30 Haziran 2011 Perşembe

UĞURLAR OLSUN

   
   










     Dün sabah uyanık ama gözlerimi güne açmaya hazır hissetmeden, öylece yattığım anların içindeydim ki; banyodaki radyodan Selda Bağcan’ın sesinden bir melodi geldi, yerleşti kulağıma. TRT Radyosunda çalıyordu galiba ”Uğurlar Olsun” diyordu, Selda Bağcan.

 
   Bir anda sıkı sıkı kapalı gözlerimin önünde, anların fotoğrafları beliriverdi. Otuz yıl önceki Özgür’ün çocuk gözleriyle tanıklık ettiği, beynindeki kütüphanesinde, o günlere ait hatıralarının saklandığı kitabın sayfalarından.


   O yıllarda oturduğumuz, doğmuş olduğum yer Salacak… Apartmanın önüne serdiğimiz kilimin üzerinde evcilik oynadığımız arkadaşım Berrin, mahallenin iğnecisi kalın gözlük camları ve elinde taşıdığı kocaman kolanya şişesiyle karşımdalardı. Evde saklanan kitaplar, kasetler, kapıları çalan jandarmalar ve fonda Selda Bağcan’ın sesi. Aslında şarkılarını ilk dinleyişim o zamanlardan belki bir üç sene sonraydı. Ama; beynim hatıralarıma O’nun sesini seçmiş fon müziği olarak.

   Dinlediği şarkılarla, okuduğu kitaplarla falan politik görüşünü yansıtan tiplerden değilimdir, aslında. Sağcısı, solcusu beni pek bağlamaz. Benim hayal ettiğim dünya; rengarenk, özgür, barış dolu. Haaa! Böyle bir dünyayı hak ediyor muyuz? O da, ayrı konu…


    Benim adaletsiz düzenlerin gölgesinde yön değiştirmiş hayatlara tanıklık etmiş bir çocukluğum var. İnsanların yıllarca ve yıllarca görmezden geldiği, daha doğrusu onlardan gizlenmiş olan gerçeklere tanıklık etmiş bir çocukluğum var. O yıllardan beri göremediğim nice akrabalarım var. Ne için, neden? Bütün bunlara rağmen iyi niyet ve umudumu içine koyup sakladığım çocukluk hatıralarım var benim. Bir de; bütün renkleri, bütün dinleri, bütün dilleri eşit görüp, umudu olan bir 'Babam' var. Bu sebeple ben kendi adıma böyle bir dünyayı hakediyorum.


    Ama, hala anlayamıyorum; güçlerin çatışmadığı, savaşların olmadığı, çocukların mutlu olduğu ve beraber yaşayabileceğimiz sadece bir dünya yok mu? Paylaşılamayan, yavaş yavaş yok edilen bir dünya…

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Pek alakasız bir not olacak ama beni bile rahatsız ettiği için açıklamak istedim. Yazıları paylaşırken koyduğum müzik eklentilerinin kocaman görüntüleri için özür diliyorum. Fakat gelin görün ki; küçültülerek ya da yalnızca simge olarak nasıl eklenebileceklerini bilmiyorum. Öğrendiğim zamana kadar böyle idare edeceğiz artık.

29 Haziran 2011 Çarşamba

28 Haziran 2011 Salı

EYLÜLDÜ AŞKIM



 

 

      Kapakta ki kelebek olmuştu elime almama sebep. İlk sayfadan itibaren samimi yazım dili, bir çok kadının hayal ettiğini tahmin ettiğim dostluklar, hep istediğmiz ama bir türlü beceremediğimiz; olduğu gibi kabul edişler edilişler, aşk, annelik, korkular ve kader; hepsiydi büyük keyifle okumama sebep.

 

       ARKA KAPAKTAN:

      ''İstediğimiz şeyleri yapamıyormuşuz...Ya da istemediklerimizi...Onlar oluyor ya da olmuyormuş...Biz ne kadar çabalasak da...Yolun kendi kıvrımları varmış, hiç farkedilmeyen uzaktan...Yaşam karar almaktan çok alınmış kararlarmış zaten, bir film seyretmekmiş habersizce, içinde biz seyredilirken...Kocaman dudaklar değilmiş bizi hayata bağlayan ay ışığındaki gecelerde...Ya da sadece görmek istediklerimizi duvarlara asmak ev dolusu...Küçücük bir parmağın yavaşça saça dolanması kadar basit herşey. Ve anlık.


      Bir gün içinde sapacaktı yollar küçük bahçemden uzaklara. Bir gün ansızın saçlarıma dolanacaktı kader.''


Eylüldü Aşkım aynı apartmanda yaşayan bir grup kadının sıcacık dostluklarının öyküsü. Karanlık gökyüzünde çevrelerini aydınlatsalar da kendi yollarını bulmak için birbirlerinin ışığına ihtiyaç duyan bir avuç yıldız; Zeyno, Hicran, Damla, Necla, Şerbet...Mimi! Gün yüzü görmez pavyonlardan moda dünyasının renkli ışıklarına, aşkın tatlı esintisinden ayrılığın kör kuyularına, küçük burjuva hayatların kuralsız gecelerinden aşiretlerin kanlı kurallarına, ölümü beklerken yaşamla tanışmaya uzanan bir yolda, paylaştıkları büyük sırla birlikte yürüyecekler...Bir kelebeğinki kadar kısa olsa da hayat, Tanrı'nın sunduklarını hep kabul edecekler.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

GÜNÜNÜZ AYDIN OLSUN


Gününüz aydın olsun!


Bizim çayımız demleniyor, lavanta...Her derde deva lavanta; saçlarada, cildede, güzel kokmanızada, ayılmanızada yarar, dedim ya ''her derde lavanta''


Benim lavantadan bu sabah ki beklentim; dün gece ki güzel geceyi hazmettirmesi yönünde. Dün akşam; bütün kızlar toplandık da...Zannediyorum ki; konuşulmadık kadınsal mevzu kalmamıştır. Hayır garip olan; birbirimizi bunca yıldır tanıyoruz, bu toplanma (gece ve dışarıda toplanma işini kastediyorum. Yoksaaa evde, kırda, bayırda her hafta bir voltran durumu var) işini bir kaç ayda bir yaparız. Eeeee! Bu zaman zarfında hakkında konuş konuş bitiremediğimiz kocalarımız da aynı. Hala anlayamadık ona yanıyorum; ne biz kadınlar ne de erkekler değişmedi değişmeyecekkkk. Ne diye kendimizi yorup duruyoruz. Hele biz; hiç değişmemiş bir üçlü olarak, yıllardır, bıkıp usanmadan aynı üç adam, yıllar içinde sayıları değişen çocuklarımız hakkında konuşup duruyoruz. Gerçi dün akşam süpriz yaparak kardeşim Özlem'de katıldı bize, daha bi şenlendik. Kulak iltihabı sebebiyle haplanmış Vilo'da yatarken; ''benim ne işim var bu bahtaniyenin altında?'' diyerek kendini önce arabada sonrada bizim yanımızda bulmuş. Sorsanız ki; konular değiştimi? Hayır! Bir koca ve bir çocuk daha eklendi konuşulanlara.


Ben çayı demleyip bilgisayarı kucağıma aldığımda ki manzara buydu. Şimdi ise; güneş kendini iyiden iyiye göstererek dans etmeye başladı, denizin üzerinde. Oğuz'da uyanır ve güne başlama sorusunu sorar:


''Anne; okul mu, tatil mi?''


Hergün, ama her gün aynı soruyla uyanır mı bir çocuk? Evet, uyanırmış. En azından bizim evde ki böyle uyanıyor. Şimdi toparlanıp aşağıya iner evin annnesi Özgür, yumurtalar haşlanmak üzere ocağın üzerine konur. Aaaa! Bakın aklıma ne geldi; eskiden, biz daha çocukken yumurtaları konserve tenekesinde haşlarlardı bizimkiler. Neden acaba? Vilo'yu arayıp kesin sormalıyım bunu.


Hadi bu sefer gerçekten kaçtım. Söylemesi ayıp, bugün of günüm de. Herkese iyi günlerrrrr!


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Haziran 2011 Pazartesi

AYÇİÇEĞİNİN AŞKI

Tarlaları yavaş yavaş, sarının en güzeliyle boyamaya başlayan ayçiçeklerinin hikayesini paylaşmak istedim, sizlerle. Bir aşka beraber tanıklık edebilelim diye:

 



” Ayçiçeği güneşe aşık olunca,; gülmekten kırılmış bütün bitkiler”. Güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile ayrılmaz,kudretli ve ulaşılmazdır. ''Sen kim o kim? Vazgeç bu sevdadan” demişler, hep bir ağızdan. Ayçiçeği, sesini çıkarmamış. Sevdalı gözleri dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış. Uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ayçiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. Önce geçici bi heves sanmış, ama zamanla yanıldığını anlamış. Ayçiçeği o kadar inatçıymış ki, güneş tahtını nereye taşırsa yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını. Derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ayçiçeğini. Daha simsiyah tutarken üzerinde, insanlar akın etmiş olay mahalline. “Yaşasın!” demiş içlerinden biri. “Şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı.”
Aynı gece televizyon karşısında acıklı bir aşk filmine gözyaşı dökerken, çitlemişler ayçiçeklerini.

Elif Şafak / Kağıt Helva

26 Haziran 2011 Pazar

GÜZEL RÜYALAR



Varolmanın dayanılmaz hafifliği,


Yediğim pizzanın vicdanımdaki ağırlığı,


Seyretmeyi planladığım filmleri ötelemiş olma duygusu,


Yağmur,çamur dinlemeden yüzme isteği olan oğlumla dermansız kalan bedenim,



Dün başlamış olduğum kitapla beraber tanımaya başladığım yepyeni hayatların soru işaretleriyle, hayatımdan bir daha tekrarını yaşayamayacağım bir pazar günü daha geçip gitti... Sabah; şükrederek alacağımız ilk nefesle başlayacak yeni bir günde buluşmak üzere herkese güzel rüyalar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Veee Oğuz yüzebiliyor!!!



 



Bugün; Oğuz'la, başarmış olduğu yeni bir şeyin heyecanını paylaşmış olmaktan büyük mutluluk duyduğum, güzel günlerden birini daha yaşadım. O'nun deyimiyle; ashal (ishal) olması, paletlerin karnını ağrıtmış olması, tüm gün denemekten vazgeçmesine engel olamadı. Bitip tükenmeyen bir enerjiyle dalıp çıkarak, yeni başarısını kutladı.


Her daim kutlama modunda olan köpeğimiz Bolt'ta bundan nasibini aldı, tabiii. Son çare yenilgiyi kabul eden Bolt; bir köşeye sığınarak tüm günü orada geçirdi. Türünün özellikleri arasında suyu çok sevmeleri olduğu halde bizim ki; pek hoşlanmıyor yüzmekten. Gerçi neremiz doğru ki; köpeğimiz normal olsun. Vilo'nun deyimiyle:


''Millet deliye, biz akıllıya hasret''


Dün; ablası Elf ve arkadaşıyla, bahçe sulama sistemi saatinin şaşmasını da fırsat bilerek gün boyu kudurmuş olmalarının etkisiyle olsa gerek, bu gece her ikiside erkenden sızıp kaldılar. Eeee bizde ne yapalım; yağmur sesinin eşlik ettiği geceyi, kardeşlerimle okey oynayarak geçirmek zorunda kaldık. Darısı yarına diyerek, herkese iyi pazarlar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

24 Haziran 2011 Cuma

BLOG YAZMAK, YAZDIKÇA ÇOĞALMAK




Şu blog yazma işi gerçekten çok garip...Ben; bir gece merak üzerine blogger sayfasındaki yönlendirgeleri izleyerek kurulumu yapmış oldum. O gecenin ardından çok uzun saatler bilgisayarın başında oturup diğer blogları ( o güne kadar böyle bir dünyanın olduğundan bile habersizken ), sayfa eklentilerinin nasıl yapılabilineceğini araştırmak, okumakla geçti.

    Dediğim gibi garip bir şey...İlk yazıyı yayınladıktan sonra, sardı mı beni bundan sonra ne yazacağım, yazacağım şeyler gün gelir biter mi, ya yazdıklarımı kimse okumaz - salar. Zaman zaman bu korkuları hala yaşadığım olmuyor, değil. Yazılarımı kaç kişinin okuduğunu görebilmek için günde kaç kere kontrol ediyorum, inanamazsınız. Kimlerin girmiş olduğunu göremiyor olsamda, bir şekilde bir yerden bir yere gidiyor olduklarını bilmek çok hoş. Öyle günlerde olur ki; dünya umrunuzda olmaz yalnızca kendiniz için yazıverirsiniz, şifa niyetine.

    Yazmak: yıllardır ummanlarında yüzdüğüm kitapların dünyasına daha bir başka dalmamı sağladı, etrafımda olanlara daha bir farklı bakmaya başladım, taze bir heyecan girdi hayatıma. Bir de; İMLA KURALLARI...İçtikçe kanamadığım su gibi okumak; ne kadar okusam az, ne kadar yazsam az.

    Bir de; gizli bir dünya var ki; yalnızca blog yazarlarının içinde yaşadığı. Gecenin ilerleyen vakitlerinde açarsınız ekranı, herkes oradadır. Yazılar, yazılar, yorumlar, öneriler, eleştiriler hepsi. Tanırsınız birbirinizi, yüzlerinizi değil ama korkularınızı, mutluluklarınızı, çocuklarınızın adlarını, annelerinizi, babalarınızı bilirsiniz. Paylaşılan şarkılar aynıdır, hayallerde gidilen yerler farklı olsalar bile. 

    Hele ki okuduklarınız arasında aşina duygular yakalamaya görün, sabırsızlanırsınız, yeni birşeyler yazmalarını  beklerken. Ben bugün sizlerle üç tanesini paylaşmak istedim ki; paylaştıkça, okudukça çoğalalım. Çünkü; tecrübe ettim ki; bazen öyle bir anınızda, kalemin ucundan dökülen öyle aşina bir duyguyla karşılaşırsınız ki: yalnızlık azalır, çaresizlik uçar gider...Çocuğunuzun hastalığını yaşamış olanların tecrübelerini okursunuz endişeniz azalır, koca dırdırının aynılarını okursunuz sabrınız çoğalır, tatile gidilen yerleri okusunuz rotanız değişir...

Zevkle okuyacağınıza eminim;

ILIMLI FISILTILAR ( http://burcu-d.blogspot.com/ )


HAYATA BALIKLAMA ( http://hayatabaliklama.blogspot.com/ )


NEHİR İDA ( http://nehirida.blogspot.com/ )


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Haziran 2011 Perşembe

ALAADDİNİN SİHİRLİ LAMBASI


Bu sabah Oğuz'a kahvaltısını yedirirken; beraber ''Alaaddinin Sihirli Lambası'' adlı çizgi filmi izledik. Süzgecinden geçirmek üzere hafızaya kaydediyor   olduğunun göstegesi, odada fırtına öncesi sessizlik vardı. Okulda geçirmiş olduğu yorucu saatler engel olamamıştı O'na...Zaten okula yollarken performans düşüklüğü olması yönündeki beklentilerimiz gerçekleşemedi. Belki okulda biraz yorulurda eve döndüğünde gazı alınmış olur diye beklerken; baktı ki hiç bir değişiklik yok...



Her neyse; akşam üzeri Zeyno'nu doğum gününe gitmek üzere arabaya bindiğimizde aramızda geçen diyalog aynen aktaracağım gibiydi:


- Anneee; kale diye birşey var mı?


- Var, oğlum.


- Pekiii; şato, saray diye bir yer var mı?


- Var, oğlum.


- Bizim ev şato mu?


- Hayır, oğlum. Biraz daha büyüdüğünde ben seni götürürüm, gezer görürüz.


- Uzakta mı?


- Hayır, oğlum. Önce Dolmabahçe Sarayı'na gideriz. Orada Atatürk yaşamış.


- Aaaaaa! Gerçekten mi? Orası Ankara'da mı?


- Hayır; İstanbul'da...


- Peki; gittiğimizde dolmada toplar mıyız?


Buradan itibibaren; Elf ve ben başedemeyeceğimizi anlayarak pes ettik; önceleri de benzer tecrübeler yaşadığımız için. Döner canı çektiği zaman, tarifi hala; dönen şey. Saray helvası hala; tüylü helva. Domates hala; doTemes...Ama enteresan olan hiç yemediği ve eve çok nadir aldığım halde ara ara ''Evde ananas var mı?'' diye sormaktan hiç vazgeçmemiş olması...Sevgiyle...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

22 Haziran 2011 Çarşamba

HERKES GİDER Mİ? 11










Ucsuz bucaksız kumsalda, turkuaz bir şemsiyenin gölgesindeyim; ileride coşkulu kahkahalarıyla kumda oynayan çocuklar. Ellerindeki rengarenk kovalarla suları üzerlerinden boca ediyorlar. Havada hafifçe, tenimi okşarcasına bir rüzgar...Şapkamın ucuna bağlamış olduğum ipek eşarbım, esen rüzgarla tenimi okşuyor. Çocuk sesleriyle adeta kanat çırpan kalbim ve yüzüme yerleşen tebessümle uyandım; pencereden odama dolan, tülleri uçuşturan rüzgarla birlikte.

    Yıllar önceydi: arkadaşımın tavsiyesi üzerine gittiğim, bir enerji uzmanının odasındaki koltukta uzanmış buluvermiştim, kendimi. Dr. Ayşegül'ün muayenehanesine girdiğim ilk anda garip bir huzur peydahlanmıştı içimde. Beyaz badana duvarları, kocaman bir akvaryumun içinde yüzen; beyaz ve mavi balıklar, miskin miskin uyuyan bir kedi, başka  türlü bakan bir çift iri göz... Zamanın içinden geçerken; bir yerlerde cebimden düşürmüş olduğum neşemi belki tekrar bulmama yardımcı olur ümidiyle gitmiştim, o muayenehaneye. Derin sularda yüzerken görürdüm kendimi ama bir türlü yüzeye çıkamaz, nefessiz kalırdım rüyalarımda. Bir saati aşkın süren terapiden beni uyandıran hayalde, işte bu rüyanın aynısıydı. O kadar çoktu ki; bu hayalin içine kaçıp sığınışlarım...Çok uzaklarda kalmış olan o çocuk kahkahalarını duymak, tenimi yalayıp geçen rüzgarı hissetmek isteyişlerim.

Onca yalan dolan, onca aldatış aldanış, onca büyümek iyi gelmemişti, bana.


    Neyse; hepsi geride kaldı artık. Daha doğrusu geride bırakmak istediklerim. Geride bırakamadığım, bırakmak istemediklerimin, buraya geliş günü, bugün. Tanrı'nın bir hediyesi belki de; bu sabah bu rüyayla uyanışım. Heyecanıma, mutluluğuma ortak olduğunun işaretini yolladı bana. O'na karşı duyduğum minnet duygusuna bir yenisi daha eklendi. Kocaman bir çığlıkla haykırıyorum;

''Teşekkür ederim Tanrım, hoşgeldin yeni günnnn''


     Yataktan kalktığımda hissettim ki; benimle beraber bütün ev hazırdı, misafirlerimi, kıymetlilerimi karşılamak için. Gökyüzünde güneş heyecanla ışıyor, ağaçlar yapraklarıyla bir şarkı tutturmuşlar, çiçeklerim bayramlıklarını giymişler...

     Hemen telefona sarılıp, ablamın numarasını çevirdim. Nevin, Meral, ablam ve çocukları bir arabayla geliyorlardı. ''Tahminen iki saate kadar orada oluruz'' deyince ablam; benim etekler başladı zil çalmaya. Alelacele üzerimi değiştirip koştum, taze ekmek, yumurta almaya. Meydana indiğimde fırında; almam için hazırlanan bir sepet yumurtayı, bostandan taze toplanmış domates, salatalıkları, kağıda sarılmış, dumanı üzerine ekmekleri görünce  anladım; köydeki herkese, günlerce öncesinden anlata anlata bulaştırmış olduğumu heyecanımı. Söyleyecek şey bulamadığımdan; dolu dolu gözlerimle teşekkür ederek ayrıldım fırından.

   Bahçeye kurduğum kahvaltı sofrasını donattıktan sonra, son olarak büyük sürahinin içinde, bir demet çiçeğide koyuverince ortaya; tabaklar, çatal bıçaklarda çiçek açtılar, adeta.



     Düğün alayında ki arabalar gibi korna çalarak yaklaşan arabayı camdan gördüğüm ilk an; zaman durdu adeta. Orada öylece, elimde demlikle dururken ben; ağaçlar, gökyüzü, toprak yol kucaklamış getiriyorlardı, arabayı bana doğru. Camlarında sarkan gülen yüzlerle, çılgınca sallanan ellerle, uçuyordu araba. Hayallerimdekinden bile daha güzeldi herşey. Havada uçuşuyordu işte o çocuk kahkahaları, gözlerimizden akıyordu o masum gözyaşları...Zamanın içinden geçerken, hep kalmak istediğiniz duraklar olmuştur sizinde.

    Öyle bir kargaşa vardı ki; sofrada...Hepimizin anlatmak istediği çok şey olduğundan olsa gerek. Türk kahvesinin kokusuyla, hepimiz sakinleşmiştik. Kahve faslından sonra ben; çocukları alıp iskeleye gitmek üzere ayrıldım evden. En sevdiklerim, evimle tanışsınlar diye. Balıkları kucaklayıp döndüğümüzde; kumsalda ihtiyacımız olacak herşeyi hazırlamışlardı. Tabi ki; ablamın önderliğinde, her ayrıntıyı düşünen ablamın...

     Beraber geçireceğimiz muhteşem bir hafta böyle başladı. Akşam kurduğumuz rakı sofrasından yükselirken sanat müziği nağmeleri, keyfimize diyecek yoktu. Ne kutluyorduk? Ne çok şeyi kutluyorduk? Neyse ne! Bir aradaydık, tek önemli şey buydu. Birbirimizden bir dakika bile ayrı kalmak istemedik. Veeee! Salonun orta yerine, evde ne varsa sererek, hepimizin sığabileceği bir yer yatağı kurduk, her gece.

      Aşkın içinde kaybettiğim kendimle buluşmamı kutladığım muhteşem bir hafta.


     Düşlerinde bile ''Vuslat''ları bulamayan birçoklarının yaşadığı bu kaybolmuşlukta karşına çıkan; içinde masumiyeti saklamayı başarmış o bir çift gözün, engin sularında yapacağın yeni başlangıçta, dualarım seninle birlikte olacak, bilmeni isterim. İçeride verilen her nefesle buram buram huzur doluyorken ben, mektubunu okurken, bana ışık tutan yıldızlarla selam yolluyorum, artık ağlatmayan hatıralarımıza.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

20 Haziran 2011 Pazartesi

KALDIRIMDA Kİ MASADA

    

     Terapiler, kullanılan sakinleştiricilerin etkisiyle ifadesizleşen suratlar, uyuşan beyinler. Kimileri yaşadıkları hayatı onaylatmak istercesine, kimileri başedemedikleri yanlızlıktan kurtulabilmek için, kimileri de dünyevi şeylerin hırsıyla anlamsızlaşan hayatlarına anlam katabilme çabasıyla...İşte; paylaşılamayan büyük yalnızlıklar.

    Akşamüstü saatlerinde, kafenin birinin kaldırımdaki masasında türk kahvemi yudumlarken, etrafı izliyorum. Daha doğrusu, insanların suratlarını. Adına ofis denilen, bitkilerin bile fotosentez yapamadıkları fanuslardan kendilerini dışarıya atmış çalışanların derin nefesli, hararetli sohBetleri. Bir yanda etrafı hiç umursamadan, nerede olduğunun, ne yediğinin önemi yokmuşcasına tabağındakileri bitirip hemen gitme derdindeymiş gibi gözükenler. İşte bir masa takıldı ki gözüme; iki tane yaşlı adamın oturdukları. Çevreleriyle belkide tek ilgilenen, izleyen onlardı. Haa! Bir de; ben...

    Sessizce izliyorlar, arada da göz göze gelip sende gördünmü dercesine bakışıyorlar. Onları izlerken aklıma geçen gün alışveriş yaptığım marketin kasasında, yaşlı bir adamla genç kasiyer kız arasında geçen diyalog geldi. Almış olduğu iki çeşit sebzenin parasını ödedi, bir saat sonra görüşürüz diyerek marketin servisine binmek üzere ayrıldı marketten. Kasiyer kız tebessümle yolcu etti yaşlı adamı. Sıra bana geldiğinde genç kızın söylediğine göre; günlük alışverişini, hergün üç seferde tamamlıyormuş, az önce çıkan yaşlı adam. Evden çıkıp az ilerideki markete gitmek; servise binmek, kalabalığa karışmak, iki selam, ayaküstü sohpet, evden ayrılmak için büyük bir sebep olsa gerek diye düşündüm. Daha doğrusu yalnız yaşayan birçokları için.

   Şu an karşımda oturan bu iki yaşlı adam içinde aynı şey geçerli, gibi. Kafede oturup, hiç tanımadıkları, bir daha görmeyecekleri insanları izlemek belki de; onların hayatları hakkında hikayeler üretmek.

   Yaş ilerledikçe insanı korkutan en büyük şey, yalnızlık olmalı. Gençlik yıllarında işle güçle, günlük koşturmacalarla, hayatla kavga ederek, düşe kalka geçiyor günler. Hatta bizler hiç farkına varmadan. Yıllar önce bir cenaze yemeğinde sohpet ettiğim yaşlı teyzeye sormuştum: '' Mutlumusun?'' diye. ''Hem de çok mutluyum'' diye cevap vermiş, ardından devam ederek; gençlik yıllarında kurulan bütün ilişkilerin bu günler için birer yatırım olduğunu eklemişti. O günlerde kurduğu ilişkileri, dikilen ağaçlara benzediğini, şimdi de meyvelerini yediğini. Telefonunun, kapısını çalmadığı gün olmadığını duyduğumda onun adına çok mutlu olurken diğer yandan da; yaşlılık günleri ile ilgili kafamdaki düşüncelerimin, endişelerimin üzerindeki kara bulutlar dağıldı.

   O günden sonra; telefonla hal hatır sormanın anlamı değişti, içi doldu, benim için. Bayram arifelerinde ekranlarda izlerken, gözlerimizi dolduran, içimizi burkan, ziyaretçilerini bekleyen insanların dünyalarının hepimize aslında ne kadar yakın olduklarının farkına vardım.

   Ama malesef; yaşlanmayı beklemeden o paylaşımsız hayatlarımıza yenik düşüyor, yalnız olduğumuz zamanda çıkamıyoruz düştüğümüz yerlerden. Hele ki; yıllar içinde büyüyen ailelerini; kurulan dostluklarını, hırs uğruna kaybedip gittikçe yalnızlaşan hayatları görmek çok üzüntü verici.

                                                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

17 Haziran 2011 Cuma

KARNE

  


     Ve karneler alındı. Yemin ediyorum; ben almışım kadar rahatladım. Yaz tatili boyunca en azından faliyet yok, proje yokkkk. Abicim, ben okurken bu kadar proje, faliyet yapsaydım eğer; mimar falan olurdum herhalde.

   Okullların tatil olması:

''Anne kalem almam lazım'' ( sizi bilmem ama ben yettirtemedim şu kalemleri kızıma )


''Annne evde uhu bitti'' ( evde, uhu akıtmadığımız halı bırakmadık, evelallah! )


''Anne işten gelirken kırtasiyeye uğrarmısın?''lar da bitti demek.


   Resim bul, konu araştır, kes, yapıştır, sunum hazırla, evde unuttum yetiştir. Artık yeni öğretim yılına kadar nadasa çekiliyoruz. Bütün öğrencilere ve velilere iyi tatiller.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BABAMA

   

Babam bize öğretti aynı zamanda yaşattı ki; paylaşılıp denizlere atılan iyilikler gün gelir geri döner. Babam bize öğretti aynı zamanda yaşattı ki; iyilikten öte birşey yok şu fani dünyada.                        Babam bize öğretti aynı zamanda yaşattı ki; hayat herşeye rağmen devam eder.                                 Babam bize öğretti aynı zamanda yaşattı ki; .........


       Ortak yaşanmışlıklar herkeste farklı izler bırakır; kimi içinde taşır izlerini, kimi yeniden yeniden deneyip durur, silebilmek için o izleri. Benim babam; içinde taşıyanlardan...Daha doğrusu;  içinde geçmiş yaşanmışlılların olduğu, sırtında taşıdığı küfeyi bir türlü boşaltayamayanlardan. Çocukluğu boyunca babasına karşı hissettiği korkuyu, uzun yıllar kalabalıklar içinde nefessiz kalırmışcasına hissetti. Babaları eve geldiğinde altına sığındıkları o masa gibi, sığınacak bir yer arayıp durdu, kalabalıklar içinde.

    Babaları çok uzaklardayken çocuklarıyla tek başına ilgilenmek zorunda kalan annesi, nasıl kol kanat gerdiyse Babam'a ve kardeşlerine; annesi ölene kadar O'da, kol kanat gerdi annesine.

Lise yıllarında;  başlarda çok utanmasına sebep olmakla birlikte; İstanbul'a geçireceği, iki üniversiteden mezun olacağı, Vilo'yla tanışacağı hayatına açılacak bir yol ayrımı olan, arkadaşının yapmış olduğu şakayı hiç unutmadı. Yıllar içinde ''Dost arıyorsan, cebine bakacaksın kızım'' dedirtecek tecrübeler yaşadığında bile, belki bir yol ayrımıdır diyerek, dile dökmedi kırgınlıklarını.

   Hakkari'den üniversiteyi okumak için İstanbul'a geleceği zaman ihtiyacı olan otobüs biletini alabilmek için rehin verdiği saatiymişcesine hiç değiştirmeden takıyor, aynı kol saatini.

   Gençlik yıllarında; karnını doyurmasını sağlayan şeyi hep çok önemser; bilgi. Ne kadar okursak okuyalım, öğreneceğimiz şeylerin bitmeyeceğine inat, hep okur.

   Okumak için yanına gelen kardeşleriyle paylaştıkları, dört ısırıkta bitirdiği zeytinmişcesine; sahip olduklarının kıymetini bilip hep şükrediyor. Binebildiği araba en güzel araba, oturabildiği ev en güzel evdir.


   Ne şekilde, nasıl, kimin aracılığıyla olmuş; nereden gelmişiz, nereye gideceğiz; cevabını hep aradı. Kendince cevaplarda buldu ama herşeye rağmen bir emanet gibi saklayıp kolladığı tertemiz bir ruhu var.

   Bütün bunlarla birlikte; çocukları bizler ( Özgür, Özlem, Önder ) ve torunları ( Elif, Duygu, Oğuz, Baran ) için hazırladığı; içinde,  sevgi ve  şefkatle ilmek ilmek dokuduklarını biriktirdiği  kocaman bir  sandığı var.

   Şans oyunlarında hiç şansım olmamasının sebebi;  şansımın çok büyük kısmını, dünyaya gelirken, böyle bir  anne ve baba'ya sahip olmakla kullanmış olmamdan olsa gerek.

Babalar günün kutlu olsun, Babacığım...


En büyük şansımın yarısısın ve ben seni çok seviyorum.


BABAM İÇİN NOT: Sanma ki; senin için yazacaklarım bu kadar. Günün anlamını, ağırlığını bozmamak adına; Vilo'yu çıldırtan huylarını, kaleme alınsa kitap olabilecek dalgınlıklarını, yaptığımız uzun sohpetler sonralarında çıkarttığın ve beni şaşkına çeviren anafikirlerini yazmadım. Ama ben seni zaten hepsi olduğun için seviyorum. Yarın işte görüşmek üzere. Sevgiyle...


ERDO İÇİN NOT: Sevgisinden beni hiç mahrum etmeyen, beni olduğum gibi kabul edip, değiştirmeye çalışmayan, kapıda karşılarken hala ilk günün heyecanımı duyduğum adam; şansımın kalan kısmınıda sen karşıma çıktığında kullanmış olduğuma inanıyorum. Diliyorum ki; daha nice yıllar, çocuklarla birlikte babalar gününü kutlayalım. Daha doğrusu; kutlama yapmak için bir de babalar gününü bahane edelim. Babalar günün kutlu olsun. Sevgiyle...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

16 Haziran 2011 Perşembe

EVLER VARDIR...

     Her evin ayrı bir havası, kokusu, enerjisi olur. En azından benim için...Kapı açılır açılmaz önce, hatırlatıcı kokuyu duyarsınız, ardından da sizde bıraktığı duyguları hatırlarsınız. Rahmetli ananemin evine her girişimde kalabalık sofraları hatırlarım, yengemin evinde unutulmaz sahur sohpetlerini bir de tadını başka yerde bulamadığım piyazı, Vilo'nu evinde dağılan oyuncakları, güven duygusunu, cümbür cemaat geçen yılbaşı akşamlarını, Zeynep'in evinde kahve sohbetlerini, Özlem'in evinde ise, her seferinde yeniden kavuşmuş olmanın mutluluğunu... Çok ev var hissettirdiklerini unutamadığım.

      Arkadaşım Safiş'in evi sabun kokar, mesela. Elf'in kokusuyla aşina olduğu ilk ev O'nunkisidir. Benzer koku duyduğu zaman hemen '' anne Safiye Teyzem'in evi gibi kokuyor '' der. Bir de; evin hanımının eve yaydığı enerji vardır ya...O nasıl hissediyorsa, sizde öyle hissedersiniz. Bu sebepten olsa gerek, defalarca kez gidipte, eşyalarla ilgili hiçbir şey hatırlamadığım nice evler var. Beni ağırlayan, sohbet ettiğim kadının yaydığı ışık öylesine kamaştırmıştır ki gözlerimi, eşyalar görünmez olmuştur. Ama kimi evler var ki; girer girmez sizi saran soğukluk, içinde samimiyet olmayan gözlerin etkisiyle, eşyalar üzerinize üzerinize gelir, ne yediğinizin ne de konuşulanların tadı olur.

     Geçen pazar günü, doğum günü daveti üzerine, Oğuz'la beraber öyle bir eve gittik ki: zili çaldığınız an canlanıp, sizi adeta  önünüzde eğilerek  buyur eden, capcanlı, yaşayan türlerinden. Kapını ardında gülen gözler, koşuşturan çocuklar, havlayan bir köpek, en önemlisi içine bütün dünyayı sığdırabileceği bir kalbi olan ev sahibesi olduğunu haber verircesine. Ne zaman giderseniz gidin; kucaklanır, korunur, dertlerinizden arınırsınız. O'nun yaşadığı evlerin öyle garip birşeyi olur.

    Hissediyor olmalı ki; Oğuz, etrafında olanların hangisiyle ilgileneceğini şaşırdı ve kaldı. Normalde, orada da, evimizde ki gibi çok rahattır. Fakat o gün; kalabalık arasında bir süre, yüzündeki sırıtışla öylece izledi, olup biteni. Doğum günü hediyeleriyle koşuşturanları, pc oynayan grubun çığlıkları, balkondan parka, parktan tekrar eve yorulmadan gidip gelenler , salondaki yemek masasında küfür kafir  sohbet, kahkaha gırla, bir koltukta elinde tespih çeken, mutfakta rakı sofrasında biri, sabır çeken Makbuş desen ayrı film...Bir de ortalıkta; yemek yiyen herkezin, bakışlarıyla lokmalarını boğazına dizen, çalan kapı ziline mi çocuklara mı koştursun bilemeyen, Banu'nun köpeği Hera...Oğuz'un arabaya bindiğimizde söylediği gibi: '' çok güzel vakit geçirdik ''

      Demek istediğim bu duyguydu işte; yaşayan evler. Misafiri bu sebepten çok seviyorum; evimin duvarlarında daha çok hikaye birikebilsin diye. Taşındığım her evle vedalaşmam güç olmuştur, biriken hikayelerden ötürü. Bazen bütün ihtişamıyla dikilen ama yaşayamayan evler görünce, içime çöken hüzün, evde yaşayanlar  için değil ev için olur, boyunları bükük öylece kalmışlar gibi gelir.

     Güzel kalpli çocuklar, susmayacak kahkahalar için evlerimizi sevgiyle aydınlatmamız gerektiğine sonuna kadar inanıyorum. 

                   ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

SUSKUNUM BUGÜN

 

    Gene o sabahlardan birine uyandım; yalnızca ''suskunluk'' var. Düşüncelerimin, korkularımın, itiraz ve kabullenişlerimin kelimeleri bir martının gagasında, gökyüzündeki bulutların arkasına uçup gitmiş gibiler. Bakışlarım bir yere dalmış bakıyor ama nereye? İşte gene herşeyin görünmez olduğu bir gün. Herkes sussun istiyorum, herkes ''tıpppp'' oynasın. Dün gece Ay'la beraber bende tutuldum kaldım, galiba.

     Hüzünlü değil huzurlu bir hal aslında, üzerimdeki. Beni etkileyen filmlerin sonunda da böyle olurum, ben. Kimseler konuşmasın isterim ki; o içine girdiğim, tanımadığım acıların, buluşma, ayrılıkların, terkedilmişliklerin olduğu dünyaların içinde rahatça gezinebileyim, iliklerime kadar hissedebileyim. Sonrasında da; yeni bir masalla tanışayım . Beni çoğaltır o masallar. Daha doğrusu, içimdeki hayatları çoğaltıp, beslerler.

    Bu suskunluğun içine gönüllüce girmemin sebebi de, sonunda dahili olduğum yeni bir masal olması. O gelene kadar ben, bu huzurlu suskunluğumun içinde onu bekliyor olacağım.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

15 Haziran 2011 Çarşamba

MEHTAPLI BİR GECE DE







Böyle mehtaplı bir gecede; ''ZIVANASIZ ALAN''( http://zivanasiz.blogspot.com/ ) adlı blogda yayımlanan yazıya eşlik etmesi için önerilen parça...Beni bu balkondan aldı götürdü: kumsalda kurulmuş bir rakı sofrasına; muhabbetin öz, duyguların yoğun olduğu bir rakı sofrasına. Kurulan hayallerin arasında, özlenen sevgililerin olduğu, suskunluklarda ise ayrılık acılarının.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Haziran 2011 Salı

SALYANGOZLAR


Çocuklarla aramda geçen diyaloglarda, söyleyecek şey bulamadıysam, açıklayamayacağım noktaya geldiysem eğer, en çok kullandığım cümleler:


''Anneler herşeyi görür''


''Anneler herşeyi bilir'' Dİ.


Dİ! diyorum çünkü:

       Geçen akşam iş dönüşü Oğuz'la başlayacak oyun zamanı için O'nun odasında oyuncakları hazırlıyorduk. Hemen hemen hergün olduğu gibi; beni günlerdir görmüyormuşcasına, birçok şeyi aynı anda yapmak ister hali vardı. Kafasında hepsini güzelce sıraya koymuş beni yönlendiriyordu ki; ''Bugün okulda salyangoz çizmeyi öğrendik'' dedi. Eliyle havada şekil çizerek anlatmaya başladı, büyük bir heyecanla. Elini bir yay çizer gibi havada gezdirdi, sonrada üzerine daireler çizildiğini söyledi. O'nun heyecanına eşlik etmek için ''Aaaaa gerçekten mi'' diyerek sürekli destek veriyordum. ''En son da üzerine antenlerini çiziyorsun'' deyince, ben dozu iyice arttırarak ''Evet! Gözleri var orada değil mi'' deyiverdim. ''Hayırrrrr. O antenlerden yiyeceklerinin kokuları takip edip, yiyeceklerini buluyorlar'' cevabı karşısında, boşta bulunarak, daha doğrusu hesapsızca ''Gerçekten mi, bak bilmiyordum'' dedim.

       Dedim ve cevabımı aldım:

     ''Hani anneler herşeyi bilirdi'' Al sana daha dört yaşında ki veletten kocaman bir '' Dİ ''


      Birkaç dakika önce getirmiş olduğu poşetin geri dönüşüm atık olabileceğini; üzerindeki amblemden   anlayabileceğimizi anlatmış olması üzerine Elf'in tepkiside not düşülecek cinsindendi:

''Oğlum size yuvada ne yedirip, ne içiriyorlar. Anne yaa bunlar yakında test çözmeye başlarlar ''


     Bunu söyleyen Elf'te zaman zaman o kadar derin, felsefi şeylere takılıyor ki; konuya nereden girip, hadi girdik, hangi bi yerinden çıkacağımı bilemiyorum. Gerçekten; bu zamane çocukları nasıl böyleler anlayamıyorum, ulan ben okuma yazma öğrenirken dayak yediğimi hatırlıyorum. Şimdi ise; çocuklarımın bir kaç yıl sonra soracakları sorulardan korkar yaşıyorum.

MERAK EDENLER İÇİN NOT: Salyangozların antenleri vardır. Salyangozların gözleri antenlerinin ucundadır. Deniz salyangozlarınınki ise antenlerinin altındadır. Salyangozların başında iki çift anteni vardır. Bunlardan ikisi üstte ve diğerlerinden daha uzundur, gözler bunun üzerinde bulunur. Diğer ikisi de altta ve daha kısadır, bunlarla koku alır ve etrafını hisseder. Antenler salyangozlar için çok önemlidirler.


                                                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



13 Haziran 2011 Pazartesi

KOMŞULAR

                                                                                 

      Evde ki herkes, derin uykuda. Ve ben elimde kahvemle camın önünde oturmuş şu an, en yakın arkadaşlarım, eski komşularım olan canımın üçünü düşünüyorum. Üçümüz aynı apartmanda oturduk uzunca süre. Kimi geceler, pijamaların üzerine geçiriverdiğimiz hırkalarla, süzülüverirdik, merdivenlerden. Üçümüzden birinin mutfağında demlenen çay eşliğinde başlardı, uzun sohbetlerimiz.
 
    Bugüne kadar ki tüm komşularımla özel ilişkilerimiz olmuştur, zaten. Ama apartman içinde yaşanan komşuluk gibi olmuyor, olamıyor. Bir Sevgi Abla'm vardı mesela; elektrikli bir sobanın ısıttığı, evde ısıtabildiğimiz tek odanın içinde Elf'le birlikte geçirmek zorunda kaldığım lohusalık günlerimden birinde, soğuk bir kış günü çilek kompostosuyla dikilivermişti, kapımıza. Diğer her şey bir yana, aradan sekiz yıl geçtikten sonra karşılaştığımızda aklıma ilk gelen şey, o çilek kompostosu olmuştu. Şimdi ki evimize taşındıktan sonra komşumuz olan Güner'de hiç aratmamıştı o komşulukları... Sabahın, gecenin körleri gizli aşıklar gibi buluşuverirdik, birimizin evinde. Arada iş dönüşü süzülürdüm bahçelerine, bir fallık kahve pişirirdi. Güner'ler evlerinden taşınırken çok burkulmuştu içim. Uzun süre geceleri evlerinin ışığını kontrol etmeye devam ettim. Rahatlardık çünkü park edilen araba kapıda ya da ışık yanıyorsa. Bilirdik bir seslenmelik mesafelerde olduğumuzu. Bir gün ışık yandı yan evde ama Güner‘lerin oturduğu zaman ki gibi aydınlanmadı ne o ev, ne de bahçe. Geçen sabah, kahvaltı için kapıda belirdiğinde, bir an yan evden çıkıp gelivermiş gibi hissettim. Demek ki yalnızca taşınmıştı, gitmemişti.
 
     Canımı üçünü de başka bir gün yazarım, sizlere. Gerçi yazdığım, söylediğim herşeyin içinde onlar var. Komşulukla gelen, sonsuzlukta bitecek türden dostlarım, seçmiş olduğum akrabalarım onlar, benim. Velhasıl komşuluk çok özel ve güzel. Çöp atarken verilen bir selamla sınırlı kalsa bile güven duygusu verir insana. Bilirsin ve bilinmesini istersin ki, baş dara düşünce çalınacak kapılar hala var.
 
                                                           ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

12 Haziran 2011 Pazar

TAVSİYE ETME

     Bu yaşıma kadar edindiğim tecrübelerle sabitlenmiştir ki;  tavsiyede bulunulmaması gereken konular var. Bunların başında; kuaför, manikürcü, meslek sahibi arkadaş, dişçi, jinekolog bir de; kitap ve film.

    Hiç unutmuyorum; bir keresinde pazarda alt çamaşırı aldığım tezgahtan alışveriş yapan bir tanesi: '' Ayyy! çok kötü çıktılar, pazardan alınca dayanmıyor bana, yamuluyor ağzı burnu'' demişti. Yahu! ısrarla peşime takılıp pazar gelen sen, illa bende alayım çok güzellermiş diyen sen...Memnun kalmadıysan bile kapa çeneni otur yerine, bir daha da gelme. Bu arada; onların giydikleri yerleri çok kıymetli, bizimkileri köpeğin önüne atsan dönüp bakmaz ya. Allah'a şükür yıllardır almamız gerekenleri, alınması gereken yerlerden  alırız da, giyeriz de, yakıştırırız da; ne bir yanımıza birşey olduğu, ne de yamuldukları  oldu. Neyse artık kıymetli herşeylerini toparlayıp, eline verip hayatımdan temelli çıkarttım, çok rahatladım.

     Hele kuaför asla...Buldun mu kardeşim zevkine, kesene, gözüne uygun bir tane; git işte sanane diğerlerinden. Sanırım on yıl kadar önce, tavsiye üzerine bir kuaföre gitmiştim. Boya sonucunda ortaya çıkan sarı tonu yüzünden günlerce sokağa çıkamadım. Ondan önceki bir kaç teşebbüsümde olduğu gibi; uzaklığını bahane ettiğim eski kuaförüme tıpış tıpış, üşenmeden dönmek zorunda kaldım. Bunu yanında, tavsiye edip yolladığım bir kaç arkadaşımada rezil olmuşluğum var. Manikürcüde pek şaşmadım fakat ona da şimdi randevusuz gidemeyen ben oldum.

     Boyacıydı, marangozdu, elektrikçiydi bunlarda da; tanıdığına değil yedi kat yabancıya yollayacaksın. Tanıdık bildik birine yolladığında; arkadaşına indirim yapacağına kazıklamaya çalışırlar, genelde. Sağlıkla alakalı konularda tavsiye daha sakat: geçenlerde kayınvalidem; O'na tavsiye edilen bir dişçiye arkadaşını götürmüş. Kan kaybından gidiyormuş kadıncağız; uyuşturucudan ağız burun bir yerde dar atmışlar kendilerini dışarıya.

     Kitap, film konusuna gelince; isabet ettirebildiğim çok nadirdir. Gerçi ben utanır söyleyemem tavsiye üzerine izlediğim filmi, okuduğum kitabı beğenmediğimi. Bakış açısına, görüşüne güveneceğin bir kaç arkadaşın olacak onlar yeter zaten. Ne kadar zaman bulabiliyoruz ki kitaplar, filmler için...Bir de riske etmeye değmez. Ayrıca; kime göre iyi, kime göre kötü, kim karar verebilir?

    Gecenin bu saatinde, balkonda oturmuş, üst üste iki film seyretmiş ve sabah oy kullanacakken; hakkında yazdığım konuya bakarmısınız! Zaten normal olsam; Oğuz'la bütün sabah evde, öğlende Bebek Parkında, akşam restaurantta uğraştıktan sonra uyuyor olamam gerekirdi. Bak; bütün garipliklerimize rağmen kardeşimi de, kendimi de seviyor olduğum aklıma geldi, konuyla ne alaksı varsa! Hadi ben kaçtım...Çünkü; yarın gecede sonuçları bekliyor olacağımız için uyku yok.

Ülkemiz, Türkiye'miz, bu topraklarda yaşayan hepimiz için; en güzeli, en iyisi olmasını diliyorum.


                                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

10 Haziran 2011 Cuma

HERKES GİDER Mİ? 10










    Ne kadar uzun yıllarımı almış, şimdi farkına varıyorum. Anlamsızca- zamanla, hayatla yarışıp durmuşum, sanki yakalayabilecekmişim gibi. Seninle yaşadığımız ayrılıktan sonra bu yarışta kaybeden taraf olacağımı anladım ve vazgeçtim Nesrin. O andan sonra, zamanı alıp kucakladım, arkadaş oldum onunla. Ne kadar çok, ne kadar az, ne kadar değerli olduğunun farkına vararak yaşadım, yaşıyorum. Öyle olunca hayaller, gerçekler, gelmiş, geçmiş daha bi farklı biçimleniyor. Kıymet bilerek yaşamaya başlıyorsun. Ne yapmak istediğini, nasıl elde edeceğini bulduktan sonra da boşa harcamıyorsun zamanı. Zamanın herşeyi değiştirmesine, yaralarını sarmasına, yenilikler sunmasına izin veriyorsun, sabrın çoğalıyor.

      Hayatımın fon müziğinin değişmesiyle gelen bambaşka bir bakış açısı...Ertelemelere yer yok. Özellikle kendimle ilgili şeyleri ertelemiyorum. Ertelediğim, ertelendiğim geçmiş günlerin düşüncesi, vicdan azabı, pişmanlık uzun süre peşimi bırakmadı. Nesrin; iyi kötü, az ya da çok emek harcanarak yaşananlar kolay kolay bırakmıyormuş insanın peşini. Kurduğum yeni düzenin içine, taşındığım mahalledeki çocuk sesleride eklenince içimdeki bu direnci yendim galiba ki; artık pişmanlıklar yerine seninle paylaştığımız güzel hatıralar var. Geçmişimde kalan, geleceğimde de benimle birlikte olacak hatıralar, izler. Başka şehirlerde, başlangıçlara yelken açarken daha sağlam basmamızı sağlayan bir ayrılık yaşadık. Geride bıraktıklarının arasında; kırgınlık, yenilgi, kızgınlığa yer olmayan bir ilişki... Bana anlatmak istediğin, görmem için çabaladığın herşeyin farkındayım artık. Senin gidişinle birlikte kaybettiğimi zannederken aslında ne kadar çok şey kazanmışım. En önemlisi seni ve kendimi yeniden bulmuş olmam. Nefes alabildiğimi, yaşadığımı hissedebiliyorum. 

       Bütün bunlarla  birlikte bir çift göz girdi hayatıma...Tıpkı bahar gibi; izin istemeden, birdenbire... Bakışlarında masumiyeti, heyecanı, tutkuyu hapsetmiş, masumiyeti kaybetmemiş bir çift göz. Baktığım anda içime sızıveren.

     Soner ve Aslı'nın bahçelerinde verdiği yemek davetine katıldığım gece tanıştık. Görüntüsünden önce kokusunu duydum sanki. Şarkılarda ki gibi; havada aşk kokusu varmışcasına.

     Üzerinde uzun mavi elbisesi, omuzlarına aldığı ince bir şal, elinde şarap kadehiyle sırtı bana dönüktü. Ensesi nasılda narin, kırılgan duruyordu. Çok uzun zaman olmuştu, bir kadını böyle görmeyişim. Senden geriye kalan kokunla yaşayıp, kendimle kavgalar ettiğim sürede gözlerimi sımsıkı kapatmıştım herşeye. Ama dedim ya o gece havada garip birşey vardı.

     Aslı; elimden tutup tanıştırmak için onun yanına götürdü. Aslı'nın sesiyle bize doğru döndürdüğü yüzüne düşen, okşarcasına bir ahenkle kulağının arkasına aldığı kıvırcık saçlarının arkasından çıkan gözlerdi işte karşılaştığım anda içime akan. Gözlerine bakmaktan kendimi alamıyordum; içinde unuttuğum şeyleri bulacakmışcasına dalıp dalıp gitmek istedim. O akşamdan aklımda kalan herşey ağır çekimde zaten. Tokalaşmak için elini uzatırken dizlerini çok hafifçe kırışı, kafasını yana eğişi, şarabını yudumlarken aralanan dudakları bir de o öpülesi güzel boynu. Bütün gece dayanılmaz şekilde arzuladığım tek şeydi belki de; o öpülesi boynuna konduracağım bir busede sıcaklığını hissedebilmek. Sesi; içimdeki müziğe coşku katıvermişti: hiç birşey duyamaz, konuşamaz olmuştum.

       Gecenin sonunda, cebimdeki kağıtta değil hafızamda kazınmış telefon numarası ve ben döndük eve. Uykuya dalmamı güçleştiren heyecan, sabah uyandığımda hissettiğim ne yapacağını bilememezlik, dışarıdan kendime her bakışımda gülünesi halim...

      Evet! Gülünesi halim. Bu yaşında, bir adamın kalbi böyle çarpabilirmiş. Bir çift göz insanı alıp başka alemlere  götürebilirmiş. Mümkün olduğunu biliyordum artık. Hiç hesabını yapmamış daha doğrusu bunca aydır böyle hayaller kurmak aklımdan bile geçmemişti; tekrar aşık olabilme ihtimalim. Senin hep dediğin gibi Nesrin ''Hayat işte''.

      En güzeli de ne biliyormusun: beni, içimden geldiği gibi, olduğum gibi davranmaktan alıkoyacak yaşı ve tecrübeleri geride bırakmış olmam. Ne zaman arasam, aramasam mı, doğru zaman ne zaman, ne desem, nasıl desemler çok uzakta, gençliğimde kalmışlardı. Bu endişesizlikle, sabah ofise gider gitmez ilk işim onu aramak oldu. Sesini duyduğumda gene için coştu, sesim titredi. Müthiş bir mutlulukla teslim olduğum heyecanın kucağına bıraktım kendimi: çocukça dibine kadar hissettiğim, anlamasından utanmadığım heyecanın. Akşam yemeği için yaptığım davete aldığım olumlu cevabın ardından bütün günüm el- ayak titremesi ve suratımdan silemediğim aptalca gülüşle geçti.

Bu arada onun adı; Vuslat.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

9 Haziran 2011 Perşembe

YAZ TATİLİ GELİYOR


Fotoğrafa aldanmayın. Buna ancak böyle bakılır.


Bunun yerine:



Sonra da:



Bütün bunların öncesinde ise  düşünceler: Bu yaz ne yapacağız?


     Veeee! Yaz tatili yaklaşıyor. Çocuklarada  heyecan var. Benim gibi bir çok annedede; ne yapacağız telaşı. Çünkü; en büyüğünden en küçüğüne hepsinde ilk on, onbeş gün herşey yolunda...Sonrasında bir can sıkıntısı, günün tamamında bitip tükenmeyen atraksiyon isteği. Bugün ne yapacağız, nereye gideceğiz. Annnemim biz çocukken (ahhh çocukken) çok kullandığı bir laf vardı: ''Bir gelmeye bir gitmeye heves'' diye. Çocuklardaki de o misal; tatilin bir gelmesine bir bitmesine heves.

      Okulların hepsinde, tüm yaz sürecek, yaz okul programları olsa ne güzel olurdu. Çocuklar gene sabah çıkıp en azından öğle saatlerinde eve dönseler. Şimdi; öğretmen olan arkadaşların seslerini duyar gibiyim: ''Yok yaa! Bizim halimiz ne olacak?'' Ama ben gerçekten geriliyorum. Sabah işe giderken yüzlerine takındıkları yavru kedi bakışları bütün gün aklımdan çıkmıyorken, ardı arkası kesilmeyen, gün boyu süren telefonları da başlayınca, yaz bitmez oluyor. Hadi ufaklıklar neyse, kazık kadar olanlara ne oluyor. Demiyorlar ki; ulan bu kadında bir okul dönemi benimle uğraştı, yok derslerim, yok psikolojim, hafta sonları ayrı koşturmacalarım...Ama yok; tüm dünya onların ekseninde dönüyor, bize ne oluyor ki?

      Bir de; biz anneler için bir tatil olsa ne güzel olurdu. Koşturmacalara verilecek bir kaç haftalık bir mola. Bugün gene bir arkadaşımla konuşuyorum: ''Ayyy! Şöyle; bir sabah arabaya atlayıp, bir gitsem. Birkaç gün kafamı dinlesem. Arkamda bıraktığım herşeyde yolunda olsa.''dedi. Bu bir gidesim varlar, herkeste var anlaşılan. Kiminle konuşsan aynı şey çünkü; birkaç gün gidebilsem. Ama olmuyor işte; bak ben bi trene binip gidemedim. Kendimi yurt dışında falan mı zannediyormuşum, eğer çok istiyorsam; çocuklarla beraber bir hafta sonu Eskişehir'e gidelimmiş. Yok ben almayayım dedim, oturdum, oturduğum yerde. Treni sırtlayıp gitsem daha az yorulurum herhalde. Çocuklarla gidilen yaz tatilinde geçirilen günler bile evdekilerden ne kadar farklı oluyor ki?

      Amannn ne kadar dolmuşsam hale bakın! Sınav bitince, bende de bir boşalma oldu galiba. Bizim evde ne oluyorsa en çok etkilenen ben oluyorum, zaten. Diğer herkesin keyfi tıkırında, bu da demek oluyor ki; ben şu beynimi kargoyla bir yerlere yollayıp onu uzaklaştırsam bana yetecek. Bilimin bu noktalara geleceği zamana kadar, biz gene okumak, yazmak, dostlarla sohbetle idare edelim.

                                                                      ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

8 Haziran 2011 Çarşamba

...BİLSE

 



Bir ninni söylesem, sussa bütün sesler


Bir çığlık atsam, silinse bütün izler


Bir dokunsam, iyileşse tüm yaralar


Bir gözyaşı döksem, dinse bütün yaşlar


Bir yıldız tutsam, aydınlansa karanlıklar


Bir bulut olsam, yağsam bütün kötülüklere


Bir çiçek olsam, renk bulsa ağaçlar


Bir çocuk olsam, değişse tüm dünya...



  ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Haziran 2011 Pazartesi

DEĞDİ Mİ?



      Nedendir bilemem; şu kürek kemiklerimin arası var ya, hep üşür. Hiç ısıtamadım kürek kemiklerimin arasını. İçimdenki boşluktan gelen bir esinti varmış gibi...Yıllardır savrulup duruyorum oradan oraya, hiç bir zaman ait olamadığım yerlere. Babamdan geriye kalan hayali, hep peşimdeymişcesine kaçıp duruyorum, peşimi bir türlü bırakmadı. Hiç sevgi kırıntısı göremediğimiz gözleri hep peşimizdeymişcesine, üç kardeşte savrulduk.

     Gittiğim yerler; ne yeterince uzak ne de yakın oldular. Babamın gözlerinden bana kalan sevgisizlik ve korku...Öyle birşey ki; hiç bir göze baktırmayan, hiç bir kalbe dokundurtmayan. Koşup koşup yolun sonunda ondan izlerle karşılaşmaktan hep korktum. Bu yaşımda hala legolarla kuruyormuşcasına; sonunda hep benim bozduğum ilişkilerim var. Diğer birçok kız çocuğu gibi; beyaz gelinlik, mutlu, huzurlu bir yuva, sadık bir kocayla süslü hayallerim olmamış, olamamıştı zaten benim. Annem va babamın bize yaşatmış oldukları masalda bunların hiçbirine yer yoktu ama bunun yanında bize okunmamış, hayaller kurdurtacak masallar o kadar çoklardı ki...

    Ama yalnızlığın, kaybolmuşluğun en büyüğünü erkek kardeşimiz yaşadı. Kendisini bu kadar değersiz hissetmeye dayanamayıp hayata gözlerini yumarken bile o ürkek bakışları vardı, gözlerinde... O; baba - oğul ilişkisinde hep yerlerde sürüklenen taraf oldu. Her tökezlediğinde onu daha da derinlere iten babamdan hep nefret etti. Her seferinde sergilenen tutum karşısında yılmıştı ve artık hata yapıp yapmamak umurunda bile olmaz olmuştu. Bacaklarındaki tüm gücü kaybetmek gibi birşeydi; hatalarla yaşamak. Ve sonunda da ayağa kalkmayı denemekten vazgeçti.

      Çok erken yaşlarda hepimiz kimlerin, nelerin peşlerinden gittik hatırlamıyorum fakat kaçtık. Karşımıza çıkanların hepsine birer kurtarıcıymışcasına sarılarak. Ama; hiçbir zaman ne hayatımıza girenleri ne de kendimizi kurtarmayı başaramadık, kaçışlarımızda son bulmadılar. Umudumuz yoktu çünkü...Annem yıllar önce o umudu, elimizden almıştı. Bilerek ya da bilmeyerek ama yok etmişti; bizleri kurtarmayarak. Bizleri aynı kendisi gibi kaçacak, sığınacak yerlerin olmadığı hayatlara terk etti.

      Ama şu kürek kemiklerimin arası var ya; erkek kardeşim gitti gideli üşür. O gitti gideli, içimdeki kapanamayan boşluk beni yutacak kadar büyüdü. Kız kardeşimle bir araya geldiğimizde ise gözlerimize bakamıyoruz, birbirimizin. Çok eski zamanlarda kalan, artık yalnızca ikimizin bildiği bir hikayenin iki kahramanıymışcasına. Aslında; bir hikaye, beş kahraman, beş ayrı yaşanmışlık, beş ayrı sonuç.

      Merak ettiğim tek şey var o hikayede! Ölümün yaklaştığını hissettiği günlerde hiç düşünmüşmüydü acaba babam. Değmiş miydi? Bizlere çok gördüğü ve tek ihtiyacımız olan sevgiydi, birazcık sevgi. Ardında, kök salamayan, içlerindeki büyük aidiyetsizlik duygusuyla nasıl başedebileceklerini bilmeyen hayatlar bırakmasına değdi mi?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

5 Haziran 2011 Pazar

VE SINAV



Yarın sabah bir çokları gibi, Elf'te; anlaşılmaz ve aklımızın, en azından benim aklımın alamayacağı kadar büyük bir rantın döndüğü eğitim sistemimizin kurbanlarından biri olarak sınava girecek.


Ben şu anda yorgunluktan uyuyamaz, canı kahve çeker ama yapmaya üşenir durumdayken, bu sınav sistemiyle ilgili birşeyler yazmakta hiç istemez durumdayım. İstediğim kadar kabul etmek istemeyim, mücadele etmeye çalışayım yine de gün geliyor ve karşı olduğum şeylerin müdahili olmak zorunda kalıyorum ya, çıldırıyorum. Daha doğrusu kendimi geçtim çocuklarım yaşamak zorunda kalıyorlar ya asıl zor gelen bu...


 

     Bu gece uykuya dalarken duyduğu korkuyu, heyecanı düşünmek yiyip bitirdi beni. Kucaklayıp kaçırmak istedim sınavların olmadığı ülkelerden birisine. Şimdi; hayat zaten büyük bir sınav felsefesini kaldıracak durumda da değilim; aklınızdan geçen eğer buysa. İnsanın çocukları söz konusu olunca ne kadar çok şey anlam değiştiriveriyor, ne kadar çok şeyin içi boşalıyor, ne kadar çok şey kaçılası oluyor...

Ayyyy dayanamayacağım! Ben bir kahve yapıp geliyorum.


Tamam artık sabah olmaz bana.


      Bak! Kayınvalideme şeker okutacaktım onuda unuttum. Gerçi sağolsun sabaha kadar O'da uyumaz, dua eder durur şimdi, eminim. Çocuklarım böyle bir babaneleri olduğu için ayrıca şanslılar, bunuda eklemeden geçemedim.

      Kalemler tamam, silgi tamam, kimlik ve sınava giriş belgeside hazır, giyecekleri hazırlandı. Aslında O'nun yerine sınavada girebilsem tam olacaktı. Bütün önemli günlerin arifesini böyle duygularla geçirmek bir anne için ne kadar yorucuymuş. Anaokulundaki ilk müsamere öncesi gecesinden beri aynı, tekrarını yaşadığım duygular bunlar. Ama büyümeleriyle birlikte gelen, duygularının dışa vurumlarıyla yaşamak daha zor. Yani; Elif küçükken O'nun adına, yalnız yaşıyordum bu endişe mi, heyecan mı, adını ne koyacağımı bilemediğim şeyi ama şimdi beraber yaşıyoruz. Aaaa çok garip, yazdıkça güzel gelmeye başladı bu şey. Kızımla paylaştığım birşey daha...

Tanrı'dan diliyorum ki: hep böyle şeylerin arife gecelerini yaşayalım, hep güzel heyecanların arifelerini...Çocuklar hiç üzülmeden, ezilmeden, yenilmeden, silinmeden, en önemlisi sevgiden, sevgiyle büyüyebilsinler.

Hepsini yolları açık olsun.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

 

 

2 Haziran 2011 Perşembe

KOCAMAN YÜREKLİ ÇOCUKLARDAN HABER VAR



 

      Bu yıl yolum can arkadaşım Safiye’nin sayesinde, yaşları küçük ama yürekleri kocaman çocuklarla birleşti. Daha doğrusu; yolda yaşananlar tarifi imkansız mutluluğuma dönüşmeye başlayınca içine Vilo’yu, arkadaşlarını, arkadaşlarımı, Erdo’yu da alarak çoğaldı da çoğaldı. Şimdi küçük yoldaşlarla birbirlerimizin yüzlerini hiç görmeden, seslerimizi hiç duymadan sevgi alışverişi içindeyiz. Yazı yazarken bana eşlik eden melodinin yükseldiği müzik kutusu da; annesiz bir yaşama babasıyla devam eden kocaman yürekli çocuklardan birinin anneler günü hediyesi. Birbirimizi hiç görmedik, kim olduğumu bilmiyor. Tek bildiği Safiye öğretmeninden öğrenmiş olduğu kadar; yani bir kadın olduğum.
Yayınevi sahibi, İstanbul’a iki yıl önce yerleşmiş olan arkadaşım Çınar’ın vereceği kitapları almak için ofisine gittiğim gün, yapmış olduğumuz sohbet sırasında anlatmıştım; bu çocukların yaşantıları hakkındaki gözlemlerimi, duygularımı. İnanamadı; İstanbul’da nasıl olur, deyiverdi. Evet; daha öncede yazmış olduğum gibi, İstanbul’a bu kadar yakın bir o kadar da uzak…O okulun kapısından girip, kendi elleriyle boyamış oldukları bahçe duvarları boyunca yürürken, ufacık elleriyle zımparalayıp cilaladıkları sıralarının olduğu sınıflarda gezinirken hissettiğim çocuk ruhunu, neşesini, kızımın okuluna girdiğim zaman hissedemiyorum, o çocuksu bakışlarını göremiyorum, gözlerine baktığımda. Hele ki beden eğitimi dersine denk geldiniz mi; ip atlayasınız, yakan toptaki ortada sıçan, seksekteki taş  olasınız geliyor.
      Bir de aralarında Özgül adlı bir kız var ki… Yıllardır süren sesizliğini bozan ayağındaki, yeni, beyaz spor ayakkabılar oldu. Daha doğrusu o beyaz ayakkabılar aracı oldu. Bir de bağcıklarını ayak bileğinden özenle bağlayışını görseniz…Özgül’ün çantasında hiç eksiği olmaz. Dersle ilgili ne ihtiyacı varsa sırasının üzerine dizer. Kalemi avucunun içinde kaybolur, fakat yerinde,  sıranın üzerindedir. Cetveli kırıktır ama oradadır, silgisi ufacık kalmıştır oradadır. Defterleri; son satır tükenene dek kullanılır. Yeni eşyalarını (hediyelerini) evine götürdüğü ilk gece, babası gücenmesin diye ”Babacığım; benim zaten ihtiyacım yoktu da, derslerimde başarılı olduğum için hediye ettiler.” diyerek gönlünü almayı düşünebilecek kadarda ince ruhludur. Geçen gün benim için yolladığı kırmızı yazmanın ucunda ki narin iğne oyası gibi.
En önemlisi bu çocukların Safiye gibi bir öğretmenlerinin oluşu, tabiiki. Okulda iki yıldır vekaleten öğretmenlik yapıyor olmasına rağmen, diğer öğretmenlerin kurduğundan çok farklı bir bağ kurmayı başardı öğrencileriyle. Geçen haftalarda okulda yapılan müfettiş denetimi sonucunda kendisi hakkında yazılmış olan raporda bunu tesciller nitelikteydi. Bizim içine yalnızca üçümüzün (Belgin, Safiye ve ben) sığdığı, Küçük Prens’teki gibi, yarattığımız küçücük gezegenimizde sürdüğümüz yaşantıda, bu belgenin adı ”öğretmenlik nobel’i” kondu bile. Sohbetlerimizde büyük yer tutuyor, bu çocuklar. Kah ağlıyor, kah gülüyor, kah ne yapabiliriz diye düşünüp duruyoruz. Vilo’nun toptancılardan tam anlamıyla kucağında taşıyarak getirdiği, içinde resim defterlerinin, boya kalemlerinin, suluboyaların olduğu poşetlerin karşılığında bizim gönlümüzü; ufacık kağıtlara yazdıkları teşekkür notlarıyla doldurdular.
Ama hepimiz bu çocukların asıl ihtiyacını biliyoruz. Okulda yapılan en son veli toplantısında Müdür Bey’den izin isteyerek sözü alan Safiye’nin içindeki, ailelere karşı duyduğu kızgınlıkta fütursuzca boşalıvermiş:
”Bırakın notu, aralarındaki kavgaları, atın bir kenara. Bu çocukların sevgiye, ilgiye ihtiyaçları var. Saçlarını okşamanıza ihtiyaçları var. Bir bakışa muhtaç olduklarını ben bile görebiliyorum. Bunu göremeyecek kadar kör mü oldunuz, hepiniz!...” diye, haykırıvermiş. Haykırmış ta sonrasında yaşanan olay bombayı fırlatmış okulda başta müdür olmak üzere, bütün öğretmenlerin yüreğine. Okulun en sessiz tiplerinden olan ufaklıklardan biri, yapışmış toplantıdan sonra Müdür Bey’in ceketine:
”Benim sevgiye ihtiyacım var. Bana sevgi verin. Annem de babam da yok. Babanemle yaşıyorum, ben” deyince… Evet, deyince… İnanın ilk duyduğum andaki gibi titriyor, klavyedeki ellerim. Günlük koşturmalar içinde bizlerde zaman zaman unutuyor muyuz acaba? Sormadan, düşünmeden edemiyor insan. Arada derede değil, gerçekten, karşılıklı ne kadar konuşuyoruz çocuklarımızla, gözgöze. Tüm bunlar aklıma gelince hemen çöküyorum dizlerimin üzerine, Oğuz’un karşısında; gözgöze olabilelim diye. Saatlerce değil, en azından sorduğunu, anlattığını dinlediğimi görsün diye. Elf’i hiç sormayın, onunla gözgöze gelebilmek için ayağımda topukluların olması gerekiyor artık.
İşte, tüm bu anlattıklarım; bizim küçük gezegenimizin bütünü neredeyse. Yaşadığımız herşeyi, bir araya gelip mutluluklara çevirmeye çalışıyoruz. İçinde; menfaatlere, yalana, riyaya yer olmayan bir dünya. Biz yalnızca kendimizden sorumlu olduğumuzun bilincinde, kimseyle gereğinden ya da hakkettiklerinden fazla ilgilenmeden yaşayıp gidiyoruz. Aramıza kabul ettiğimiz bu kocaman yürekli çocuklarla herşey artık çok daha anlamlı.
                                                                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL