30 Kasım 2011 Çarşamba

OD ( İSKENDER PALA )

Hakan Günday gibi sert, karanlık, sarsıcı, dili sansürsüz kullanan bir kalemden sonra İskender Pala okumak sakinleştirici etkisi yapar diye düşünmüştüm. Fakat ? Belki zamanlama hatası?.. Ama kitaptan bir tane de babama almış olmam tam isabetmiş. Çok keyif alarak okudu. Belki de içinde kendinden çok şey bulduğu için. Kısacası benim daha affedebilmek, bilmek, bilmemek, tanımak, anlamak, ..., -mek, -maklarla katedilecek çok yolum var(mış).


Her şeye rağmen, sorumluluk sahibi bir blog sahibi olarak, okumamış olanlar için kitapla ilgili fikir vereceğini düşündüğüm alıntıları sizlerle paylaşıyorum. Keyifle...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



Bu fenada bir garipsin


Gülme gülme, ağla gönül


Derdin dahi çoktur senin


Gülme gülme, ağla gönül


“Dağdan odun getiriyordum. Herkes ona odun diyordu; iki heceyle, OD-UN işte, ateş veren şey…Ama ben onun ilk hecesiyle ilgilendim, ateş olan kısmına, gönüllerde aşkı tutuşturan alevli kısmına, ‘OD’ a talip oldum. Herkes dağa odun için gittiğimi sanıyordu ama ben OD için gidiyordum”


Sorarsak '' Mal sahibi, mülk sahibi yoktur,'' diyor, sonunda da '' Mal da yalan şu dünyada, mülk de yalan,'' diyerek sözü bağlıyordu. Gitgide biz de böyle düşünmeye başladık; her şeyimizi paylaşma azmini edindik. Malımızı, mesaimizi, fikirlerimizi, ve elbette sevgilerimizi. Üzerinde Sitare nakışlı heybemiz hariç. O yalnızca benimdi. ( sayfa 60 )


... Sitare'nin doğru tespitlerde bulunduğuna inandım. En sonunda, '' Denge madde lehine bozulunca insanın nefsi, mana lehine bozulunca da ruhu öne çıkıyor, biri diğerini bastırıyor Can Yunus!'' dedi elimi tutarak ...           ( sayfa 67 )


... ağızda çiğnenmiş bir lokma olan şu dünyayı dahi yuttun tut. Ömür bir ok, zaman bir yay, bir el o yayı germiş, sen o yayı attın tut. Aldığın her nefes, keseden akmakta olan bir kum tanesi, kese ortalanmış ve sen kumu tükettin tut.'' ( sayfa 118 )


Gah eserim yeller gibi


 Gah tozarım yollar gibi


Gah akarım seller gibi


Gel gör beni aşk neyledi


Ben de anlayamamıştım; dışlarını süsleyerek ve onları başkalarına göstererek hükmeden mülkün sultanları mı; yoksa içlerini süsleyerek ve başkalarının içini görerek hükmeden gönlün sultanları mı üstündü?                           ( sayfa 156 )


'' Her zerresinde bir sağlık duy bedeninin, insanoğlu; her hücresinden bir inilti işit!.. Bir şehirsin çünkü sen, büyük ve derin... Yok yok!.. Bir değil, belki binlerce şehirsin hem!.. Ölümsüz ve doğumsuz, uçsuz ve bucaksız deryasın... Sayısız balıklar bulunur her deryada... Neden reddetmedesin sendeki erdemleri? Ve ne diye inkarcı başını kaşıyarak geçmede günler?!.. Ey insan! Ne diye durmadasın şu dünya denen mumun çevresinde şimdi; pervane misin? Öyleyse yak kanatlarını muma, yak ve arın. Çünkü bir nursun sen, nurdansın...Hani Tanrı nurundan... Ateşten değil... Hani şeytanın ateşinden... Uyan ey insan, her şey 'ben' den doğdu hep; benlikten doğdu... Öyleyse hep benden olsun feryadın, bütün şikayetin hep benden... Çünkü ölüm var. Herkese kendi rengindedir ölüm... İyi de görünür parlak bir aynada, kötü de!..................


     Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer; iyilikten, güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden... Geçip gitmede ömür... Umutlar hep yarın, yarın, yarın!... Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler... Aklını başına al kardeş! Günü, bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır...'' ( sayfa 164 - 165 )


Gözüm seni görmek için


Elim sana ermek için


Bugün canım yola koyan


Yarın seni bulmak için


Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder. Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmemek aynı değildir. Kurtulanlar, bilmediğini bilenlerle bildiğini bilmeyenlerdir. Onlar birbirini bilir, birbirinden bilir, birbiriyle bilir. ( sayfa 195 )


Anladım ki bu yalan dünyadadır; anladım ki evliya da olsa alan dünyadır. Kaçanın kurtulmadığı, şahin de olsa kanatları kıran dünyadır. Sevdiklerimizi alıp bizi ağlatan, Hazreti Süleyman da olsa tahtları viran eden dünyadır. ( sayfa 196 )


... ben yıllar yılı kuru odun taşırken yanan odu, biriken suyu taşırken gözdeki yaşı anlayamamışım. ( sayfa 218 )


Pişmanlık kadar insana yakışan bir hal tanımadım ben Molla Kasım. Düşün ki ateşe atılmış yanıyorsun, ama her yanış bir kere daha temizliyor seni. ( sayfa 220 )


Ten fanidir, can ölmez


Çün, gitti geri gelmez


Ölür ise ten ölür


Canlar ölesi değil


28 Kasım 2011 Pazartesi

HIRSIZ



    Son dönemde oğlum Oğuz'un (5) hırsızlarla kafayı tamamen bozmuş olması sebebiyle, sabah - akşam, soru cevap oynar olduk. Bu duruma paralel olarak; sitede ki güvenlik görevlilerini sıkı takibe aldı. Duyduğu her sesin nereden geldiğinden tam olarak emin olmak istiyor. Geceleri odasında uyumamak için türlü türlü bahaneler üretiyor. Kamera ve alarm düzeneğinin çalışma sistemini çözmesi de yakındır. Takıntısının başlaması ise bir kaç ay öncesine dayanıyor.

  Günlük sohbetlerimizden birinde konu geldi dayandı ejderhalara. Fakat hırsızlarla ne alakası var demeyin. Her zaman, konuşmaya başladığımız konuyla sonunda konuşuyor olduğumuz, beni şaşırtacak kadar alakasız olduğunda ben her türlüsüne hazırlıklıydım.

   Bu sefer durup dururken ''Bir ejderhayla karşılaşmak''  istemediğini söyledi. Ben de; bunun mümkün olmadığını, korkmamasını söyledim. Ve devam ettik:

''Neden anne?''

''Ejderhaların nesli tükendi çünkü.''

''Nesli tükenmek ne demek?''

''Çok uzun yıllar içinde bazı hayvan ve bitkilerin sayıları azalır. Sonunda da yok olurlar.''

''Yani şimdi yaşayan hiç ejderha yok mu?''

''Yok.''

Sessizlik...

''Hırsızlar?''

''Hırsızlar ne?'' İşte tam bu sırada, bir kaç gün önce seyrettiğimiz filmde ki bir sahnede, hırsızlık yapan birini ilk gördüğü an ve ben o adamın ne yaptığını ona anlatırken duyduğu şaşkınlığı geldi aklıma. Oğuz'un da aynı şeyi hatırladığı, daha sonrasında sormaya başladığı sorularla netleşti.

''Hırsızların nesli tükendi mi?''

''Hayır. Üzgünüm fakat hırsızların nesli tükenmedi.''

''Ne yapacağız peki?''

''Birbirimize göz-kulak olacağız. Yabancılara dikkat edeceğiz. Kapıyı yabancılara açmayacağız.''

''Bizim kapımıza gelirler mi?''

''Hayır. Güvenlik, siteye girmelerine izin vermez.''

''Heee. Yıllar geçince onların da nesli tükenecek mi?''

''Umarım.''

''Ben de umarım.''

  İşte aramızda geçen bu dialogdan beri bıkıp usanmadan hırsızlarla ilgili sorular soruyor. Ben de bıkarak ama mecburen cevaplıyorum. Verilen her açıklamanın ise yeni bir merak konusunun başlangıcı olması kaçınılmaz. Eklenen son merak edilenler:

- Tahta kurtları tükenir mi?( Her seferinde arkadaşım Feyza'yı sevgiyle anıyorum. )

- İnsanlar neden hayvanları kesiyorlar? Sonra tükendi diye üzülüp onları arıyorlar. O hayvanları hayvanat bahçelerine götürseler biz de özleyince gidip ziyaret etsek.

- Balıkçılar balıkların neslini tüketmeyemi çalışıyorlar? (Sezon açıldığından beri sabah erken saatlerde balıktan dönen motorları izleme keyfimiz bu soruyla anlam değiştirdi.)

    Çocuk yetiştirenler için klavuz olması gerektiğine olan inancım gittikçe güçleniyor. Şu piyasa da satılan modern anne-babalar için olanlardan bahsetmiyorum. Daha doğrusu onlar bizi kesecek gibi değiller. Ya da ben o kitaplarda bahsedilen ebeveynler kadar ''modern'' değilim. Modernlik bir kenara, normal olmadığım zaten kesindi de artık gidişat ta belirsiz. Bunlarla beraber bildiğim ve onlarla geçirdiğim her an olmasa bile inandığım tek bir şey var: ''Hayat çocuklarla çok güzel.''

    Herkese sağlık ve mutluluk dolu güzel bir hafta diliyorum. Kolay gelsin!


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

24 Kasım 2011 Perşembe



 

Gelecek nesilleri yetiştirmek gibi çok önemli, kutsal bir mesleği yürüttükleri gerçeğinin unutulduğu, göz ardı edildiği, önlerine engeller çıkan, çıkartılan Türkiye Cumhuriyet'i sınırları içinde, tüm zorluklara ve edaletsizliklere rağmen mücadeleyi bırakmayan öğretmenlerimizin önünde saygıyla eğiliyorum. Tüm öğretmenlerimizin ''Öğretmenler Günü'' kutlu olsun.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Kasım 2011 Çarşamba

BÜYÜMEYECEĞİZ

 

 

   ‘’ Başar’lar iki yıla kadar buraya taşınabilirlermiş anne.’’ dedi Öykü, şehir dışında yaşayan erkek arkadaşından bahsediyordu. Yeşim, unlamış olduğu balıkları bir bir içindeki yağ kızmış olan tavaya atıyordu. Günlerdir düşünüp duruyordu; kocasıyla on altı yıldır beraber yürürken ne kadar çok şeyi yollarda kaybetmiş olduklarını. On bir yaşında, ergenliğin başında olan kızına verdiği yanıtta dalıp gittiği düşüncelerinin içinden çıkıp geldi. 

‘’ İki yıl sonra siz çoktan ayrılmış olursunuz. Birbirinize de unutmuş.’’

‘’ Neden anne? ‘’

 ‘’ Büyüdükçe sıkılırsınız birbirinizden. İnsanlar büyüdükçe değişir, unuturlar Öykü.’’

‘’ Siz unuttunuz mu anne? ‘’

‘’ Senin, sizin gibi görüp, hissedebiliyor olmak için feda edebileceğim çok ama çok şey var, desem.’’

‘’ Nasıl yani…’’

‘’ Öykü’cüğüm maalesef hiçbir şey aynı kalmıyor.’’

     Sustu Öykü. Gözleri dolmuş ve içlerine bir sürü soru işareti yerleşmişti. Odasına gitti. Kapıyı kapattı.Başar’ı kaybetme ihtimali ilk defa aklına geliyordu. Hayatları boyunca beraber olacaklarına inanmışlardı. Oyun parkında kendisini bekleyenin hep Başar olmasını istiyor ve böyle olacağına inanıyordu. Sonra bilgisayar ekranının başına geçip Başar’ın çevirim içi olup olmadığını kontrol etti. Şükürler olsun oradaydı. Parmakları tuşlara dokundu ve yazmaya başladı. Mutfağa, annesinin yanına döndüğünde sorularına cevap bulmuş birinin kendinden emin ifadesi yerleşmişti yüzüne.

‘’ Anne söylemiş olduğun şeyi Başar’a söyledim. Ama biz hiç ayrılmayacağız bilmelisin.’’

‘’ Umarım tatlım. Peki nasıl bir çözüm buldunuz.’’

‘’ Büyümemeye karar verdik. Biz hiç büyümeyeceğiz.’’

     Salataya doğramak için eline almış olduğu yeşilliklere bakarken Öykü’nün vermiş olduğu yanıtla gözleri doldu Yeşim’in. Tüm çocukluklarıyla bulmuş oldukları çözümü duyunca ne yapmış olduğunun farkına vardı. Kızının sorusuna bunca büyük bir yanıt vermiş olduğu için pişman oldu. Ve zaten çok gerilerde kalmış olan masum, saf çocukluğunun ondan ne kadar uzaklaşmış olduğunun bir kere daha farkına vardı. Çaresizce özlediği çocukluğu çok uzaklarda kalmıştı.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

20 Kasım 2011 Pazar

BENİ UNUTMA ( ALİ POYRAZOĞLU )



'' Beni Unutma '' yavaş yavaş hafızasının yok olup gittiği gerçeğiyle karşı karşıya kalan bir matematik profesörünün ve ailesinin öyküsünü konu alıyor. Alzheimer hastalığının sinsi bir biçimde ortaya çıkışındaki evreleri ve unutkanlıkla başlayan hastalığın, hastayı geçmişiyle olan bütün bağların koptuğu bir sona doğru sürüklemesi oyunun çatısını oluşturuyor.

Bireysel alzheimerın öyküsünün, toplumsal unutkanlığa dönüşmesinin; bireyde başlayan geçmişi unutma, yok sayma, sıfırlamaya çalışma halinin toplumun bilinç altına sızmasının başarıyla anlatıldığı oyun ağırbaşlı bir güldürü.


İşte biz; altı yetişkin, bu ağırbaşlı oyundan çıktığımızda dağılmıştık. Bir suskunluk...Sorular...Başa gelmeden anlaşılayamayacak, başa gelmeden nasıl tepki verileceği - ne halt edileceği - bilinemeyen sonsuz sayıda ihtimalden biri daha. '' Bizim ailemizden birinin başına gelse ne yaparız. '' - '' Benim başıma gelse ne yapsınlar isterim?''. Ama dileyeceğimiz tek şey Ali Poyrazoğlu'nun alzheimer geçiren öğretmenininkiyle ortak olurdu herhalde '' UNUTULMAMAK ''.


Özdemir Çiftçioğlu, Eser Ali Yıldırım, Nur Gürkan'ın iyi oyunculukları, Ali Poyrazoğlu'nun oyunculuğu ve mükemmel hikaye anlatıcılığıyla birleşince ortaya çıkanın kalitesinden bahsetmeye zaten gerek yok.


Aslında  bakıma muhtaç hasta olmak, hasta yakını olmakla ilgili yazmak istediğim başka şeyler de var. Ama bu gece bir kafayı toplayamama durumu yaşıyorum. Yalnızca haber vereyim dedim; Ali Poyrazoğlu'nun sosyal sorumluluk projesi kapsamında, sınırlı sayıda sahnelenecek ''Beni Unutma '' adlı oyunu başladı.


Herkese, hepimize sağlıklı, kimseye muhtaç olmadan yaşanacak yıllar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

18 Kasım 2011 Cuma

Sen olmasan evren bir parça eksik olurdu

Hayatın tadını çıkartmayı unuttuk. Çocukluktan beri bize verilen hedefleri başarmaya çalışıyoruz. Kendi yeteneklerimizi, kendi keskin olduğumuz yanları ortaya çıkarmak yerine, sanki her konuda mükemmel olmak zorundaymışız gibi yarışıp duruyoruz. Yarıştıkça karşılaştırıyoruz, karşılaştırdıkça da kendimizi eksik hissedip mutsuz oluyoruz.


Osho diyor ki: Bir ot parçasına da, en büyük yıldız kadar ihtiyaç duyulur. Ot parçası olmadan, Tanrı, olduğundan eksik olacaktır. Guguk kuşunun sesine de herhangi bir Buda kadar ihtiyaç duyulur. Guguk kuşu yoksa dünya daha eksik, daha fakir olacaktır.


Biz her halimizle yeterliyiz, her halimizle güzeliz. Ancak bize öğretilen çok fazla "meli" "malı" var. Başarılı olmalısın, güzel olmalısın gibi. Bunları fark edip temizlemedikçe başkalarının talep ettiği hayatları yaşıyoruz. Onların belirlediği güzelliğe, başarıya göre davranmak durumunda kalıyoruz. Sonuçta kendi ihtiyaçlarımızı doyuramadığımız için aç kalıyoruz.


Çok azımız uyanıp da "Acaba ben ne istiyorum?" diye soruyor. İçindeki anne babayı susturamayanlar, kendi hayatlarını değil onların beklediği hayatları yaşıyorlar. Bu öyle bir ikilem ki kendi istediği hayatı da seçse, anne babasının istediği hayatı da seçse hep suçluluk duyuyor. Yapmamız gereken tek şey o kafamızdaki anne baba sesini kısıp kendi ihtiyaçlarımızı dinlemeye başlamak.


Kendimizle iletişim kurmayı bilmediğimiz için başkaları ile de bilmiyoruz. İfade edilmeyen her kızgınlık, her suçluluk bizi şişirmeye devam ediyor. İhtiyaçlarımızı söylemeyi bilmediğimiz için aç kalmaya devam ediyoruz. Aç kalınca; hayattan alamadığımız tadı çikolatadan, alışverişten almaya çalışıyoruz.


Karşılaştırma sadece başkaları ile değil. Kendimizi de kendimizle karşılaştırıp duruyoruz. Dünkü halimizi beğenmiyoruz. Aldığımız kararları beğenmiyoruz. Halbuki o zaman da bildiğimizin en iyisini yapmıştık. Elimizdeki seçeneklerin içinden en iyi ikinciyi seçmemiştik ki? Bunu unutuyoruz. Şimdi olaylara daha geniş açıdan bakıp, farklı değerlendirebildiğimiz için sevinmek yerine buradan da bir suçluluk yaratıyoruz.


Suçluluk duyan insanların bir kısmı bu durumdan kurtulmak isterken bir kısmı da aslında bu durumun sürmesini istiyor. Acı çekmekten zevk alıyorlar. Kendilerini kamçılamayı alışkanlık haline getirmişler. Herhangi bir olayın içinden kendilerini suçlayacak kısmı cımbızla çekip çıkarabiliyorlar. Sonra bir mücevher tasarımcısı gibi özenle üzerinde çalışarak onu daha da süsleyip büyütüyorlar.




  • Herhangi bir olay seç,

  • Bu olayda yanlış ya da eksik bir şey bul,

  • Bulduğunu ben yetersizim, yapamıyorum düşüncesi ile harmanla

  • Ve güzelce kendini suçlamaya başla... (İptal)


Bu 4 adımlık döngünün herhangi bir yerinde kendimizi yakalayabilirsek, kolayca onun dışına da çıkabiliriz.


Ne kadar çok sevildiğimizi kendimize hatırlatalım. Ayna karşısında her bir noktamıza methiyeler düzelim. Kendimize karşı cinsin ağzından bir aşk mektubu, çocuğumuzun ağzından bir sevgi mektubu yazalım. Bol bol elimizdekilere şükredelim.


Biz olmasaydık evren bir parça eksik olurdu... Biz her zaman seviliyoruz. Her halimizle, daima mükemmeliz.


YAŞAM KOÇU


HAKAN ARABACIOĞLU

17 Kasım 2011 Perşembe

sarıp sarmalanma zamanı







 

''Çok uğraşırsam kendimi boğma noktasına geliyorum. Üstünkörü atsam oradan buradan sarkıyor. Onlar olmadan da çıkamıyorum'' diyenlerdenseniz izleyin.

16 Kasım 2011 Çarşamba

NE OLURSA OLSUN YAŞAMAYA MECBURUZ

KİNYAS VE KAYRA


         Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekan ve zamandan kopalı yıllar oldu. Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne demek olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecektir. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. ( sayfa 22 )


'' Seni anlıyorum '' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada...Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamdan, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir. ( sayfa 188 )


'' Kayra, ' Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün ' demiştik. ( sayfa 255 )


Ben sadece fazlasıyla ciddiye almıştım, küçükken babamın birini üzdüğümde söylediği o sözü. '' Kendini karşındakinin yerine koy.'' Ve ilk başlarda bunu o kadar çok yapmıştım ki, bir gün dönüş yolunu yani kendimi bulamadım ve beynimin bir parçası boşlukta uçuşan, hayata uzaktan bakan, sadece seyreden bir çift göze dönüştü. Bütün duyguları bilen ama hissetmeyen biri oldu ...( sayfa 340 )

........., filozofların kestikleri raconu: '' Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.'' Yanılıyor hepsi de. İnsan, hiçbir şeyi değil, her şeyi bildiği için mutsuz. Ben her şeyi biliyorum. Ve bunlar, yürürken dengemi bozacak kadar ağır geliyor. Tek istediğim kurtulmak hepsinden, bütün bilgilerden, bütün düşüncelerden. Geri dönmek hiç doğmamış Kayra'ya. Ve en kötüsü, biliyorum ki, dünyaya, .......( sayfa 369 )


Sütün bütün pislikleri temizlediğine inanırdım çocukken. Her gizli içtiğim sigara ve içkiden sonra süt içerdim. Annemin beni tanıyabilmesi için ağzımın süt kokmasını isterdim. ( sayfa 454 )

Görünmez ve adı konulamaz bir zorunluluk. Madem doğdun, yaşayacaksın! Ne kadar acı çeksende, ne kadar kendinden nefret etsen de, nefes almaya, uyanmaya devam edeceksin. Çünkü insansın. Doğal değilsin. Doğanın üstündesin! Dünyanın Tanrısı sensin!..( sayfa 538 )


''Ölmeye hepimiz mecburuz! Kolaysa yaşamaya mecbur ol! ''


HAKAN GÜNDAY


Dün gece bitirmiş olduğum Hakan Günday'ın kitabı '' Kinya ve Kayra ''dan sonra yazacak pek bir şeyin yok. Yukarıda ki alıntılardan anlaşılacağı üzere tek şey var: yaşamaya mecburuz. Sevgiyle... ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


VE MÜZİK: Bulutsuzluk Özlemi - Yaşamaya Mecbursun

14 Kasım 2011 Pazartesi

SELAM OLSUN

Cumartesi sabahı uyandım. Bir heyecan, içim kıpır kıpır. Kafamda tek cümle; ‘’Kitap ve kahve kokusu ‘’. Evet. Geçen görüşmemizde kitap fuarına gitme planını yaparken Belgin’in söylemiş olduğu şey heyecanımın ifadesi oldu.

  Sabah yapmam gereken ilk iş; evdekileri hemen organize etmeliydim. Etmeliydim ki, aklım kimsede kalmasın. Oğuz, Erdo ile beraber tiyatroya yollandılar. Elf desen, hatun her daim programlı. Kahvaltıyı es geçip çabuk tarafından bir duş veeee Belgin’in evinin kapısındayım. Bizimle beraber gelebilmek için gözyaşı döken Deniz’de (Belgin’in kızı) sarkıtmış olduğu dudaklarıyla binince arabaya, ben tamamdım. Bizi görseniz pür telaş, neşe. Hava soğukmuş, yağmur varmış vız gelir.  

   Nihayet Beylikdüzü Tüyap'ın giriş kapısındaydık. Salona girdik. Ve kokladık. İçimize çektik kitap kokusunu. Oyuncakçı dükkanına girmiş birer çocuk oluverdik.

   Benim gözüm bir yandan saatte. Söz verdim ya o saatte orada olmalı, heyecanını paylaşmalıyım. Daha hiç yüz yüze gelmemiş olmamız bunu engelleyemiyor. En azından benim için öyle. Kim mi? Fatma Burçak. ( http://fatmaburchak.blogspot.com/ ).Yeni kitabıyla orada olacaktı. Standın önüne geldiğimde, kalabalıktan fazla sohbet edememiş olsak ta nihayet tanıştık. Kitabına yolculuğunda başarılar dileyerek ayrıldık. Bu arada kitabının adı ‘’Her Şey İçinde Saklı ‘’

   Daha sonra imza günü olan yazarların bir çoğunun stantlarına da uğradık. Oğuz’a aldığımız kitapları imzalattık. Çocuk kitapları konusunda müthiş geniş bu yıl ki fuar. Daha önceki yıllarda bu kadar yer verilmiyordu. Çok sevindirici.  Everest Yayınlarının düzenlediği ve altıncısı düzenlenen ‘’En iyi roman ‘’ ödül törenine katıldık. Belgin’le benim ağızlar kulaklarda. Tabi hemen aşağıya inip genç yazarın kitabını almayı ihmal etmedik.( Serhan Ergin ''Yürek Tutsağı'') Hıfzı Topuz kitaplarını imzalarken karşısına dikilip uzun uzun izledik. İskender Pala için uzanan imza kuyruğun sonunu bulamadan vazgeçtik.

   Kahve! Arkadaşımın eski patronu ve çok yakını olan Everest Yayınlarının sahibiyle içtik kahvelerimizi. Keyifli sohbeti eşliğinde. Çıktığımızda hepimizin aklında tek şey vardı: bir an önce eve gidip, kitapları inceleyebilmek. Öylede yaptık. Yaydım hepsini yazı masamın üzerine, aldım elime kahvemi, evde ki yalnız saatlerim son bulana kadar keyif yaptım. Pazar akşam saatlerinde aldığım bir habere kadar her şey yolundaydı.

  Bloglara göz atmak için bilgisayar ekranını açtığımda, Kara Kalem’in bloğunda gördüğüm vefat haberini okuyunca donup kaldım. Blog yazarı Ahmet’in vefat haberiydi. Arkadaşları yayınlamışlar. 12 Eylül tarihinde paylaşmıştım sizlerle Ahmet’in kitabını. (http://ozgurtamsen.wordpress.com/2011/09/12/kayboldum/ ) Ölümünden birkaç gün önce kitabının satış rakamlarını paylaşmış ve kırgın olmadığını yazmıştı.( kapitalist düzenin kuralı: imaj, reklam her şeydir.) Hakkında yazmış olduğum yazıyı okumuşsanız içinde neler olduğunu, popüler kitapçıların reyonlarını süsleyen, içleri bomboş, popüler kitaplardan çok üstün olduğunu az çok biliyorsunuzdur. Kaybetmiş olduğu eşinin gökyüzünde bir yıldız olduğunu ve kızıyla Ahmet’i her zaman izliyor olduğuna inanırdı. 10 Kasım sabahı; düzenle kavgalı, insanlarla barışık dopdolu ama yorgun kalbi dayanamadı. Artık kaymasından korktuğumuz diğer kaybettiklerimiz gibi o da gökyüzünde bir yıldız. Buradan sizin nezdinizde bir selam yollamak istedim Ahmet’e.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

kara kalem: VEFAT HABERİ

kara kalem: VEFAT HABERİ

10 Kasım 2011 Perşembe

ÇOK YORGUNUM

  Çok yorgunum. Yüzüp yüzüp bir damla suda boğulmaktan. Haklı çıkmak istemekten. Haklı bulmaya çalışmaktan. Aklıma gelen her düşünceyle savaşmaktan. Uyumaya korkar olduğum geceler tekrar benimleler. Rüya görmekten öylesine korkuyorum ki. Sabahları uyandığımda kenetlenmiş olan dişlerin acı veriyor. Düşünün ki gün içinde hissettiklerim bir kenara, uyurken neler yaşıyorum. Uyandığımda gördüklerimi de sevmiyorum. Ama tekrar uyumaktan da çok korkuyorum.

   Dün gece bulutlar yavaş yavaş alçaldılar. Puslu, korkutucu bir griye büründü tüm gökyüzü. Sonra pencereden görebildiğim her bacadan dumanlar, alevler çıkmaya başladı. Birden kendimi apartmanlardan birinin bodrum katında, doğalgaz vanasını ararken buldum. ‘’ Bu kadar insan için bir kişi feda olacaksa ben olabilirim o ‘’ düşüncesi vardı kafamda. Çaresizce aradım vanayı. Ama yok bulamadım. Çaresizliğimin rengi koyu gri. Sardı sarmaladı beni. Birini aramaya başladım, kimi aradığımı bilmeden. Koşup durdum. Yoktu. O kim olduğunu bilmediğim biri. Uyandığımda sıkı sıkıya kapattığım ellerim, kenetlercesine sıktığım dişlerim ve gözlerimde gözyaşı. Sustum. 

  Boğazımda bir yumru; çığlık mı atsam, böğüre böğüre ağlasam mı, kusarcasına haykırsam mı bilemediğim. Başımda dolanıp duran ağrı, tutunacak bir yer arıyor. Bulsa tutunup ızdırap vereceği yerimi, çekip gidecek bir süre sonra biliyorum. Ama yok o da eşlik edip perçinlemek istiyor ızdırabımı. Ne ara yoruldum bu kadar. Hayat ne ara yordu bunca beni? Ne zaman vazgeçtim anlatmaktan.

  Herkesin seçtiği rolleri oynadığı kocaman tiyatro sahnesinde ayakta duramadım. Daha doğrusu rolüm belli değil. İçimde o kadar çok ben var ki…Hepsiyle baş edemiyorum galiba. Edemeyeceğim. Aslını göremediğim yüzler, dediğini anlayamadığım sesler var. Karşılarında ben; sus pus. Bir de peşlerine baş ağrım takıldı, koşturup duruyorlar.

Dedim ya ‘’ Çok yorgunum. ‘’


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

7 Kasım 2011 Pazartesi

hayattan ne öğrendiler? ( CEM KARACA )



  • Hayatta, insanın anasından babasından gayri gerçek anlamda yar olmadığını...

  • Anamı ve babamı yitirdikten sonra çok yerindim.

  • ''Maymunum oynarken, tenceremde kaynarken, hay hay'' diyenin, etrafımda bol olduğunu...

  • Hele bir de olaylar biraz ters vurunca, çevremde kalanların ki çok azdılar, onların değerini bilmeyi...

  • Şu fani dünyada, işte geldik gidiyoruz bilinmez bir diyara, eskiden karpuz idik döndürmeye çalışıyorlar hıyara...

  • Dostlar ki beş tane ise, çok şanslı olduğumuzu...

  • Tanışınız bol, yedirilmeye çalışılan kazığınız az olsun. Ama her şeye rağmen, insanlara, sımsıcak sağ elimi uzatmayı. Ya tutar bükerler kolunuzu ya da merhabamız yaşımızla beraber eskir.


CEM KARACA


( müzisyen, 1945 - 2006 )

2 Kasım 2011 Çarşamba

YAĞMURLU SABAHLAR

Sabah uyandığında ona ilk merhaba diyen yağmur olmuştu. Küçük bedenini yorganın altından çıkartmak istemiyordu. Annesinin uyanmış, kahvaltıyı hazırladıktan sonra odasına gelerek bu yorganın altından, sımsıcak kucaklayarak onu almasını beklemekten yorulmuş ve çoktan vazgeçmişti. Odada bekleyen soğukla yüzleşmek zorunda olduğunun bilincinde olarak kalktı yatağından. Başucunda duran sandalyenin üzerine geceden hazırlamış olduğu formasını giydi. Çantasını aldı eline. Yüzünü yıkamayacaktı bu sabah.

    Odasının her seferinde gıcırdayarak açılan kapısından koridora çıktığında evin henüz aydınlanmamış olduğunu gördü. Ayakkabılığın üzerinde duran, ısıtmayacak olsa da ıslanmasına engel olacak olan mavi yağmurluğu geçirdi üzerine. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken o küçücük elleriyle; evde yapayalnız hissetti kendini. Ardından tüm gücüyle çekerken sokak kapısını, tek amacı hala uyumakta olan annesini rahatsız edebilmekti. Büyüdüğünde her sabah o kucaklayıp alacaktı çocuğunu yatağından, ısıtacaktı nefesiyle, gülüşüyle. O yolcu edecekti okuluna. Özellikle bu sabah ki gibi yağmurlu sabahlarda.

    Hüzünlü oluyordu yağmur yağdığında. Bütün dünya ağlıyormuş gibi geliyordu. Düşüp dizini yaraladığı için, şeker istediği için, karnı aç olduğu için ya da annesi onu sevmediği için ağlıyordu dünya. Başka ne sebeple ağlanabilinirdi ki. Neyse ki o büyüdüğü zaman bütün yaraları sarabilecekti. Her şeyi düzeltecekti. Ayakkabılarından giren yağmur sularının ıslattığı çorapları yüzünden ağlamak isteyen çocukları da bulacak, avutacak, kurutacaktı. Ayağına ne kadar küçülmüş olurlarsa olsunlar giyseydi keşke siyah eski çizmelerini. Şimdi bunca ıslandığında pişman oldu giymediği için. Annesi -bakarız- demişti ama ne zaman onu söylememişti. Uyandırıp sorsa mıydı? Yok, yok. Annesinin odasına sinmiş, adlandıramadığı kokuyu duymaktan ya da uyanamamış, anlamaz bakışlarıyla karşılaşmaktansa ıslanmış çoraplarıyla okula gidiyor olmayı tercih ederdi. Etmişti de zaten.

Ne yapmıştı O annesine? Neden sevmiyordu O'nu?


    Çocukluğunun çok uzaklarda kaldığı bu sabahta yağmurlu bir sabaha uyandığında biliyordu ki; O bir şey yapmamıştı annesine. Ve annesinin asıl sevmediği O değildi. Yani O'nun bir suçu yoktu. Karanlık sabahlarda yalnız kalkarak, karnı aç olduğu için, çorapları ıslandığı için ağlayarak, yalnız kalarak bedel ödeyeceği hiç bir suçu yoktu. Ve bugün artık biliyor ki; dünya çok başka şeyler için ağlıyor. Onun yapabildiği ise yalnızca kendine ait küçük dünyasını aydınlık, güneşli tutmaya çalışmaktı. Gün gelip tüm dünya içinde güneşin doğacağı günleri hayal ederek. Kim bilir? Belki bir gün...

    Şimdi kalkıp kahvaltıyı hazırlamalı ve yatağında uyuyan çocuğunu güzel bir güne başlaması için öpüp koklayarak uyandırmalıydı.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL