30 Eylül 2011 Cuma

HERKES GİDER Mİ?

  

 







 

  Adliyenin kapısından çıktığım o an değişmişti herşey. Bir an da oluvermiş bir değişim, sihirli bir değnek değmişcesine.

   Uzun çok uzun zaman olmuş. Eski soyadımı yazdırmış olduğum nüfus cüzdanımı elime aldığım şu an anlıyorum. Birinin, birilerinin birşeyleri olma durumu. Birinin eşi, gelini, görümcesi, dıdısı mıdısı herneyiyse işte. Ama bitti. Dönüp baktığımda hissettiğim hiç birşey yok. Hesaplarımın hepsini kapatmışım.

   Bunca yıllık yaşanmışlıktan geriye kalanlar, yalnızca bana ait olanlar, arabamın bagajına sığabilecek kadar işte. Özenle ayıkladığım fotoğraflarım, tekrar okumak için heyecanlandığım kitaplarım, melodilerini çok farklı duyacağımı bildiğim albümlerim…Hepsi bagajdalar.

   Arabaya bindim, derin bir nefes aldım. Müzik çalara Pink Martini’nin  albümünü yerleştirdim. Çantamdan güneş gözlüklerimi çıkartıp taktım. Özenli bir seramoni yaşarcasına, ahenk içinde, ağır ağır yapıyordum herşeyi. Bu defa beklemesinden endişe edebileceğim hiç kimse yoktu, yanımda.

   Yıllardır O’nun çizdiği rotaları takip etmiştik. Yalnış anlaşılmasın, gönüllü izlemiştim. Herneyse bu defa; kendi çizmiş olduğum rotaya doğru gaza bastım. Artık; kaybolacağım yollar, tesadüfen karşıma çıkacak yerler, hepsi benim seçimim. Bundan sonra sonucuna katlanmak zorunda olduğum her karar; sadece ve sadece bana ait olacak.

   Gördüğüm herşey, kılıf değiştirmiş gibi geliyor. Herşey, daha özgür sanki. Güneş ışınları, sulu boya resimlerdeki gibi sapsarı gözüküyor.  Ağaçlar daha bi yeşil, duyduğum sesler daha bi berrek, adeta. Müzik beni eski Hollywood filmlerine götürdü bir anda; üzeri açık bir arabada sanıverdim kendimi. Boynumda; rüzgarda uçuşan, mavi, ipek eşarbı bile hissediyordum.

  Yanımda olmasını istediklerimi düşündüm. Canımın üçünü, kardeşimi, kuzenimi; müziğe eşlik eden, havada uçuşan kahkahalarımızı. Sonra, yeni evime gelecekleri günlerin hayali geldi, daha bi coştum. Yeni evimi çok merak ediyordum, kokusunu, ışığını, rüzgarını, sıcağını. Herşeyiyle kabulüm; ben seçtim çünkü.

   Gerçi emlakçıyla, mail trafiği oldukça yorucuydu; en azından onun için. O kadar uzun zamandır kuruyordum ki yaşamak istediğim evin hayalini. Bahçesine dikeceğim çiçekleri, denize uyanacağım sabahları, küçük mutfağında demleyeceğim çayın eve yayılan kokusunu…Her canım sıkıldığında, kendimden bile uzağa gitmek istediğim anlarda kapatırdım gözlerimi; o evin terasında hayal ederdim kendimi. Yaşamak istediğim evin resmini oluşturabilmek için; hayalimdekine ait izler bulduğum parçaları birleştirerek kendi fotoğrafımı oluşturmuştum. Ajandamın arasında taşımaktan hiç vazgeçmedim. İşte o fotoğrafı yollamıştım, emlakçıya. Usanmadan dolaştı kasaba kasaba ve buldu benim için; o evi.

   Bu düşünceler içindeyken; yol kenarında ki gözlemeciler takıldı gözüme. Evet; ilk mola. Sadece Nesrin’im artık, hayatın sonsuz ,fırsatların sayısız olmadığını biliyorum. Ve gidiyorum. Benim hikayem şimdi başlıyor.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Eylül 2011 Perşembe

HERKES GİDER Mİ? 12

 

  [youtube=http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=1ypio46_fj0]

 
Serin bir gün. Güneş saklambaç oynarcasına bulutların arasına girip çıkıyor. Buraya gelişimin üzerinden geçen ikinci sonbahar. Rüzgarın dokunuşları değişti adeta. Garip bir hüzünle dokunur oldu. Yaprakları dallarından koparıp ahenkle dans edercesine, havada uçuran melodisi değişti. Doğanın yaza ettiği bu hüzünlü veda nasılda sarıp sarmalıyor insanı. Buraya ilk geldiğimde tam tersi; delicesine bir telaş, heyecan vardı gökyüzünde, rüzgarda, ağaçlarda, toprakta...  Sabahları uyandığım evin sessizliği bile farklı Ahmet. Eşyaların renkleri, içtiğim kahvenin ağzımda bıraktığı tad, sigaramın dumanı, kalemimden çıkan sözcükler...Her ayrılığın arifesinde düşüncelerin, soru işaretlerinin kıskacında yaşadığımız gri suskunluğu, bitmeyen devinimle her sonbahar yaşıyor doğa. Düşününce nasıl yorucu geliyor.
   Verandada öylece durmuş çayımı yudumlarken aklıma tek mevsimlik yaz aşklarının yaşandığı yazlık siteler geldi. Sokaklarında günler-geceler boyu, damarlarında akan deli kanın hızına ayak uydururcasına, heyecanla aşklar yaşamış gençlerin olduğu yazlık siteler. Şimdilerde eşyaların yüklenmiş olduğu arabalara binip farklı farklı yerlere gitmişlerdir. Aşıkların arkalarında bıraktıkları ayrılık hüzünleriyle başbaşa nasıl da boynu bükük kalmışlardır şimdi o sokaklar. Her gidenin ardında bıraktığı gibi bir hüzün.
    Bahçemdeki mevsimliklerde büktüler boyunlarını, yapraklar çaresizce teslim oldular mevsime, sevdiklerim geldi-gittiler, sofralar kuruldu-toplandı, şişeler açıldı-boşaldı, kahkahalarla şenlendi evim, bahçem, gönlüm... Şimdi sustular. Şimdi bitti. Bir yaz geldi geçti de bu dalıp gitmelerim neden hala benimleler? Rüzgar bu tepede saçlarıma ilk dokunduğundaki göz yaşlarım hala gözümün ucundalar. Neye ağlamak istediğimi bilmiyorum. Ama orada gözümün ucundalar işte.
   Sabah uyandığımda duymak istediğim koku kime ait? Sıcaklığını hissetmek istediğim dokunuşlar kime ait? Seni özlemiş olabilir miyim Ahmet? Kokunu duyuşum özleyişimden olabilir mi? Yağmur gibi sessizce yağıyor içime özlem. Belki de bildiğim, tanıdığım tek koku seninki, tenimde izi kalmış dokunuşlar yalnızca sana ait olduğu içindir. Başka türlüsünü bilmiyorum çünkü.
    Rüzgarın etkisiyle çarpan kapının sesiyle bir ürperme geldi üzerime. Çayım buz gibi olmuş. Aslında üzerime daha kalın birşey alıp varendada kalabilirim. Fakat; salonda beni kucaklamak için bekleyen koltuğa yayılıp uzanmak daha çekici geldi. Önce mutfağa geçtim. Üzerine sıcak su ekleyince; fincana attığım kabuk tarçının kokusu yayıldı mutfağa. Salona geçip koltuğa oturduğumda farkına vardım ne kadar üşümüş olduğumun.
   Odaya dolan müzikle dalıp gittim gene. Oldum olası medet ummuşumdur zaten Farid Farjad'ın kemanından. ''Kemanı ağlatan adam'' derler ya. Beni de sus pus ediverir.
    Aşk! Evet; aşk... Özlediğim aşk. Yağmur gibi içime özlemle dolan aşk. İçimde gitgide yükselen aşkın sesi. Ama kendimi  yeni bulmuşken, tekrar kaybetmek isteyişim neden? Heyecandan uykusuz geçen geceler, kanamış su içercesine sevişmeler, konuşmadan yalnızca dokunarak anlatılan masallar, yalnızca benim etrafımda dönen dünya... Sonra? Ya sonra? Biter mi? Gider mi sorularının geleceğini bile bile neden bu aşkı özleyişim? Kaçıp gittiğim tek geceydi. O ufacık otel odasında geçirdiğim geceyi unutmam; aşkı bir daha istemem sanıyordum. Bütün bedenim bıçak darbeleriyle paramparça olurcasına acıyorken, aşktan, aşkın acısıyla. Ben gittim Ahmet. Herkes gider mi, benim gibi?
    Bu defa yazdığım mektubu sana yollamayacağım, Ahmet. Bir yanım; bahar gibi, izin istemeden, Vuslat'ın gözlerinden içine sızan aşk için çok mutlu, diğer yanım ürkütücü şekilde; insanı kendinden alan aşkın, geçmişten kalan tüm izleri silip silmediğini delicesine merak ediyorken. Beyninden, bedeninden, kalbinden silindi mi tüm izlerim?

 
ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Eylül 2011 Salı

HAYATTAN NE ÖĞRENDİLER (Edip Akbayram )



  • Doğduktan bir müddet sonra, önce konuşmayı, sonra yazmayı öğrettiler. Büyüyünce, ikisininde en sakıncalı iki şey olduğunu...

  • Haksız olana karşı olmayı, güzel olanı sevmeyi, yaşamın bazen ne kadar boş ama her şeye rağmen çok değerli olduğunu...

  • Ardımda bıraktığım yaşama vefasızlık etmemem gerektiğini...

  • Yalansız, çıkarsız ve gerçek dostluğun başka gezegende olduğunu...

  • En temiz ve karşılıksız sevginin çocuk sevgisi olduğunu, güven duygusunun tekil bir şey olduğunu, içki masasında ''güneşi zapt edenlerin'' meydanlarda kaybolduğunu...

  • Aziz Nesin'den; ölümün toprağa karışmak olduğunu, mezarı olanların başına nelerin geldiğini, güzel şeyler yapınca, olduğunuz gibi göründüğünüzde halkın sizi kucaklayacağını...

  • Gencecik bedenlerini ölüme yatıran çocuklardan, ''yaşamak için ölmesini bilmek gerektiğini''; ancak, hiçbir şey için yaşamdan vazgeçmemeyi...

  • Kadınların; denizler kadar derin, içinde inanılmaz güzellikler besleyen, verimli, doğurgan, rüzgarlarda hırçın dalgalar kadar tehlikeli olduğunu; elimizdekilerin ise okyanus olduğunu...

  • Erkeklerin, gönül oburu olduklarını...

  • Dünyaya her ne kadar erkekler hakim gibi görünsede, asıl erkin kadınlar olduğunu; kadınların daha cesur, güçlü, dürüst ve namuslu olduklarını...

  • Marquez'in ''Yüzyıllık Yalnızlık''ını, Nietzsche'nin ''İyilik, en büyük kötülüktür'' öğretisini, hem yaşadım, hem anlayamadım. Bazı şeylerin hiç anlaşılamayacağını...

  • Gittiği yolu unutanların, yürümeyide unutacağını öğrendim. Dizelerinden, satırlarından, oyunlarından, seslerinden beslendiğim insanları, çıplak gördüm; kimileri ete kemiğe bürünmüştü kimileri iskeletti. O zaman, çıplaklığın erdem olduğunu...

  • Bir bitkiye su vererek, onun büyüyüp serpilmesini, sana muhteşem renkte bir çiçek vermesini beklemeden senin ona bir çiçek sunman gerektiği gerçeğini...

  • En önemlisi, sevgiden ve umuttan asla vazgeçilmemesi gerektiğini...

  • Bu coğrafyanın neresinde olursanız olun; eğer doğru adresteyseniz, postacının size ulaşacağını öğrendim.


EDİP AKBAYRAM


( Müzisyen 1950 - )

26 Eylül 2011 Pazartesi

deux jours à Paris



''Kafa nereye ben oraya'' diyerek bindim uçağa. Gece uçaktan indiğimde; limanda, gelip geçenlerin heyecan ve koşturmacalarının ardından bıraktıkları yorgunluk. Bende ise beklenen buluşmanın heyecanı. Önce valizim yanımda çöküverdim kaldırıma, yaktım sigaramın ucunu. Uzaktan gördüğüm uzun taksi kuyruğu bile teleşa sürükleyemedi beni.

Sıra bana gelip taksiye bindiğimde, radyoda çalan fransızca parçalarla, önceki yazımda ( kafa nereye ben oraya ) anlatmış olduğum gibi hülyalara daldım. Sürücünün Türk olduğumu öğrendiği an a kadar sürdü, bu rüyalar alemindeki gezintim. ''Erdoğan. Tayyip Erdoğan. Esselamü aleyküm.''ün ardından Tunus'lu olduğunu söyledi. Radyo kanalını değiştirmese gene sorun yoktu. Sohbeti koyulaştırmadan orada bitirecektim. Adam radyo kanalını değiştirdiği an da kulaklarımda çınlayan alaturka melodiler, kafamdaki tüm kurmacanın üzerini örttü. Ve bende film koptu. Başladım gülmeye. Otele gidene kadar gülüp durdum, kendi halime. Bütün organizasyonları yapmış, güler yüzüyle, otelin önünde beni bekleyen arkadaşım Yasemin'le buluştuğumda anladım, tatilin tekrar başladığını.



İki gün, üç geceye sayfalar dolusu hatıra sığdırdık. İlk gece yatmadan önce düşündüğümüz şey; sabah kahvaltı edeceğimiz yerdi. Bir de şehir rehberini eline alan Yasemin '' Müzeleri, sarayları geç. Sen gezmişsin zaten. Tekrar gezmek istediklerin var mı?'' dediğinde, geçireceğimiz günlerin seyri belli olmuştu.

Sabah tesadüf eseri karşımıza çıkan, ertesi sabah tekrar bulana kadar helak olduğumuz pastaneden ( http://www.maison-kayser.com/ ) atıştırmalıklar alıp başladık güne. Adım adım Louvre turu çok zevkliydi. Sonrasın da gezi otobüsüyle şehir turu.


       Diğer olup biteni satır başlarıyla geçmediğim taktirde toparlayamayacağım.


   ''Şehirde Louvre dışında bütün tarihi eser, müze, içine girilip görülmesi gereken ne kadar  yer varsa hepsinin önünden geçerken tarihçeleri hakkında yazılanları okuyan. Sonra yolluna devam edenler kim?'' Biz.


    '' St. Germaine sokaklarından birine bakan otel odalarının balkonunun fransız oluşuna aldırmadan, daracık yere bahtaniye sererek gece şarap içen kim? Biz.


     ''Kimseden fotoraflarını çekmesini rica etmedikleri için, hatıra kalacak olan her bir fotoğrafta yalnızca kafalarıyla yer alan kim?'' Biz.


     ''Taksiye binmemekte kesinlikle direnen, en az metro hattı kadar karışık olan Paris otobüs hattını çözeceğiz diye, şehri arşın arşın yürüyen kim?'' Biz.


     ''Alışveriş yapmak yerine tüm parayı gece yarılarına kadar uzun sohbetler ettikleri yeme-içme mekanlarında harcayan kim?'' Biz.



''Şehirde önerilen tüm kafelerde kahve içen, her restaurantta yemek yiyen kim?'' Biz.

''Her şartta önceliği yayalara veren sürücülerle dolu caddelerin tadını çıkartmak istercesine, yanan her kırmızı ışıkta kendini yola atan kim?'' Yasemin.

''Mükemmel fransızcasıyla herşeyi halleden kim?'' Yasemin.

   Yani arkadaşlar; Şanzelize'de yürüdüm. Yürüdüm ama; kalem etek, topuklular, omuzlarda hırkayla falan değil. Yürümekten bitap düşmüş ayaklarda spor ayakkabılar, eşofman, belimde bağlanmış gömlek, omuzda koca bir çantayla.

   DİP NOT: Bir turist için İstanbul herşeyiyle mükemmel bir şehir. İki kıtayı birbirine bağlayan Boğaz Köprüsü'nü ücretli olarak yaya trafiğine açmıyor olmaları büyük eksiklik. İstanbul'da her bütçeye göre adam akıllı yenecek birşeyler bulmak çok daha kolay. Şehir planlamacıların çoğu her ne kadar kabul etmeselerde geniş kaldırımları olmayan, trafik keşmekeşi çözülemeyen şehir için metrobüs,  atılmış güzel bir imza.

Bir de; Paris gerçekten ''aşk'' kokuyor.


Sevgiyle...


 Paris\'te geçen iki günümüzü anlatan parça...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

22 Eylül 2011 Perşembe

KAFA NEREYE BEN ORAYA


Zaman zaman düşünüyorum da aklım almıyor. Sonra da bu felsefeyle uğraşanların yüzüp yüzüp sonunda kalakaldıkları bir damla suda boğuluyor olmalarını, insanoğlunun işi tembelliğe vurup felsefeden vazgeçerek sonlarına daha hızlı ve yoz bir şekilde gidişlerini anlayabiliyorum. Yaşam gerçekten çok karmaşık...


  Hayat tek bir beden ve ruhla yaptığımız bir ekip çalışmasıysa; bu beden, sürekli değişen ruh hallerimize nasıl ayak uydurabiliyor? En azından benimkinin durumu hayli zor. O kadar ani inişler çıkışlar yaşıyor ki zavallı. Coşkuyla çığlıklar atan yüreğim, bir bakıyorsunuz bir anda karamsarlığın diplerinde. Gözyaşlarıyla dinlediğim şarkının hemen ardından dinlediğim bir başkasıyla, elde mendil halay moduna geçebiliyorum. Damarlarda akan kanın sürekli değişen hızı, inip çıkan tansiyon...Sabah neşe içinde cik cik güne merhaba demiş Özgür; bir bakmışım gece yatarken bir daha hiç çözülmeyeceğini sandığı, dudaklarına vurduğu mühürle yatağa girmiş.


Ne yapsın bu beden? Nabza göre hormon, kan...


   Geçen gün işten dönüyorum; cd çalarda Erdo'nun son aldığı albüm çalıyor. Melodiler eşliğinde; ben Paris sokaklarında arzı-endam ediyorum. Omuzlarıma minicik bir hırka almışım, alta geçirmişim bir kalem etek, ayakta sivri topuklular, elde ufak bir çanta, gözlerle siyah gözlükler...Tabi hayal bu ya; ben takribi 45, maksimum 50 kilo civarındayım. Tutturmuşum bir melodi Şanzelize'de geziniyorum. Kan akışı normal, mutluluk hormonu akıyor kanalların her birinden. Şarkılar eşliğinde yaptığım gezinti; 25 dakika kadar sürdü.


   Derken; evin önünde arabayı park ettim. Beni karşılamak için kapıyı açan Oğuz'un: ''Anne bana ne aldın?'' sorusu, bir tokat gibi indi hayallerimin üzerine ve ben cumburloppppp gerçek hayattayım. Müzik aniden kesiliverdi, topuklular çıkıp parmak araları geçirildi ayaklara, kalem eteğin yerini aldı bir şort! İşte ne yapsın şimdi bu beden, herşey tepe taklak.


  ''Nereden geldik?'' - '' Nereye, hangi yoldan gidiyoruz?'' - ''Tanrı var mı? Yok mu?'' - ''Kader var mı?''- ''Akıllı bir hayvan olarak mı yoksa aklı olmayan bir hayvan olarak mı yaşamak daha zor?'' - ''Dünyanın sonu gelecek mi?'' - ............''Bir ruha, durmadan binbir düşünce dolanan kafalara; bir beden yeter mi?'' Bak şimdi bu satırları yazarken aklıma gelene; acaba Elif yatarken diş lastiklerini takmış mıydı?


   İşimiz zor çok zor millet. Ekip kabul ederek beden ve ruhumuza iyi bakıp, beslemeliyiz. Yoksa mazallah tık!


Sevgiler...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Tahminen siz bu satırları okurken ben, Paris'e gitmek üzere uçakta olacağım. Evren bu ya; ben bu yazıyı yazalı 20 - 25 gün olmuştur. O günden beri arkadaşımdan aldığım teklif, karşıma çıkan şarkılar, okuduğum kitap, izlediğim filmler, hepsi bir şekilde Paris'le ilintiliydi. Yani '' kafa nereye ben oraya ''... Pazar akşamına kadar bloğuma iyi bakın, ilginizi eksik etmeyin.

21 Eylül 2011 Çarşamba

OKULDA İLK GÜN


Dün, milyonlarca öğrenciyle birlikte, uzun süre ara verdikten sonra kız kardeşim içinde okulun ilk günüydü. Sabah okulda görev yapan diğer öğretmen ve öğrencilerle tanışacak olan Özlem'di fakat bana ne oluyordu? Gelde söz geçir işte, hiç durmadan çalışan kafaya. Gece uykuya dalarken içinde garip bir heyecan...


Sabah uyandım; ne giymiştir acaba! Derken; o saatten sonra ben oldum Özlem. Arabaya bindiğimde ne çalan müziği duyabiliyor, ne de önümdeki görüntüleri net algılayabiliyordum. Neredeyse; heyecanlı olduğumda her zaman bulanan gözlerim okula varana kadar açılamadı. Yol boyunca bir tarafım; okula ilk defa giden bir çocuğunki gibi heyecanlı, sus pus. Bir yanımsa öğrenciler karşısında ne diyeceğini, nereden başlayacağını bilememezlikle gelecek olan ani ağlama isteğini bastırmaya çalışıyor. Dört yıldır çocuğumu bırakıp ayrıldığım okul bahçeleri oldu. Bu defa koşarak kaçmak istiyorum, göreve başlayacağım okul bahçesinden. Bu duygular içinde allak bullakken beni karşılayan okul müdürüyle sınıfa gidiyorum. Aman Allahım; ufacıklar, merakla bana bakan gözler...Şimdi şuracıkta çöksen sandalyeye başlasam ağlamaya. Desem ki: '' Korkuyorum. Biliyorum yarın geçmiş olacak ama bugün çok korkuyorum çocuklar. Bugün ilk gün. Keşke annem getirmiş olsaydı da bekliyor olsaydı beni okul bahçesinde.''. Derken; içlerineden biri kalkıp gelse yanıma dese ki: '' Herşey çok güzel olacak.''. Hatırlatsa bana uzun zamandır içimde biriktirmiş olduğum sevgiyi, bilgiyi, sabrı...


Bu düşüncelere dalmışken baktım ki kendi iş yerimdeyim. Evetttt! O ufacık, meraklı gözlerin karşısında değil, masamda bilgisayarımın başında ve güvendeyim.


Daha bitmedi: akşam Özlem'le yaptığımız telefon konuşmasında; bunların hiç birini yaşamadığını, sanki daha dün dersten çıkmışcasına rahat olduğunu öğrendim. Anlayacağınız o ki; ben kendi kendime dünden beri boşu boşuna sarıp durmuşum düşünceleri kafamda...


Herşey daha güzel olacak. Nice güzel başlangıç, nice güzel ilk lere...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

20 Eylül 2011 Salı

VARLIĞIMIN SEBEBİ


güneşsiz günlerde mi varmış
ayın kuvveti miymiş
yoksa yine mi sen
bilemem ama
sen kendimi bulduğum dişi bir ayna
sen gözyaşlarımdaki acıyı unutturdun bana

acı sen varken ürkek bir kedi
yokluğun faciam olur gitme kal varlığımın sebebi




Birbirimize ''can dostum'' dediklerimiz vardır demiştim ya...İşte; yağmur, çamur, iyi, kötü demeden yanımda, arkamda, önümde değil yanımda olan ''can dostum'' Belgin yollamış bu satırları, ilk göz ağrım, yaşama sebebim Elif ve benim fotoğrafım üzerine. Ben yüreğime yazdım yetmedi, sizlerle de paylaşmak istedim.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

19 Eylül 2011 Pazartesi

ÇİLEK REÇELİ


  

Dolanıp duruyorum sokaklarda; para çekebileceğim bir bankamatik arıyorum. Diğer yandan da karnım nasıl aç; gözümün önünde dönüyor bir simit, ayran. Ne çok severim şu simidi, her defasında susamdan midem ekşisede açlığımın güzel hayalidir simit. Ama sokak simidi olacak; incecik, gevrek, tezgaha gelene dek üzerine muhakkak bir yerlerden toz konmuş olan cinsinden. Gittiğim pazarlarda da gözlerim önce simitçiyi arar.

  Sokağın birinin köşesinde heybetli bir çınar ağacı gölgesi olan bir esnaf lokantası çarptı gözüme. Hani en güzel mercimek çorbasını, en diri pilavı yiyebileceğiniz esnaf lokantaları vardır ya…Hiç tereddüt etmeden, aradığım bankamatiği falan unutup park ediverdim arabayı, hemen önüne. Çınar gölgesindeki masalardan birinin sandalyesini çekmeden dikiliverdim; öğle vakti gelecek olan müşterilerini bekleyen, dumanı üzerinde yemeklerin dizili olduğu tezgahın önüne. Bir kase mercimek çorbası, bir tabak pilav üstü kuru, bir porsiyonda kemalpaşa tatlısıyla birlikte çatal, kaşığımı aldıktan sonra geçip oturdum masaya.

  Üniversitedeye giderken tanışmıştım esnaf lokantalarıyla. Ve o zaman öğrenmiştim az çorba, az pilavın ne demek olduğunu, yarı parasını ödeyerek yarım porsiyon yemek yenebildiğini. Öğrenene kadar geçen sürede almış olduğum her tam porsiyon yemek için utanmıştım, her nedense. Ondan sonradır zaten girdiğin her yeni topluluğu önce gözlemliyor oluşum. Sonra da uydu uydu, uymadı bana eyvallah çekmem.

Bir süre yurtta sonra da dört kız paylaştığımız bir evde kalmaya başladım. Dört kız bazen beş- altı,,,Bazı geceler karnı aç olanlar, bitirme projesi hazılayanlar, aşktan mecnuna dönmüş akıl arayanlarla dolup taşan, alt katında ki yoğurt imalathanesinden çıkan karafatmaların eksik olmadığı ev. Banyosunda leğen içinde çamaşır yıkadığımız, mutfağında yapa boza yemekler pişirdiğimiz, çokça kavgalar edip kahkalarımızla inlettiğimiz ev. Haftanın ziyafet çekilen günü, Pazar günüydü. Haftasonu eve gitmiş olanların getirdikleri; zaman kaybetmeden salonun orta yerine serilip yeniverirdi. Aç kaldığımız çok zamanlarda hatırlıyorum; Aslı’yla oturup bir çay tabağına koyup ekmek banarak yediğimiz çilek reçeli tadını hayatım boyunca alamam , eminim.

Bir de her hafta gittiğimiz dinletiden dönerken uğradığımız börekçide kalan son paramızı harcadığımız için eve yürüyerek döndüğümüz geceler var. Öyle soğuk olurdu ki; damarlarımızda dolanan alkol bile yetmezdi, bizi o ayazda ısıtmaya.

Hepimiz ayrı ayrı insanlardık; birbirine hiç benzemeyen tüm insanlar gibi. Derya vardı mesela; evin diktatörü. Masaya elini vurup bir kalkışı vardı ki; söylenecek son sözü söylemiş kabul ederdi kendisini. Şimdi, bunca yıl sonra karşılacak olsam Derya’yla özür dilemek istediğim şeyler aklımda, nicedir. Gerçi özür değilde; damarlarımda akan kan durulup, delikanlılık geçtikten sonra daha iyi anlayabildiğimi kendimi, onu…Evet, evet ‘’Derya, seni şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum’’ diyebilmek isterdim. ‘’Şimdi yaşanıyor olsa, demli çay eşliğinde ettiğimiz sohbetlerimiz, kahkahalarımız daha çok, daha şen olurdu’’ diyebilmek.

Zamanın birinde, bir yerlerde, bir köşebaşında mesela; karşıma çıkmasını dilediğim çok insan var. Hayır; özür dilemek için değil. Daha sıkı sarılmak, gözlerine daha dikkatli bakmak, daha çok dinlemek, sevdiğimi daha fazla söylemek için.

 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

BAĞIMLILIKLAR & YASAKLAR



    Yasak ve engellemelerin yaşamlara neler getirip götürdükleri arasında, arada kalmama sebep olan çok fazla yaşanmışlık çıkar oldu karşıma. Bir o yanım, bir diğer yanımın sesi yükseliyor.

   Konulan yasaklar sonucunda; kırılması gereken şifreler, torbalardan çekilen yasaklı maddeler, kilitli kapılar ardında kurulan tezgahlar artıyor, artacak MI? Kumarhaneler kapatılalı uzun yıllar oldu? İnternetle filtre uygulaması, malum. Gizliden gizliye, mahalle baskısı cinsinden alkol tüketimi kısıtlama ve kontrolleri...Sanata uygulanan sansürler, çağ dışı eleştiriler...Okullarda eğitim veren öğretmenler üzerinde kurulan baskılar...Konuşamayan haberciler, yazamayan gazeteciler...Düşündükleri, yazdıkları için hapse atılmış olanlar. Aklıma geldiği ve yataktan kalkıp yazmaya başladığımda; aklımda yalnızca içki, kumar bağımlılık-yasakları vardı. Ama yazmaya başladığımda bir kez daha farkına varıyorum, nasıl yasaklarla çevrili olduğumuzun. Tek tip ve daha da salak bir toplum yaratma çalışmaları tüm hızıyla devam ediyor.

  Tabi tüm bunlar aklıma gelince dağıldım, kaçmaya bahane arayan uykuda kaçtı. Al işte sana, gene ''el elde, baş başta'' bir gece daha.

   Ben diyecektim ki:

   Bu kumar yasaklandı, içki kısıtlandı diye ayaklanan bir taraf varken. Karşıda da; kumar bağımlılığı yüzünden paramparça olmuş, son şansını da kaybedip yok olmuşlar. İçki bağımlılığı olan birisinden, çocuklarının şahitliğinde yıllarca dayak yiyerek, yaşadıkları sürece silenemeyecek izler taşıyan kadınlar ve çocuklar. Bilgisayarın başından kaldıramadıkları, kontrolden çıkmış çocuklarının girdikleri sitelerde yapmış oldukları alışveriş, görüşme, oynanan kumar, bahis sonucu gelen borçları ödeyebilmek için bankalardan kredi çekmek zorunda olan aileler.

Acaba diyorum; bu bağımlıkları ortaya çıkartanlar gene yasaklar değil mi? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Çağımızın belki de en yaygın  bağımlılığı olan sigara kullanımını özendirici etkisi olması gerekçesiyle ; Adapazarı Lokantacılar Derneği,  ''sigara böreği' nin adının 'kalem böreği' olarak değiştirilmesi teklif etmiş.

16 Eylül 2011 Cuma

SAPSARI SOLUĞUMLA


 

   Sabah uyandım; evde huzurlu bir sessizlik, panjurda bulduğu boşluktan içeriye sızmaya çalışan yeni gün...Üzerimdeki örtüyü çekiverdim başıma. Örtü; pike desen değil, yorgan hiç değil. Bir kaç hafta oldu alalı bu sapsarı örtüyü. Galiba bahtaniyeye daha yakın birşey; üzeri ipekli kumaşla kaplandıktan sonra eski yorganların olduğu gibi kalın yorgan ipliğiyle desenler işlenmiş. Nasıl güzel işlenirdi o eski çeyizlik, sünnetlik yorganların üzerleri. Büyüdüğüm kasabanın meydandaki çarşısında vardı bir tane yorgancı; durmadan çalışırdı, kardeş olduklarını tahmin ederek önünden her geçişimde izlediğim adamlar. Bizim evde de vardı hemde gelen misafirlere yetmesi için çok sayıda. İç taraflarına geçirdiği kumaşı söküp sık sık yıkardı annem, tekrar yüzleyeceği zamanda yayardı yere yorganı, alırdı eline yorgan iğnesini kaplardı her seferinde yüzünü. Ben evlenirken çeyizim içinde yaptırmıştı, çokça; acaba hala ısıttıkları birileri var mıdır?

   Neyse kafama çektim; ayçiçeği tarlaları gibi sapsarı örtüyü. Gerçi bu günlerde güneşin aşkının peşinde döne döne kavrulmuş durumda hasadı bekliyorlar ayçiçekler, ölümü bekleyen insanlar gibi...


   Örtünün altında yalnızca soluk alış verişimi duyuyorum, tıpkı denizin dibindeki gibi garip bir sessizlik ve yalnızlık hissediyorum. Şnorkelle ilk suya daldığımda henüz ilkokula başlamamıştım. Kapaklı Köyü'nde geçirdiğimiz tatillerde; kalabalığımızla başbaşa kalıp rahat edebilmek için Kemer denilen bir buruna giderdik.Yalnızca zeytin ağaçları, çakıl taşları, üzerinden maviliklere atladığımız kayalar...Hala öylece duruyormudur acaba; üzerinde ateş yakıp denizden çıkarttığımız midyeleri pişirdiğimiz çakıl taşları... Bütün kuzenlerin gibi kardeşlerim ve bende yüzmeyi orada öğrendik; ayaklarımıza deniz kestaneleri bata bata. Hatırladığım kadarıyla dedem dikenlerin battığı yere zeytinyağı sürer ateşe tutardı, uzaktan. O yıllarda teyzemlerin Almanya'dan gelirken getirdikleri paletler, şnorkeller ne kıymetlilerdi, getirdikleri herşey özellikle çikolatalar gibi.

     Ayaklarımıza batan deniz kestanelerini, yosunları, rengarenk çakıl taşlarını, kıyıya yakın yüzen balıkları şimdi bu örtünün altındayken hissettiğim gibi; garip bir yalnızlık ve yalnızca soluğumun sesiyle ilk izlediğin an nasıl dehşetli bir heyecan duyduğumu hatırlıyorum. Sanki ben o yaşlardayken; denizler daha soğuk, daha sıcak, daha mavi, adeta canlıydı. Şimdi ne oldu da; denizler bu türlü gelmiyor, hissettirmiyor bana. Büyüdüm mü acaba?

     Fakat; büyümüş olamam! Çünkü; ben hala hayal kurarak uyumaya çalışıyorum, herşeye rağmen. Şu anda kafama bu sapsarı örtüyü çekmiş, soluğumu dinleyerek, öyle dehşetli heyecan duyabileceğim bir hayal arıyorum, bulamıyorum. Gerçekten büyümüş olabilirmiyim? Büyümüş ve hayal kurmayı unutmuş!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Eylül 2011 Çarşamba

GELİR Mİ?






Kelimesiz kaldım;


Sıla hasreti çekercesine,


Evladının kokusu özlercesine,


Nasıl içesim var.


Acını unutmak için içme derler ama


İçsem bulabilirmiyim kelimelerimi?


Hasretim azalır,


Özlediğim gelir mi?


Söyleyim a dostlar,


Gelir mi?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

12 Eylül 2011 Pazartesi

KAYBOLDUM

Neler mi oldu?


''Düşlerimde Kayboldum ve Pusulasızım'' adlı kitabı getirecek olan kargo görevlisini iki gün boyunca sabırsızlıkla bekledim. Sonra; okumaya başlamak için sessizliği bekledim. İlk sayfadan itibaren içimdeki kadınlar, erkekler, tüm insanlar o kadar güzel ve yüksek sesle konuşmaya başladılar ki; hiç birşey duyamaz oldum.


   Gökyüzümde bir yıldız oldum; aşığını izleyen. Yıldızı içine çekmek istercesine sigarasını ciğerlerine tek solukta çeken  aşık oldum. O aşığa yaslanabileceği omuz olabilmek istedim. Ölümü özledim! Evlat sevgisiyle titredi yüreğim, delicesine korktum ölümden. Dilber Ana gibilerin hala varolduklarını öğrenmek, ısıttı içimi. Sevdalıların, kavgalarıyla ayakta tuttukları cesaretlerine hayran kalıp, özledim onları. Kurbanınında kahramanınında benim olduğum planlar kurdum. Karadenizli Hamdi'yle rakı içtim, Alaçam Geyikkoşan'daki balıkçıdan deniz kızının hikayesini dinledim. Soluk abajur ışığının altında, burnumda yanımda sızmış oğlumun kokusu varken son sayfayı okuduğumda ise ağzımda; makarna sosu için tencerede


erimiş peynirin tadı vardı. Neden mi? Okuduğunuzda anlayacaksınız.  Eline, yüreğine, Miroş'a; sağlık, mutluluk diliyorum, sevgili Ahmet Söylemez.

Şimdi; kalem Ahmet'in:

Uzaklaşıyorum.                                                                                                                                                            Kelimelerimin bedelsiz satıldığı sığıntı bir dükkan yaptım barakamı ve ben daha derin kapatıyorum kepenklerimi. / Islanırım diye lastik çizme ve yağmurluk bulunduruyorum kenarımda.                                                                Uzaklaşıyorum.                                                                                                                                                    Birkaç kişinin kalbinden, sordukları nedensiz bilmecelerden. / Anlam ısıtıyorum içimde ve büyüyor yüreğimde acım. / Adım adım. / Yaşadıkça yaşam.                                                                                                            Şimdi buranın neresine koysam seni? / Nasıl söylesem, sen öpünce geçermi yaralarım? / Ah be güzelim. Uzaklaşmalar unutmak için değildir her zaman. / Bazen de başarabilirse insan, acıdan kaçmak için uzaklaşır kendinden. / Daha derin. / Daha uzak kendinden. ( sayfa 17 )


Konuşmuyorsun ama seni duyuyorum. Beni tanıyamayacak olmandan korkuyorum galiba. Çok değiştim. Yıllar yüzümde onarılmaz hatalar oluşturmuşken, düşüncelerimdeki o bilindik saplantılar yerlerini korumaya devam ediyor. Kısacası; bıraktığın gibi değilim artık. Ellerimi sıkıca tutman, sonra sarılman, kulağıma eğilip fısıldamalarını özledim. ( sayfa 33 )


Her insan kendi ormanında yaşar ve bilmediklerini karşısına alır. / Önce gözleri ile sonra sözleri ile ona dokunur. / Gerisi malum. / Teferruat. ( sayfa 98 )


Lanet olsun, ölümü özler gibi özlüyorum seni. Ölümü özler gibi. ( sayfa 121 )


Dik durmayı ben senden öğrendim. İlmik boğazımdayken bile gücü sorgulamayı. Olmayan yanımı anlamayı. Yüreğimdeki o asil muammayı bile bana sen öğrettin. Ara sıra da olsa denizden dalgamı esirgerim. Dem alan çayımı yudumlarken, içimde yine o eski ütopyalarımızın, anlamlı notalarını dudaklarımda gezdiririm ve seni her ziyaretimde bilmeni isterim ki sevgili dostum, bugün orman daha yakın denize. Bir o kadar uzak olsa da yüreğime. ( sayfa 129 )


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

11 Eylül 2011 Pazar

UÇTU UÇTU KIRK UÇTU bir de YAKALARSAN MUCH MUCH



Doğumdan sonra geçen kırk günün sırrına hep inanmış, Oğuz'dan sonra dört elle sarılmıştım. Ama Oğuz'un kırkının çıkması bir altı ay kadar sürmüştü. Yani kırkından sonra beklenen; biraz daha düzene girmiş uykular, azalan ağlama krizleri, biraz daha kendine gelmiş anne...Altı ay kadar ağladı, gecemiz gündüzümüz birbirine karıştı desem, yeterli olur sanırım. Bu pazar günü evimizde tatlı bir telaş vardı, beklediğimiz özel bir misafir; Zeynep Bebek...Kekler pişirdik, keselere şekerimizi, pirincimizi, çörek otumuzu koyduk, yumurtaları pamuklara sardık bir de ''Küçük Prens'' kitabını Oğuz adına imzalayarak günün hatırası olarak paketledik. Baş cimcimemiz Melis'ten sonra özlediğimiz bebek kokusunu çektik içimize, gazını çıkarttık, kırkını uçurttuk...

Uçtu uçtu kırk uçtuuuuu!

9 Eylül 2011 Cuma

Lady in the Water (2006)



Bir zamanlar insanoğlu ve sudakiler arasında bir bağ vardı.                                                                             Onlar bize ilham verirdi.                                                                                                                             Gelecekten bahsederlerdi.                                                                                                                          İnsanoğlu onların sözünü dinler ve söyledikleri olurdu.                                                                                      Ama insan dediğin fazla söz dinlemez.                                                                                                 İnsanoğlunun her şeye sahip olma isteği onu kıyılardan iyice uzaklaştırdı.                                              Denizlerde yaşayanların büyülü dünyası ve insanoğlunun dünyası birbirlerinden ayrıldı.                                  Yıllar geçtikçe o dünyada yaşayanlar denemekten vazgeçti.                                                                      İnsanlığın dünyası daha vahşi bir hal aldı.                                                                                                            Bir yol gösterici olmadığı için savaş üstüne savaş yaşandı.                                                                             Şimdi; suda yaşayanlar tekrar bize ulaşmayı deniyor.

8 Eylül 2011 Perşembe

HER ŞEY KIRMIZI

Boyutlar arası gezintideymiş gibi gidip geliyorum, hayatımda ki Özgür'ler arasında. Tartışmasız annelik en değerli ve zor olanı...Ama anana babana evlatlık derken; kocayla karı, çocuklara anne, kaynana kayınpederleyken gelin, arkadaşlarla arkadaş, iş başa düşünce bakıcı, aşçı ya da temizlikçi, işe git Özgür Hanım...Geçen gün de kasalarca domatesle beraber, yaz mutfağında, üzerimde mutfak önlüğüyle buluverdim kendimi! Yorgunum dostlar, yorgunum.

6 Eylül 2011 Salı

SESSİZCE



   Kadın arabayı adamın tarif ettiği bahçenin siyah demir kapısının tam önüne park etti. Aralık kalan yerinden sıyrılarak içeriye girdi, bahçeden gözlerini alamadan. Bahçe bir yarın tam ucundaydı ve O sabırsızlanıyordu, bir an önce denizi görebilmek için. 

   Ama önce kulübenin kapısında bekleyen adamın gözlerini gördü; uzun zamandır görüşmemiş olmanın verdiği ne diyeceğini bilememezlikle bekleyen adamın. Mırıldanırcasına merhabalaştılar birbirlerine değerken elleri; hatırlamak istercesine sıcaklıklıklarını. Adam elini bırakmadan kulübenin bahçeye açılan kapısına doğru götürdü, kadını. Zeytin ve hurma ağacının hemen ardında parlayan deniz gözlerini kamaştırdı. Kadın hemen kapı girişinde duran tahta sedirin ucuna ilişircesine oturdu. Adam anlamış gibi O'nu yalnız bıraktı, manzarayla başbaşa.

   Evet burasıydı, burasıydı; kadının içinde mutlu olduğu, gizlice kurduğu hayalindeki bahçe. Hayalinde de o an olduğu gibi, sessizce izleyip duruyordu, yarın ucundaki evinin bahçesinden denizi. Her cevapsız, kelimesiz kaldığında, sesleri duyamaz oluşunda kaçıverirdi hayalinin içine, kimselere hissettirmeden. Sonra ağır ağır bahçeyi incelemeye başladı...Nice sonra farkedebildi sedirin altına kıvrılıp yatmış olan beyaz köpeği. Elini uzatıp dokundu köpeğe, merhaba dercesine.

  Adam; ''Nasılsın'' diyerek yanına gelip oturdu, elinde ikisi için hazırlamış olduğu kahvelerle. ''Teşekkür ederim'' dedi kadın. ''Teşekkür ederim, hayalimi bana getirdiğin için'' Birşey anlamamış olsa da adam, tebessümle bakıp yudumladı kahvesini. Aralarındaki mesafe çok uzak gelmiş olacak ki kadın yavaşça sokuldu adamın yanına, adamın kolunu kaldırıp kendine doladı. İşte gene o sıcacık, güvende olma hissi...O kadar korkuyorlardı ki konuşmaktan, konuşup içinde bulundukları sihirli anı bozmaktan.

  Kadın anlattı usul usul hep böyle bir yerde olma hayalini. Fazla birşey söylemesine gerek yoktu ki zaten. Çok uzun yıllardır tanıdıklarınız vardır ya; konuşmadan anlaşabilidiğinizi, anlatabildiğinizi hissedersiniz. Öylesine işte...Hışırdayan yapraklar, ara sıra kıpırdanan köpek, ışıl ışıl parlayan deniz, balıkçı tekneleri konuştu, onlar dinlediler. Yarım saat boyunca öylece oturdular, birer sigara tüttürdüler. Sonra da; fincanında kalan son yudum kahveyi içip ayağa kalktı, kadın. Kapı da uğurlarken adam O'nu; ''seni çok özledim'' diyerek ufak bir buse kondurup dudaklarına, ayrılırken kadın. Sonra aniden; yakaladığı elinden çekip göğsüne sıkıca sardı adam, kadını: ''Bende seni çok özledim'' dedi.

  Koşar adımlarla bahçe kapısından çıkıp arabasına binerken, kadın; hiç arkasına bakmadı. Yüzünde acımı, mutluluk mu anlaşılamayan bir tebessümle evine doğru sürdü arabasını. Artık hayalinin içindeyken  manzarayı yalnız izliyor olmayacak, hatıralarında kalacak olan bu yarım saatlik yaşanmışlıkta O'nunla olacaktı...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Okurken tavsiye edebileceğim fon müziğini şimdi dinledim; önerilir. BURADA!!!

5 Eylül 2011 Pazartesi

Terk Edilmek Tüm Canlılara Aynı Acıyı Verir

 

Belki de onu hiç tanımasa daha iyiydi. Ondan önce alışkındı yalnızlığa; kendi başının çaresine bakabiliyordu.
Sokaklar it kopuk doluydu; onlara alabildiğine güvensiz, kendine aşırı güvenliydi; hepsine kafa tutuyordu.
Evet, belalıydı hayat, zordu ayakta kalmak, ama uğraşıp alıyordu ekmeği aslanın ağzından, karnını doyuruyordu.
Birbaşınalık güç, ama tanıdıktı; böylesine acı vermiyordu.
* * *
Onu gördüğünde herkese yaptığı gibi uzak durmuş, kuyruğu dik tutmuştu başta...
Mademki diğer yabancılardan farkı yoktu; gardı düşürmenin âlemi de yoktu.
Ama gözünün ta bebeğine bakıyordu bizimki...
Belli ki ona ilk görüşte vurulmuştu. İlk dokunuştan ebediyen bir arada yaşayacaklarmış gibi bir his oluşmuştu.
Bir sıcak gülüş, bir tatlı sarılışla düştü gardı; kalbini açtı, kedi gibi uysallaştı.
Evet, sevebilirdi bunu...
Hürriyetinden onun için cayabilir, yalnızlığını noktalayabilirdi.
* * *
Yemeklerini paylaştılar önce... Sonra evlerini, yataklarını...
Her yere birlikte gidiyorlar, hep birlikte geziyorlardı. Tatlı sözler, cilveleşmeler, hediyelerle başı dönüyordu.
Günden güne ona daha da alışıyor, şüphelerinden arındıkça gevşiyor, güven hissiyle tanışıyordu.
Belki de yıllarca boş yere direnmişti böyle bir ilişkiye...
Kendine boş yere ıssız kaleler inşa etmiş,

4 Eylül 2011 Pazar

TATİL BİTTİ

Heh gittik döndük, yazacağım da önce iç dökmeler :


   1) Neden oluyor bu unuttum zannedip zannedip, her tekrarında unutmadığının farkına varmak, her seferinde aynı yerden gene kanamak. Sözler bitmiştir bunca yıl sonra, anlatılacak birşey kalmamıştır. Kafada döne döne gezinir, kimsenin haberi olmadan ''hakettiğim bu mu, bu kadar mı?''lar, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demeler...Göz pınarların fokurdarda eğmezsin başını, izin vermezsin akıp gitmelerine. İçinde inceden bir sızıyla kalırsın öylece tekrar, kelimesiz!

  2) Ne zaman vazgeçeceğim acaba bu yiyip yiyip sonrasındaki ilk pazartesi rejime başlamalardan. Hayatım böyle geçti yahu...Ama nasıl karşı konulunabilinir ki şu balık sofralarına, buz gibi ???? içeceklere. Bak yerken aldığım zevk aklıma geldi ya ''koy ver gitsin, sefam olsun'' kıvamına geliverdim hemen. Olsun be; otu, saman krakerleri yer hafifleyiveririz bir hafta da, her zaman ki gibi...

    Evet!

   Öpülesi eller, öpülesi yanaklar öpüldükten, sarılanası kucaklara sarıldıktan, görülemeyenlerin sesleri duyulduktan sonra basıp gidildi, tatile.



  

   Amaç; çocuklarla sevgi yumağı halinde eğlenip vakit geçirmek. Sonuç;