20 Haziran 2011 Pazartesi

KALDIRIMDA Kİ MASADA

    

     Terapiler, kullanılan sakinleştiricilerin etkisiyle ifadesizleşen suratlar, uyuşan beyinler. Kimileri yaşadıkları hayatı onaylatmak istercesine, kimileri başedemedikleri yanlızlıktan kurtulabilmek için, kimileri de dünyevi şeylerin hırsıyla anlamsızlaşan hayatlarına anlam katabilme çabasıyla...İşte; paylaşılamayan büyük yalnızlıklar.

    Akşamüstü saatlerinde, kafenin birinin kaldırımdaki masasında türk kahvemi yudumlarken, etrafı izliyorum. Daha doğrusu, insanların suratlarını. Adına ofis denilen, bitkilerin bile fotosentez yapamadıkları fanuslardan kendilerini dışarıya atmış çalışanların derin nefesli, hararetli sohBetleri. Bir yanda etrafı hiç umursamadan, nerede olduğunun, ne yediğinin önemi yokmuşcasına tabağındakileri bitirip hemen gitme derdindeymiş gibi gözükenler. İşte bir masa takıldı ki gözüme; iki tane yaşlı adamın oturdukları. Çevreleriyle belkide tek ilgilenen, izleyen onlardı. Haa! Bir de; ben...

    Sessizce izliyorlar, arada da göz göze gelip sende gördünmü dercesine bakışıyorlar. Onları izlerken aklıma geçen gün alışveriş yaptığım marketin kasasında, yaşlı bir adamla genç kasiyer kız arasında geçen diyalog geldi. Almış olduğu iki çeşit sebzenin parasını ödedi, bir saat sonra görüşürüz diyerek marketin servisine binmek üzere ayrıldı marketten. Kasiyer kız tebessümle yolcu etti yaşlı adamı. Sıra bana geldiğinde genç kızın söylediğine göre; günlük alışverişini, hergün üç seferde tamamlıyormuş, az önce çıkan yaşlı adam. Evden çıkıp az ilerideki markete gitmek; servise binmek, kalabalığa karışmak, iki selam, ayaküstü sohpet, evden ayrılmak için büyük bir sebep olsa gerek diye düşündüm. Daha doğrusu yalnız yaşayan birçokları için.

   Şu an karşımda oturan bu iki yaşlı adam içinde aynı şey geçerli, gibi. Kafede oturup, hiç tanımadıkları, bir daha görmeyecekleri insanları izlemek belki de; onların hayatları hakkında hikayeler üretmek.

   Yaş ilerledikçe insanı korkutan en büyük şey, yalnızlık olmalı. Gençlik yıllarında işle güçle, günlük koşturmacalarla, hayatla kavga ederek, düşe kalka geçiyor günler. Hatta bizler hiç farkına varmadan. Yıllar önce bir cenaze yemeğinde sohpet ettiğim yaşlı teyzeye sormuştum: '' Mutlumusun?'' diye. ''Hem de çok mutluyum'' diye cevap vermiş, ardından devam ederek; gençlik yıllarında kurulan bütün ilişkilerin bu günler için birer yatırım olduğunu eklemişti. O günlerde kurduğu ilişkileri, dikilen ağaçlara benzediğini, şimdi de meyvelerini yediğini. Telefonunun, kapısını çalmadığı gün olmadığını duyduğumda onun adına çok mutlu olurken diğer yandan da; yaşlılık günleri ile ilgili kafamdaki düşüncelerimin, endişelerimin üzerindeki kara bulutlar dağıldı.

   O günden sonra; telefonla hal hatır sormanın anlamı değişti, içi doldu, benim için. Bayram arifelerinde ekranlarda izlerken, gözlerimizi dolduran, içimizi burkan, ziyaretçilerini bekleyen insanların dünyalarının hepimize aslında ne kadar yakın olduklarının farkına vardım.

   Ama malesef; yaşlanmayı beklemeden o paylaşımsız hayatlarımıza yenik düşüyor, yalnız olduğumuz zamanda çıkamıyoruz düştüğümüz yerlerden. Hele ki; yıllar içinde büyüyen ailelerini; kurulan dostluklarını, hırs uğruna kaybedip gittikçe yalnızlaşan hayatları görmek çok üzüntü verici.

                                                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

Hiç yorum yok: