, bir daha ki randevuya kadar  kendisine iyi bakmasını dileyerek evine dönen kaç kişi vardır bu şehirde yaşayan...Biz bir kez daha vedalaşıp döndük.


Önce filmlerimiz almak için Mert'e uğradık, kuru temizlemeden Erdo'nun takım elbiselerini, fırından pideyi alıp koştur koştur eve. Bendeki neşeyi göreceksiniz ama bir güvende olma hissi anlatamam. Girdiğimiz her dükkanda ayak üstü sorulan hal hatır var ya...Etrafta tanıdık, tanıdık olmasa bile bizden hissi yaratan insanlar. Alalacele sofrayı kurduk ve nihayet çaydanlık ocağın üzerindeydi. Mumlar da eve gelirken aldığımız pastanın üzerinde; yıl boyunca her pasta yiyişimizde olduğu gibi Oğuz'un üflemesi için.





Bu arada bu gece dolunay mı?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


11 Ağustos 2011 Perşembe

DE VRAİS MENSONGES ( 2010 )


Emilie;


Seni izlemenin hazzıyla yaşıyorum.


Gözlerim yüreğim,


Gözlerim ciğerlerim oldu.


Sen geçerken gözlerimi kaparsam eğer


Bedenim oksijen diye feryat ediyor.


Emilie; bazen farkına varmadan yanımdan geçiyorsun. Hayal dahi edemezsin tedirginliğimi, sevgimi ve bakışlarımı.


Aramıza giren insanlardan nefret ediyorum. Sonra da gittiklerinde onları seviyorum çünkü; tekrar görüyorum seni.


Emilie, yanımdan hızla geçiyorsun ve her seferinde büyük haz duyuyorum.


Emilie, yanımdan hızla geçiyorsun ve her seferinde acı çekiyorum.


Çok sevmek ve yeterli cesaret sahibi olamamak beni hayalete çevirdi. Bu güzel düz yazım, çirkin imzasız bir mektup oluyor. Tıpkı açık bir çek gibi bir değeri yok.


Seviliyor olmanın zevkinin sana ulaşmasından başka hiçbir bir beklentim olmadan bunu sana yollamama müsade et.


Güzelsin, şaşırtıcısın, insanı asla düş kırıklığına uğratmıyorsun. Sana asla sahip olamayacağım. Teselli bulamıyorum. Yinede Emilie, içten dileklerimi, asabiyetimi ve isimsiz duygularımı maruz gör.






10 Ağustos 2011 Çarşamba

BİR GECE İŞTE


Geçen gece; ertesi gün işe gitmeyecek olmanın verdiği rahatlık ve huzurla yayılmışım balkona, geceye nazır:


Ay; aydınlatmış gecemi alabildiğine,


Esen hafif rüzgarla ürpermiş, almışım omuzlarıma bir şal,


Kadeh misali tutmuşum çay dolu, ince belli  bardağımı,


Kara Kalemin birinin ucundan ( http://ahmetsoylemez1967.blogspot.com/ ) çıkan ''...benim memleketim doğduğum yer değil, en son seviştiğim yerdir'' cümlesini okuyup susmuşum,


Bir hayali olmadığının farkına vardığı an, kitap yazmaya karar vermiş kadının serüvenini okurken; dinlemiş, hayalimi düşünmüşüm,


Geç vakit Erdo gelmiş, tüttürmüş purosunu, aya nazır, bakmışım yorgun gözlerine,


Saatler boyu dinlemişim kemanı ağlatan adam, Farid Farjad'ın kemanından dökülen melodileri,


Davul sesiyle aymış, süzülmüşüm mutfağa, hazırlamışım kocaman bir tepsiye, herkesin zevkine göre ayrı ayrı pişirdiğim tostları ( kaşarlı, beyaz peynir- salçalı, sosisli ), limonata doldurduğum bardakları. Doğramışım tabaklara; domates, salatalık, haşlanmış yumurtaları. Sonra çıkmış balkondaki ufak yer sofrasına kurmuşum sahur soframızı.


Herkes tekrar uyuduktan sonra; kapatmışım lambaları, yakmışım bir sigaranın ucunu, tüttürmüşüm yeşil ışıklar yanan minareye, yerinde duramayan aya nazır...


Uykuya yatarken ki ruh hali, huzur bulduğum hal - gezindiğim yazı, kitap alemleri, en sevdiğim alem - saatler boyu dinlediğim müzik, hayatımın fon müziği olabilecek olanlardan derken uyumuşum.


Sonra mı?


Saat 08:oo Oğuz tepemde; ağzından çıkıp beynimin algıladığı anlam; ''hadi kal, dalmak yeter bu kadar entel tüntel alemlere, kalkta doyur beni'' olan şu cümleyi kurdu: '' Anne acıktım, güneşte gelmiş, hadi kalkalım'' Nasıl anlatırsın ki; senin güneşin gelmiş, benim ki hala yolda, diye.


Ne ay yetişir şimdi imdada, ne rüzgar, ne şarkılar, ne de cümleler...


Ama mucizelere inanıp, an ları yakalamaksa çabamız; koy ver gitsin diyerek, özel tutup beslemek zorundayız bizlere ait mağralarımızda yaşadığımız özel hayatlarımızı. Yarın ay tekrar doğduğunda; fon müziğini alır kulağımızın arkasına dalıp gideriz, sevdiğimiz alemlere, sessizce.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL






8 Ağustos 2011 Pazartesi

MARAZ ( HANDE ALTAYLI )


    Çocukken dünya kocaman bir oyun bahçesiydi ve senindi. Bilinmezdi, heyecanlıydı ve hayal kurabildiğin ölçüde sana aitti. Geleceği bilmiyordun ama onu gönlünce şekillendirebileceğine inancın vardı. Her şey ama her şey bir ihtimaldi. Dünyayı güzek kılan da işte o ihtimallerdi. Her filmde yeni biri olabilirdin, her kitapta başka bir ömür sürebilirdin. Zengin, ünlü, astronot, veteriner, doktor, mutlu, prenses, başbakan, gizli ajan, ressam, rock yıldızı, futbolcu, hiçbiri imkansız ya da uzak değildi.


     Yaşlanmak ise ihtimallerin azalmasıydı. Sahip olamayacağını bilerek bakmaktı etrafa, geçmiş olsun demekti. Asla o kitaptaki adam yada kadın olamazdın artık.

"Sınırlı mutluluklar dönemine hoşgeldiniz" yazan görünmez bir tabelanın altından geçerdin!

"Gerçekler dünyasına hoş geldiniz! Yetinmeyi öğrendiniz mi, öğrenmeniz gereken tek şeyi?"

Gençliğin bittiği yer, hayatın bittiği yerdi aslında, ikinci baharlar falan hep palavraydı, dünya senin sahibindi ve hapı yutmuştun. ( sayfa 141 )

İnsanın beklenmedik bir şekilde kendisiyle karşılaşması, karanlıkta bir yabancıyla karşılaşmasından daha ürkütücüydü. ( sayfa 89 )

Bana olan sevgisini sorguladığım birini sevme yeteneğim yok benim. Bir eksiklik gördüğümde sevgim bir balon gibi sönüveriyor. ( sayfa 70 )

Maraz / Hande ALTAYLI

7 Ağustos 2011 Pazar

ALDATILMIŞLIK


''Yaşamayan anlayamaz''


    Gerçekten ne kadar doğru değil mi? Yaşamayan anlayamaz, bilemez.  Bunlardan yürekte taşınması, kabul edebilmesi en zor olanlarından bir tanesi belki de; aldatılmak. Ayak parmaklarınızın ucuna kadar her hücreniz acır, kanar. Sizi içine öylesine  hapseder ki duygular; çığlıklarınızı kimse duymaz, duyamaz, duysada anlayamaz. İçine kimsenin giremiyeceği bir ıssızlık. Eksik, değersiz hissettiren, öfkeye yenik düşen ruh halinin ardından gelen kendine acıma evresi ve çaresizlik hissi. Aldatana karşı hissedilen öfke öyle bir noktaya gelir ki; ihanete uğramamış herkes; aldatılan gözünde aynı olmaya başlar, kötü ve haindir hepsi.


     Güneş bir daha ne zaman doğar? Neden, neden, neden, O'nun başına gelmiştir. Dualar susmuş gibidir. Dualarla beraber, herşey, herkes susmuştur.


    Paylaşılmış, katlanılmış bir dünya olay; hakettiğim bu muydu dedirten. Ve giden kişi: götürür hakkı olmayan onca hatıranızı da, izin almadan götürüverir. ''Bana nasıl, neden yaptın bunu'' sorularınızı cevapsız bırakarak çekip gider, ardında siz: kocaman bir boşluğun içinde. İşte; anın içinde yok olup gitmek istenildiği zamanlardan biri daha...


    ''Git'' demesi o kadar kolay olmaz, ''Kal'' demesi  belkide daha zor. Paylaşılan yıllar içinde inandığınız herşey yalan olmuştur, eğer ''Kal'' denirse o zamandan sonra yaşanacak herşeyin üzerini kara bir bulut gibi örtecek olan yalan.


    Aldatan ise aldatmakla da yetinmez, aldatılandan onu anlamasını, özgür bırakmasını ister. İster ki unuttuğu, bilmediği, yeni, yeniden bulduğu, onu ondan alıp götüren ''aşk'' ını anlasın, affetsin ki aldattığı; hissettiği bu duyguların üzerine vicdanından kopup gelen kara bulut, vicdan azabı temizlensin. Aldatılanı haksız yere üzdüğü, yaraladığı için kendini affedebilmesi için tek ihtiyacı olan; affedilmektir. Affedildikten sonra kara bulutlar yokolup gidecek onu ve aşkını özgür bırakacaklardır, çünkü.


   Ama hiç bir kadın gönül rızasıyla vermez, vermek istemez elinde kalan son şeyi. İster ki; aldatanın ve aşkının üzerinde olsun vebali, ta ki son nefesini verene kadar. Sabırla beklemeye razıdır artık aldatılan; son nefese kadar...


    Şu an bu satırları yazarken, uzaklarda bir yerlerde aldatılan bir kadının kalbi olmuş, çığlıklar atıyorken kalbim. Ve biliyorken hiç kimse, anne şefkati bile dindiremeyecekken içindeki sızıyı; okuduğum bütün şiirler, dinlediğim bütün şarkılar, dilimden dökülen bütün dualar O'nun için.


    Gün gelecek herşeye, herkese rağmen güneş doğacak, aydınlanacak karanlığı. Zaman geçecek, dualarla açılacak elleri, şarkılar söyleyecek kendisi için, kızı için. Ve vebali; bıraktığı yerde bekleyecek takiiii son nefese kadar...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

MODERN VE ŞİRİN BİR CUMARTESİ



 

Dün akşam yapmış olduğumuz programa uyarak sabah ilk olarak İstanbul MODERN'e gittik. Steve McCurry'nin en son Kodachrome filmiyle deklanşörüne dokunuşlarından çıkan fotoğrafları görmek, tarihte yer alacak olaylardan bir tanesine daha tanıklık edebilmek için. Steve McCurry; 30 yıldır kullandığı filmin son 36 karesiyle farklı ülkelerdeki kentleri ve kişileri çekerek, bir dönemin kapanışına  ortak olmaya davet ediyordu.

        Şu fotoğraf çekme işini uzun zamandır düşünüyordum. Gerçi hepimizin gördüğü şeyleri fırçasının ucuyla tuvale, kaleminin ucuyla satırlara, notalarla melodilere, deklanşöre dokunuşuyla fotoğraflara hapsedebilenlerin hepsi için durum aynı bence. Yeni hikayeler ürettiklerine inanmıyorum. Benim inandığım; zaten yaşanıyor olanlara çok ama çok farklı bakıp görebilme yetenekleri olduğu.

        Biz bugün, yüzdeki bir çizginin üzerine düşen ışığı yakalayıp, hikayesini anlattırabilen, delici bakışı yakaldığı bir çift gözden çaresizliği hissettirebilen, buluşan ellerin açısını yakalayabilip aşkı anlatabilen bir adamın çekmiş olduğu fotoğrafları gördük.Ve hayran kaldık.



 



 



 



 

           Sergiye ev sahipliği yapan mekana gelince; İstanbul'u bütün güzellikleriyle gözler önüne serebilen bir noktada ve içine girdiğinizde uzun saatler çıkmak istemeyeceğiniz bir yer. Her koridor sizi bambaşka güzelliklerle, sanatın her türlüsüyle buluşturuyor. Eğer gün olurda yolunuz düşerse içindeki restauranta uğramadan çıkmayın derim, yemek yemeseniz bile balkonunda bir nefeslenin. Ufak çocuğunuzla gidecekseniz eğer; pusetinden indirmeyin. Dokunmak yasak uyarısıyla yanımıza gelen güvenlik görevlisi, kaşla göz arasında tırmandığı heykelin tepesinden, Oğuz'u indirmek zorunda kaldı. Restaurantta oturduğu sandalyeyle beraber yere kapaklanmasını yazıyor olmak istemezdim fakat; evet onuda becerdi. Tuvalet keşfi sırasında yaşadıklarımızı, çarpıp durduğu aynaları yazmayacağım. Ama dediğim gibi sakın ha çocukları pusetten indirmeyin.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

MURATHAN MUNGAN'DAN



 

Önce evlendiğimizde hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi.
Evlendikten sonra, bir çocuğumuz doğduktan hatta ardından bir tane daha
olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi.

Sonra çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar, onlar büyüyünce daha
mutlu olacağımıza inanırız. Bundan sonra, ergenlik dönemlerinde çocuklarla
uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz.

Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca daha mutlu olacağımızı, yeni bir araba alınca, güzel bir tatile çıkınca, emekli olunca, yaşantımızın dört dörtlük olacağını söyleriz.

Gerçek ise şu andan daha iyi bir zaman olmadığıdır. Eğer şimdi değil ise ne
zaman?... Hayatınız her zaman mücadelelerle dolu olacaktır. En iyisi bunu
kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir. En sevdiğim
sözlerden biri Alfred D. Souza' ya aittir. Der ki;

-"Uzun zamandan beridir gerçek hayatın başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken birşey, bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki bu engeller benim hayatımdı."

Bu görüş acısı, mutluluğa giden bir yol olmadığını gösterdi. Mutluluk yoldur, öyleyse sahip olduğunuz her anın kıymetını bilin ve mutluluğu, vaktinizi harcayacak kadar özel biriyle paylaştığınız için, ona daha fazla değer verin. Unutmayın, zaman hiç kimse için beklemez. Öyleyse;

Okulu bitirene kadar,
100 milyar kazanana kadar,
Çocuklarınız olana kadar,
Çocuklarınız evden ayrılana kadar,
İşe başlayana kadar, Evlenene kadar,
Cuma gecesine kadar,
Pazar sabahına kadar,
Yeni bir araba, ya da ev alana kadar,
Borçları ödeyene kadar,
İlkbahara kadar,
Yaza kadar,
Sonbahara kadar,
Kışa kadar,
Maaş gününe kadar,
Şarkınız söylenene kadar,
Emekli olana kadar,
Ölene kadar.....

MUTLU OLMAK İÇİN İÇİNDE BULUNDUĞUNUZ ''AN'' DAN DAHA İYİ BİR ZAMAN OLDUĞUNA KARAR VERMEK İÇİN BEKLEMEKTEN VAZGEÇİN.

MUTLULUK BİR VARIŞ DEĞİL, BİR YOLCULUKTUR. "PEK ÇOKLARI MUTLULUĞU İNSANDAN DAHA YÜKSEKTE ARARLAR, BAZILARI DA DAHA ALÇAKTA. OYSA MUTLULUK İNSANIN BOYU HİZASINDADIR."

Unutmayın "YARIN KİMSEYE VAAD EDİLMEMİŞTİR"

Murathan MUNGAN


5 Ağustos 2011 Cuma

NELER OLUYOR BU İNSANLARA

Geçen haftasonu gazetelerden birinde, yalnızca bir sayfada yer alan haber başlıklarını yorumsuz olarak paylaşmak istiyorum sizlerle. Ve soruyorum; ''Ne oluyor bu insanlara?''

       . Barışmaya gittiği evde kayınvalidesini öldürdü.

       . 95 yaşındaki annesini demir çubukla öldürdü.

       . Çaldığı paralarla masaj yaptırırken yakalandı.

       . Son nefesinde katilinin ablası olduğunu söyledi.

       . Eski koca dehşeti.

       . İşkenceci koca yakalandı.

       . Kadın mağaza şefi, çalıştığı işyerini soydu.

       Başka bir sayfada yer alan haberlerde sorduğum soru gene aynı:


       . İkoncan eve almıyor.


       . ''Şarkılarıma tempo tutun 1,5 kilo verin'' dedi.


       . Poz vermek için bikini değiştirdi.


       . Bülent Ersoy açıklama yaptı: '' Yakında gelin olacağım.''


       . Tiryaki Pınar...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

NE KADAR PARA SENİ MUTLU EDER?

NE KADAR PARA SENİ MUTLU EDER?.

2 Ağustos 2011 Salı

HOŞGELDİN ZEYNEP

     

     Üç yıl önce, günlerin birinin içinde, ofislerden bir tanesinde yaşanan tokalaşma, sonraki günlerde atılan bir kaç mail. Tam üç yıl sonra tekrar hatırlanmak üzere hafızalarının bir köşesinde saklanacak olan simalar...

      Zaman; gelir geçer ve Beyoğlu Tünel'de bir masada duruverir; etrafında tesadüfler sonucu biraraya gelenlerin oturduğu, üzerinde bir dergi ve içlerinden birisinin başında ki kovboy şapkası. Tesadüfleri seven aşkın, Berkan ve Seda'nın hayatlarına girişinin kısa özeti.

      Sonra mı? Hep seni beklemişim dedirten, tanıyormuşluk duyguları, kanatlanıp uçma halleri.

      Sonra mı? Berkan'ın kafasında kurup durduğu bütün evlilik teklifi planlarını alt üst eden, sevinç gözyaşlarıyla karşıladıkları; mucizenin haberi nin ardından ''yıldırım nikahı'' teklifi...

      Bu tekliften sonra içinde yoğun heyecanların, koşturmaca ve yeniliklerin olduğu zaman geldi geçti, 2011 yılının Ağustos ayının 2. günü, saat 02.07'yi  gösterdi.

      Hep yüreğinin sesini dinleyip, götürdüğü yerlere gitmiş,

      Beyaz güvercinler uçuruyorcasına konuşurken ellerini çok kullanan,

      Karşısındayken, gözlerinden kahkaha sesleri duyduğunuz,

      Sizi de tazeleyebilecek enerji yayan Seda'nın canında can bulan Zeynep, açtı gözlerini dünyaya.

      Hoşgeldi, sefalar getirdi...

O'nu sabırsızlıkla bekleyen; ananesi, babanesi, dedeleri, teyzesi, halasıyla, kocaman bir ailesi var. Bu kadar sevginin içinde, sağlık, huzur, mutlulukla geçecek uzun bir hayat diliyorum; Zeynep'e.

Mucizelerin var olduğuna olan inancımızı bir kere daha tazeledin.

      İyiki doğdun Zeynep!!!

      ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

ÇOCUK KİTAPLARI

Kendime üstün hizmet madalyası vereceğim; nihayet uzun zamandır aklımda olan ve öteleyip durduğum, Oğuz'un kitaplarını ayıklama işinide bitirdiğim için. Şu okunacak kitapları önceden kontrol etme işi yavaş yavaş beni aşmaya başladı ki; Oğuz'a okunacaklar, Elf'in okuyacaklarını önceden kontrol et derken, benim başucumda biriken kitap sayısı, bütün kitapları alma isteği duyan birisi olarak giderek artmakta.

      Elif'e okumaya başladığım zaman, daha doğrusu O'na okuduğum masalları korkutucu bulunca, kullanılan kelimelerin yanlışlığının farkına varınca başladı, çocukların kitaplarını onlardan önce okuma alışkanlığım. Sonunda da; kelimelerin üzerlerini çizerek yerine kendimce doğru kelimeleri yazmam sonucu kısmen benim yazdığım masalları dinlemeye başladı çocuklarım. Tabi; Elf artık 13 yaşında olduğundan yalnızca yazarlarını araştırmak ve kitaplara üstünkörü göz atmakla yetinmek zorunda kalıyorum.

      Düşünün ki; o masallarda ki çoğu kahraman günümüzde korku filmlerinde karakter olup çıktılar. Abicim; bütün üvey anneler kötü kalpliler midir?, her kırmızı elme zehirli midir?, Bir saç nasıl öyle uzatılır ki benim başıma en büyük derdi açan bu; sürekli ''anne saçlarını rapunzel gibi uzatsana'' diyerek, uzayana kadarda elinden düşürmediği çarşafı kafama takmak isteyen dört yaşında bir velet yarattı.

       Ben de; içi: üzeri çizilmiş kelimelerle, ezbere yazılmış masallarla dolu tüm kitapları attım, evden. Bununla bitti mi zannediyorsunuz? Hayır...

      Denden (firarperest( http://denden01.blogspot.com/ )) adlı blog yazarı annenin tavsiyesiye ettiği kitaplardan bir kısmını aldım. İşte bunlardan üç tanesi:

       

KALEBOZAN KARLO


          Tatil öncesine denk gelmesi süperdi. Okuması oldukça keyifli, okurken gelen sorular daha gerçekçi, resimler ödüllü, orjinal. Ayvalık tatili süresince kumdan kale yapmaktan helak olurken; Karlo'nun kulaklarını çınlatıp durdum.














BORULARDAKİ AYI


Açıkcası bu kitapta; beni biraz ürküten bir hikaye anlatılıyor. Evlerin borularında gezinen bir ayı...İnanın bizim evde ki borulardan kafasını uzattığı rüya bile gördüm. Doğal olarak Oğuz'a da yalnızca bir kez okundu...













ISLIK ÇALABİLİR MİSİN JOHANNA?


İşte bu çok güzel olanlar arasında. Biz bu kitabı, iki geceye bölerek okuduk. İkinci gece kitabın son sayfasında Oğuz'un da benimde gözlerimiz dolmuştu. Ota b..a ağlayan benden olan çocuktan ne beklenir ki, hele bir de balık burcuysa!


      Sizleri sıkmamak için fazla uzatmayacağım. Fakat; bu dertten muzdarip olan birçok anne olduğunu bildiğim için yeni keşiflerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Haaa  sizlerde benim gibi, günlük rutinlerinizi içeren küçük masallarda yazabilirsiniz. Ara sıra buradanda paylaşırız, keyifli olur. Bizim kahramanızın adı ''Mavi Kuş''...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL