29 Şubat 2012 Çarşamba

ANLAR

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
Ölüyorum...

Jorge Luis Borges

27 Şubat 2012 Pazartesi

lafını sevdiğimin Shakspeare'i



  Shakspeare demiş ya ‘’ Gözyaşı ile yıkanan yüzden daha temiz bir yüz olamaz.’’ diye. İşte benim ki ak pak oldu.

  Üç haftadır tüm ruhumda çınlayan ‘’ Her şeyin başı sağlık!’’ nidaları… Diğer yanda ''Herkesin derdi kendine büyük'' diye bağırıp duran tarafım... Anne olarak kendimle hesaplaşmalarım, içine ettiğimin iç dünyaları, çocuğumu anlayabilme, ona kendimi anlatabilme çabaları, iş yerindeki çalışanlara laf anlatmaktan vazgeçişlerle dolu günler. Tüm bunlardan sonra bu Pazar akşamında ruhumda çınlayan ‘’ Her şeye evet!’’ diyen sesle beraber, mecalsiz ama umutlu ekran karşısındayım işte. Merhaba!

   Bütün bunlar olur, ben oradan oraya savrulurken araya üç tanede tiyatro oyunu sıkışmasın mı? Ve bir kez daha anladım ki o rahmetli Shakspeare ‘’ Dünya bir oyun sahnesidir.’’ derken çok doğru söylemiş.

   İlk oyun ‘’Şems! Unutma’’ydı. Kerra Hatun, Kerra Hatun'un oğulları Veled ile Alâeddin, Kimya Hatun(Evlatlık),Tavus Hatun üzerine kurulmuş bir hikâye. Yaratılmaya çalışılan mistik ortam ve sahneleme yöntemi, kullanılan şiirsel dille, zaten ağır olan konuyu o kadar yavaşlatmışlar ki; yüz seksen dakika boyunca oyunun bir içinde bir dışında helak oldum. Sahnede ter döken oyuncular gibi boncuk boncuk terlemeye başladığımdaysa artık çok geçti. Çünkü hiç ara verilmedi. Ve sonunda salondan dar çıktım.

   İkinci oyun ‘’ Üçüncü Türden Yakın İlişkiler – Başlangıç ‘’. Bir yazarın sancılı geçen yaratma sürecini anlatan oyunu ise çok beğendik. Sahneleniş şekli, kullanılan müzikler, ekip uyumu, oyunculuklarla ( ki özellikle Doğa Rutkay’ın ‘‘kapitalizmin makineleştirdiği iş insanı’’ figürünü çıkarırken ortaya koyduğu, tekrarlara dayalı mizah anlayışıyla sergilediği performans ayakta alkışlandı ) başarılıydı. Heee bu arada sevgililer günü için yapmış olduğumuz programa bu oyunu dahil ettiğimiz için kendimizi de alkışlamayı ihmal etmedik.

  Üçüncü ve son oyun bu hafta sonu geldi. ‘’ Oğluma Bir Haller Oldu!’’ Oğlunun eşcinsel olduğunu ve erkek arkadaşıyla yaşadığını öğrenen bir babanın hikâyesi anlatılıyordu. Ve bence daha doğrusu oyunu beraber izlediğimiz arkadaşlarımızca o babayı kesinlikle yanlış adam oynuyordu. Kim mi? Cem Özer. Diğer ortak fikrimiz ise oyunu kurtaran tek oyuncunun Paşhan Yılmazel olduğuydu. İkinci perdede kumandayı Şahan almamış olsaydı kesinlikle oyunun sonunu beklemeden salonu terk ederdik. Perde kapanırken ayakta alkışlanan da o oldu zaten.

   Bende ki özet haberler bu kadar. Anladığınız üzere  ( Erdo ve Belgin'i anarak diyorum ki ); bir dönemden daha geçiyorum. Yoksa tozun hangi türü yutulursa yutulsun tiyatro yapmanın deli, cesur işi olduğuna olan inancım hakkında uzun uzun yazmak isterdim. Seyirciyle - tepkisiyle burun buruna  nasıl rol yapılabildiğini kafamın almadığını itiraf etmek isterdim. Oyunculuğun yalnızca doğuştan gelen bir yetenek olabileceğine inandığımı söylemek isterdim. Yerlerde sürünen oyunu, sahneye çıkıp uçuran oyunculara hayran olduğumu belirtmek isterdim. Ama dedim ya; mecalim yok. Son dönemde tek yapabildiğim, sizlerle paylaşmak için yazılar yazmak. Onlar da son ütü için bekliyorlar. ( Rasim'e selam. ) Ama içinden geçtiğim dönem her hangisi ise, yazmak bile geçişimi kolaylaştırmıyor. Ayy neyse  ne işte. Yazıma son verirken küçüklerin gözlerinden, büyüklerin yanaklarından öper, tanıdıklara selam ederim. Yeni haftada işlerimiz rast gitsin, içimiz huzur dolsun.

                                    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

 

22 Şubat 2012 Çarşamba

okumaca



Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar
Adına düğümlendi.


Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç,
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.


 

Özdemir Asaf

20 Şubat 2012 Pazartesi

KAÇ KİŞİYİZ?


BİN YÜZ BİR İNSAN


Kitabın sorusu: ” Bir bedende kaç kişi yaşıyoruz?”


Şimdi oturup size ”Kitabı okudum. Öyle aydınlandım”, ”Aman böyle kararlar aldım.” falan diyerek uzun uzun yazmayacağım. Zaten bu içe dönüp dönüp bakmalardan helak olduk yıllardır. Bir ”Hiç” miyiz? Neyiz? İşte her ne isek  daha ne kadar sınavımız var bilmiyorum. Bildiğim tek şey çok yorucu bir yolculuk olduğu. Paylaşımımın tek sebebi; hemen hemen tüm kitapçı vitrinlerinde, çok satanlar listelerinde gördüğünüz bu kitap hakkında aklınızda bir iki şey kalmış olmasına aracı olmak. Arka kapağı buradan okumanızı sağlamak. Son yıllarda ki kişisel gelişelim, kendimizi bulalım – tanıyalım, ferrariyi satalım – satmayalım, günde üç öğün şunu yapalım… türlerine yakın olsa da hikâye kurgusunda yazılmış olmasından sebep ben okuyabildim. ( Araya başka bir kitap serpmek zorunda kalmış olsam da bitti.) Zaman zaman kendi kalabalığıyla baş etmekte zorlanan biri olarak… Kitaptan kızım Elif’le telefon mesajı, odasının duvarlarına ufak mesajlar yapıştırmak yoluyla paylaştığım alıntılar bile oldu. Yani ben o kadar aydım o kadar aydım ki ona da yardımcı olayım dedim. Gerçi Elif bir okul dönüşü, yazmış olduğum son telefon mesajının mealini sorunca abartmış olduğumun farkına vararak vazgeçtim o ayrı.


               Özet olarak ” Mutluluğun herhangi bir  formülü falan yok. Ama ara sıra  hatırlatmalar – ipuçları  almanın da bir zararı yok.” Sevgiyle…

                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Göz atmak isteyenler için birkaç alıntı:   

17 Şubat 2012 Cuma

ÇIRILÇIPLAK

Her sabah aynı saatte çalan alarm sesiyle güne açtım gözlerimi. Can yataktan kalkmış tuvalete doğru yönelmişti. Duşta akan suyun sesiyle beraber yataktan kalktım. Sırtımda hissettiğim ürperti hatırlatmaktan usanmıyor geçen günün telafisi olmadığını, kumbaradan harcadığım günlerin giderek azaldığını. Ben ise her defasında o ürpertinin üzerine geçiriveriyorum sabahlığımı ve inatla doğruluyorum karşısında günlerin.

   Mutfağa indim. Demliğin altına su doldurup ocağın üzerine koydum. Buzdolabından beyaz peynir, zeytini çıkarıp servis tabaklarına aldım. Ekmek kızartma makinesini tezgâha yerleştirirken diğer yandan da çayı demledim. Masaya kahvaltılıkların yanına bal ve kaymağı da koyunca hazırdı işte her şey kızarmış ekmek kokusu ve demli çayın fokurtusuna. Günüm açılan mutfak kapısının önünde gözlerini ovuşturan Mert belirince aydınlandı. ‘’ Günaydın anne. ‘’ Ardından kucağıma alıp sardığım küçücük bedenden içime akan huzur, yanağıma konan öpücükle dudaklarımda beliren tebessüm. Mert’i ben kahvaltısını hazırlayana kadar oturma odasında televizyonun karşısında ki mavi koltuğa yerleştirip üzerine polar battaniyeyi sardım.

   Can gelişini haber veren parfüm kokusunun ardından aşağı indiğinde ben Mert’in kahvaltısını yedirmeye başlamıştım. Mutfağa döndüğümde bitmiş olan kahvaltı faslının sonunda bir bardak çayda eşlik ettim Can’a. Sabah haberlerini izlediği televizyon ekranından gözlerini ayırmadan ‘’Bu gün ne yapacaksın?’’ Diye sordu. İşe gidecek olduğumu bildiği halde her sabah yalnızca bir şey söylemiş olmak için sorduğu malum soru. Ben ise usanmadan, her defasında içini gereksiz ayrıntılarla doldurup cevaplamaktan vazgeçmiyorum. Arayacağım kişilere, planlanmış bir toplantım var ise onun saat bilgisine, eve gelirken alacaklarımın listesine varana kadar anlatıyorum. Aramızda geçen daha doğrusu sesli olarak yapılan alışverişimiz devam etsin diye. Bu sabah anlatmadım hiçbirini. Mutsuz, çıkmazlara girmiş bir ilişki falan değil bizimki aslında. Beraberliğimizde geçen on dört yılı düşününce araya giren küslükler, değişen kişilik ve beğenilerimiz, inip çıkan tansiyona rağmen paylaşmaktan, beraber yapmaktan zevk aldığımız şeyler oldukça fazla. Sosyal hayatımız, dostluklarımız, kurmuş olduğumuz düzen içinde örnek denilebilinecek bir çiftiz aslında. Ama... Şu ‘’ama’’ ile başlayan cümleler hiç hayırlı olmaz değil mi? Ama içimde kaybetmiş olmaktan endişe duyduğum ki aynı şeyi Can’da hissediyor olabilir: Kadın ya da erkek olarak yaşadığını hissedebilme isteği kafamda bir yerlerde dolanıp duruyor. Beğenilme - beğenme, arzulama – arzulanma, damarlarımda akan kanın delirmesi isteği hep var. Kim bilir belki de tatminsiz biriyim. Son bir hafta için söyleyebileceğim ise bencilce, çok kadınca, insanca bir heyecan yaşıyor olduğum, o kadar.

  ‘’ Bu akşam geç gelebilirim. Anlaşmanın imzaları atıldıktan sonra ufak bir kutlama partisi planlıyorum.’’

   Ekrandan kayan gözler gözlerimdeler işte.

  ‘’ Merak etme. Ben Gül ile konuştum. Bu gece bizde kalacak. Sorun yok.’’

    O sırada kapanan sokak kapısı sesinin ardından Gül’ün sesi duyuldu. Kafasını uzatıp bize günaydın dedikten sonra Mert ile beraber yukarıya çıktılar. Bunu Can ile aramızdaki konuşmanın ayrıntılara dökülmesini önleyecek fırsat bilerek

   ‘’ Gün içinde telefonlaşırız, tamam mı? ’’ diyerek ben de arkalarından gittim. Beş dakika kadar sonra Can ‘’ Ben çıkıyorum. Konuşuruz.’’ Diye seslendi. Ardından oğlumun dişlerini fırçalaması, giyinmesiyle yaşanan telaş ve çalan servis kornasıyla o da çıktı evden.

   Elimde bir fincan çayla soluklanmak için yatak odamızda ki balkonun kapısını açtım. Kalabalık ve kalabalılığımla geçireceğim güne hazırlık anım. Duştan sonra tüm vücudumu özenle kremlendim. Makyajımı tamamlayıp gardırobun önünde kararsızlıkla dikildim. - Ne giyeceğim? - Dördüncü denemeden sonra her defasında olduğu gibi bu kez de siyah elbise. Yüreğimin köşeciğinde saklanmış, ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da bir yanımla içinde boğulup yok olmak istediğim heyecan ile beraber arabadayım. Sebebi Darrel’ı görecek olmam.

                                                                                         ***

 

      Ofiste mesai başlayalı yaklaşık bir saat olmuştu. Bilgisayar ekranları, çalan telefonlar, fotokopi makinesinin sesi, kâğıt hışırtıları arasında benzer sabah seremonilerini yaşamış onaltı insan. Tebessüm ve yarım ağız günaydınların arasından odama geçtim. Henüz oturdum ki Nihal elinde ajandasıyla girdi odaya. Günlük akışın üzerinden geçti. Bir haftadır süren görüşmelerin son ayağı olacak olan toplantıyla ilgili hazırlıkları gözden geçirmek için Hakan’ı da çağırdım. Dünyanın birçok ülkesinde mağazalar zinciri olan markanın örme işlerini alabilmek için aylardır uğraşıyorduk. Bağlantıyı Fransa’da ki aracılarımız John’la Rachel sağlamış ve gerçekten çok uğraşmışlardı. Bir haftadır ise firma adına resmi prosedürlerin tamamlanması için beş yetkili ile İstanbul’daydılar. Darrel tasarım ekibinin başındaydı. Ve çok hoş genç bir adamdı.

   Dalgalı kumral saçları, dolgun dudakları, yapılı – dik duruşlu endamı, en çokta konuşurken gökyüzünde uçan kuşları hatırlatırcasına kullandığı uzun parmaklı elleri. Kendimi söylediklerini duyamaz, onu izlemeye dalmış yakaladığım anlar çok olmuştu toplantılarda.

   Kararlaştırmış olduğumuz üzere saat 14.00’ de ofisimizdeki toplantı odasındaydık. Sözleşmedi ki maddelerin üzerinden ayrıntılarıyla tek tek geçtik. Saat 17.00 olduğunda açılan şampanya eşliğinde kutlama başlamıştı. Herkes kapıda bekleyen arabalara binmek üzere şirketten çıkarken odama geçip Can’ı arayarak gece otelde kalma ihtimalimin yüksek olduğunu söyledim. Ses tonundaki düşüşten hissedilen memnuniyetsizliğini kelimelere dökmedi. Sebebi ise sanırım bu anlaşmanın şirket için ne kadar önemli oluşunu anlamış olmasının yanında bana karşı duyduğu saygıydı. Daha sonra Mert’e de iyi geceler dileyip yarın okul çıkışında onu alacağıma söz vererek kapattım telefonu. Son olarak oteli arayarak adıma rezervasyon yaptırdım. Dekorasyonuna hâkim, yatak başı ve döşemeliklerde kullanılmış turkuaz tonu o gece görmeyeceğim, her zaman kaldığımız Swissotelin 106 numaralı odası için.

    Sahil yolundan yemek yiyeceğimiz otele doğru yol alırken Darrel benim arabamdaydı.  – En son ne zaman bu kadar heyecanlanmıştım? – Yol boyunca önünden geçtiğimiz yerler, bundan sonra ki gelişlerinde yapabileceklerimiz hakkında konuştuk durduk. Tabi benim yalnızca konuşuyor olan kısmım bunlarla ilgiliydi. Duyuyor olduğum heyecanın kanatlarına binmiş dolaşıyor olan tarafım gökyüzündeydi adeta. Gömleğinin yakasından gözüken köprücük kemikleri nasıl bu kadar dokunulası, uzun boynu nasıl bu kadar öpülesi olabilir, teninden yayılan koku nasıl unutturabilirdi beni bana?

    İşte ben bu haller içindeyken nihayet otelin önündeydik. Diğerleri bizden önce gelmiş ve rezervasyon yaptırmış olduğumuz üzere on dördüncü katta bulunan restorana çıkmışlardı. Çok kereler yemek yediğim bir yerdi Gaja. Göz kamaştıran Boğaz manzarası, ünlü şeflerin elinden çıkan eşsiz lezzetleri, dünyanın en ünlü şaraplarını bulabildiğiniz kavıyla mükemmeldi. Ve o geceyi yaşadıktan sonra diyebilirim ki – Kesinlikle o gece içindi. - Darrel ile birlikte restoranın kapısında şefin yanımıza gelişine kadar geçen süreden itibaren romantik bir aşk filminin içindeydim artık. Mert, Can, evli oluşum, yaşım hiç ama hiçbir şey yoktu. Kapıda o gecelik vedalaşmıştım hepsiyle. Kararımı vermiştim. Korku ve endişede izin verircesine önümden çekilmişlerdi. Tek istediğim ana, arzuma teslim olmaktı. Suyun akışına bırakmıştım kendimi. Masada oturan kimsenin içinde olmadığı, başrolünde benim olduğum masalsı bir gece yaşıyordum.   

     Tasarım dünyasında yaşananlar, ülkelerin gümrük politikaları, ülkeler arası ilişkilerin bu endüstriye yansımaları derken içilen içkilerinde etkisiyle konular yavaş yavaş arkadaş sohbeti havasına büründü. Son kadehlerden sonra yardımcılarım evlerine, misafirlerimizden ikisi dışında diğerleri ise odalarına gitmek üzere yanımızdan ayrıldılar. Geri kalan biz dört kişi bar katına indik. Saat üçe kadar süren canlı caz performansı eşliğinde devam etti gece. İçki servisi sırasında birbirine tesadüfen değen ellerimiz, çarpışan ayaklarımız, kaçamak bakışmalarımız, söylemek istediğimiz her şeyi söylüyor gibiydiler. Masalıma o da katılmıştı. O gece için sessiz bir anlaşma imzaladık. Müzik bitti. Artık yalnızdık. Bize servis yapan garson, aldığı bahşişten memnun ayrılırken yanımızdan biz de bardan çıktık.

   Asansöre beraber bindik. Hiç konuşmuyorduk. Ne dilimde tek bir cümle, ne de kafamda tek bir düşünce vardı. Geçmişimdeki hayal - hayal kırıklıklarım, hatalarım, yeminlerim, beklentilerimden haberi yoktu. Yalnızca ben vardım. Üzerime yapışıp kalan onca şeyden, onca kimlikten sıyrılmış olmanın özgürlüğünü hissediyordum. Kata gelince asansörün kapısı açıldı. Elini uzattı. Bakışlarım gözlerine kilitlendi ve tutuverdim elini. Bir genç kızın edalı hali vardı üzerimde. Kartın dokunuşuyla açılan odanın kapısı... Odayı aydınlatan abajur ışığının ardında muhteşem boğaz manzarası hoş geldin dercesine karşımdaydı. Elimi bırakmamışken ışıl ışıl şehir tanığımdı. Usulca yatağa oturduk. Yan yana. Bedeninden yayılan koku ve sıcaklık sardı bedenimi. Boynuma değen dudakları bir süre öylece kaldı. Derin derin içine çekti sanki beni. Gözlerimi kapattım. Midemde hissettiğim şey gözyaşlarımla çıkmak istiyordu. Henüz on iki yaşımda ilk öpücüğümde de aynı şeyi hissettiğimi hatırlayıp gülümsedim. Yanağıma dayadığı yüzüyle çok uzaklara, daha önce gitmediğim kadar uzaklara gittim. Hangisinin gerçek olduğunu anlayamadığım iki zaman vardı sanki. O an mıydı gerçek olan? O andı bu gecelik gerçek olmasını istediğim.

   Fermuarını açmasıyla üzerimden sıyrıldı elbisem. Gözlerine kitlenmiş gözlerimle karşısındaydım. Bedenimle ruhumla çırılçıplaktım. Dokunuşu, soluğu telaşsız, şefkat doluydu. Tenimde dolaşan elleriyle biraz daha soyundum. Belki de ilk kez o kadar çıplak kalmıştım. Onu arzulamakla aramda hiçbir şey yoktu. Sarılışlarının rengi beyaz, duygusu huzur, kokusu deniz… Tüğ gibi hafif, yumuşacık. Taşıması, tadına varması kolay. Kendimi güzel, bir o kadar incitilmez hissediyordum. Adeta bedenim değil de ruhumdu okşanan, tazelenen. Gözlerimi açmaktan bile korkar halde kana kana içtim saatleri. Terleyen vücutlarımızla tadı dilimde, kokusu burnumdayken mahrem sırlarım vardı. Sonra pufff. Gizler çözülüverdi. Kasıklarımdan başlayıp tüm vücudumu saran sıcaklık, hızına yetişemediğim kalp atışlarım, kulaklarımdaki çınlama, bedenimden yükselen neredeyse dokuna bilinecek kadar yoğun enerji ve bahçemde açan çiçekler: Rengârenkler.  Anın içinde donup kaldık. Yan yana uzandık yatakta.  Soluksuz kalışımızın gürültüsü, düşüncelerimin sessizliğine inat.

    Sarındığım beyaz bornozla banyodan çıktığımda o elinde kadehle boğaza karşı oturuyordu. Sehpanın üzerinden duran, benim için hazırlamış olduğu diğer kadehi alıp yanına oturdum. İçinde uzun süre oturduğumuz sessizliği bozan ben oldum.

   ‘’Ben seni ne zaman çağırdım. Ne zaman diledim. Kendimi, yaşadığımı hatırlatacak bu gece için nereden geldin. Kim yolladı seni buraya bilmiyorum. Hangi güç, ihtimal, döngüyse ona minnet doluyum. ‘’dedim. Bana doğru döndü;  

   ‘’Asansöre binerken bu gecenin ikimiz içinde unutulmaz olmasını dilemiştim.  Anlaşılan o ki sen gerçekten unutulmaz, bu gece ise tebessümle hatırlayacağım hatıran olarak kalacak. Bilmeni istiyorum böyle olduğu için duyduğumuz minnet ortak.’’ Dedi ve yerinden kalkıp dudaklarıma bir öpücük kondurdu.

                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

15 Şubat 2012 Çarşamba

Neler oluyor?

Sokakta gördüğümüz, üniforma giymiş herkesten korkar olduk. Yol çalışmalarında çalışan işçiler, ambulans şöförleri, trafik polisi, pilot, asker, emniyet görevlileri, güvenlik görevlileri hepsinden... Kim kimdir? Necidir? Yetkisi nedir? Yetki kimdedir? Bir şeyler oluyor, değişyor, neresi bize ne kadar dokunuyor? Anlayan beri gelsin!
Özgür Tamşen Yücedal

14 Şubat 2012 Salı

Vur patlasın çal oynasın



    ‘’ Seni seviyorum.’’ Yalnızca sevgi… İnsanları rahat bırakalım da bugün içi doluymuş, boşmuş demeden sevgi konuşsun, sevgi düşünsünler. Sevgilisiz geçen günlerinde sevgilisi olanlara gıcık olup kıskansınlar. Uzakta olan âşıklar bugün bir başka buruk olsunlar. İki kişiyi idare etmeye çalışanlar girecek delik arasınlar. Dargınlığı tesadüfen bu güne denk gelenler vahlansınlar. Yıllar sonra bile sevgili yerine konulmak isteyen evliler hediye beklesinler. Daha ne olacaksa olsun ama içinde yalnızca ‘’Sevgi’’ olsun. Aşktan olsun.

   Her sabah güne yeni bir tutuklanmayla uyandığımız, depremlerin olduğu, kadınların öldürüldüğü, çocukların tecavüze uğradığı günlerin sonunda bile dizileri konuşan bir toplum olmuşken… Geçen twitter da yazdığı gibi ‘’ Bilgisayar önce masa üstüne sonra dizüstüne şimdi cebimize girmiş ve birkaç yıla kalmaz neremize girecek bilmiyorken…’’ bırakalım da bugün sevgi konuşulsun, ‘’ Seni Seviyorum.’’ Densin. Kapitalist düzen deyip duruyoruz ya ‘’ Ulan her bir şeyi uğranı verdik, vermeye değer bulduk da bugün hediye almak mı bozacak bizleri. ‘’ Bir sap çiçekmiş, pırlantalarmış boş verin. Birbirleriyle konuşmayı unutmuş, yazmadan anlamayan anlatamayanların telefon mesajı yazan parmaklar bugün yalnızca sevgi sözcükleri için dokunsun tuşlara yahu.

    Nefes aldığımıza, adım attığımıza pişman hale getirilen bizler bunu bile çok görür olduk kendimize.

    Dünyanın çok büyük bir çoğunluğu M.Ö. dördüncü yüzyılda, AŞK sebebiyle iyi savaşmadıkları gerekçesiyle imparator tarafından evlenmelerinin yasaklanmış olduğu çiftleri evlendirmeye devam eden rahip St. Valentine’nin asılmış olduğu gün olduğunu bile umursamadan kutluyor sevgililer gününü. E biz ne yapacağız? Ruhuna Fatiha mı okuyacağız… Bokunu çıkarana kadar kutlansın bence. ( Akşam haberleri izlerken ‘’ Yuh ama bu kadarda olmaz.’’ Diyorken bulmam kendimi inşallah.)

    Bunları yazdığım şu sırada ocağın üzerine bir yandan çayı koymuş, diğer yandan haşlanmış yumurtaları ayıklamış, kahvaltı sofrasını hazırlamış olmam, bugün spora başlıyor oluşum, Erdo’nun tek kelime demeden işe gitmiş oluşu, sevgili yerine konulmak gibi bir beklentimin olmayışı, ama bir yanımla deliler gibi sevgili olmak isteyişim, hiçbirisi düşüncelerimi değiştirmiyor inanın. Vur patlasın çal oynasın.

    Herkes nasıl kutluyor, ne alıyor, nereye gidiyorsa gitsin ama yalnızca SEVGİ olsun. Sevgililer günü kutlu olsun. Bir de Özge’nin doğum günü kutlu olsun. İyi ki doğdun şekerim.

 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

11 Şubat 2012 Cumartesi

BEN DEMİŞTİM

 

 



 

   Yaz tatilimizin huzur dolu sabahında elime gazeteleri almışım. Bir keyif bir keyif. Yanımda ki sehpanın üzerinde bol köpüklü – şekersiz kahvem. Karşımda Erdo. Çocuklar henüz uyanmamışlar. Nasıl ama?

   Gazeteyi aldım elime. Başladım huşu içinde sayfaları çevirmeye. Takdir edersiniz tatil modunda olduğumdan manşetleri atlayarak direk daldım magazin eklerine. Derken, okuduktan sonra hazmı benim için zor olan gazetecilerden birinin Sertap Erener’le yapmış olduğu röportajı gördüm. Daha doğrusu asıl dikkatimi çeken Sertap’ın fotoğraflarıydı. Röportajın sonlarına doğru gazeteci hanım soruyor:

   - Ve gelelim “Sertab çok güzelleşti” konusuna. Ne yaptın da bu kadar gençleştin, güzelleştin? ‘’ diye.

     Sonra Sertap diyor ki;

   - Kendime çok iyi bakıyorum. Dışarıdan hiçbir şey işe yaramıyor; ne krem, ne botoks ne de estetik müdahale. Her şey içeriden iyileşiyor. Ben bunu buldum. İçin iyileştikçe, bu dışarıya cildin, bakışın, duruşun olarak yansıyor. Güzelleşiyorsun. Tabii cildime gereken önemi de gösteriyorum.

   Geçenlerde de kuaförde Oğuz’un saçları kesiliyorken koltuğa oturmuş bekliyorum. Beklerken  duvarda asılı, müzik yayını yapan bir kanala ayarlı olan televizyona bakıyorum. Ve ekranda bir an da Sertap Erener’in videosunu dönmeye başlamasın mı? Aman Tanrım! Bir denge, bir arınma akıyor gene hatunun yüzünden inanamazsınız. Videoda oynayan arkadaşım Gamze’nin duru güzelliğinin gerçekten Tanrı vergisi olduğunu bildiğimden olsa gerek şaşkınlığım zirve yaptı… O an da   - Yok artık.–  diye geçirirken aklımdan Oğuz’un elinden tuttuğum gibi, her yanı aynalarla kaplı mekândan kaçarcasına çıktım. Çıkmayayım da ne yapayım?

   Yani arkadaşlar Sertap Erener son yıllarda geçirmiş olduğu değişimi iç dünyasındaki denge ve arınmaya borçluymuş. Ağzımızın burnun yer değişmesini sağlayabilecek olan denge, arınma sınırı nedir acaba? Tatil süresincede düşünüp durmuştum. – Yarabbi dengesiz olduğumdan mı bu haldeyim acaba?- Diye. O gün bu gündür de pek bi değişiklikte yok. Hatta son zamanlarda manşetleri okuyup, haber dinledikçe gittikçe bozulan dengemi göz önünde bulundurursak, tahmin edin ne haldeyim. 

     He röportajda dediğine göre bir de sevgilisi ile tam beş yıldır hiç kavga etmemişler.  Ben gerçekten ne dengesiz kadınım yarabbi. Sertap’la kıyaslarsam gerçekten çok dengesizim. Bir de arınamamış. Ama ben size söylemiştim: ” Benim daha çok çokkkk yolum var. ” diye. Melekler  'i hatırlayanınız vardır.

    Ayy gene süperim cuma cuma… Neyse anacığım herkes birbirini yok etmek, öldürmek, suçlamak, yalanlamak istiyorken bizim dengemiz yerinde olsa ne yazar.

    Bütün bunlara rağmen kardeşimin dediği gibi bende  ‘’ Dünya dönüyor.’’ Diyor ve herkese, hepimize mutlu hafta sonu dileyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

    Hoşça – sevgiyle kalın. Siz gene de dengenize dikkat edin, ne olur, ne olmaz!

     NOTUN DİBİ: Eklemeliyim ki; bunlar Sertap Erener'in muhteşem sesi, yorumu, başarıları, şaşmaz çizgisine duymuş olduğum saygı ve hayranlığı asla sarsamaz. Bakış açım tamamen kadınsal dürtülerin yörüngesindedir. Aslında sanane kadının değişiminden, güzelliğinden, değil mi? Ama yok hemcinsleriyle biz kadınlar kadar uğraşan başka bir tür var mı? Ben bu aralar ne kadar çok soru sorar oldum. ( içimden son cümleye ''DEĞİL Mİ?'' eklemek geldi ama tuttum kendimi. Yok tutamamışım.)

                               ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

9 Şubat 2012 Perşembe

DÜNYA MI YANIYOR







    Uykusuz geçen bir gecenin sabahından '' Günaydın ''

   Sabah işe gitmek için yola çıktığımda neler vardı aklımda yazacak, geceden kalma. Saat kaça kadardı bilmiyorum oturup Okan Bayülgen'in '' Çıplak Kral '' adlı programını izledim. Konuklar çıktıkça azar azar yok oldum, ümitsizliğim umutsuzluk oldu, pustum.  İlk konuk Ece Temelkuran’dı. O anlattıkça; - Bu ülkede ne olacak halimiz? O bile bu kadar yalnız, umutsuz kaldıysa biz ne olacağız? Daha ne kadar susup izleyeceğiz? Konuşan, konuşacakların hepsi ya öldü (?), ya hapiste, ya vazgeçti, ya da herkes umudunu yitirdi. İsyanımın kelimeleri Neyzen’in mısralarında  ( NEYZEN )…

   Ece Temelkuran’ın ardından Emrah Karaca ( Cem Karaca’nın oğlu ) ve Cahit Berkay konuşmaya başladılar. Ekranda Cem Karaca, Barış Manço beraber şarkı söylüyorlar. Ben ekran karşısında biraz daha sahipsiz! Kim kaldı yahu kim? Ve facebook durum raporuma yazdım ki:

'' ‎"Kral çıplak" diyebilecek kadar cesur insanların yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Daha doğrusu, söyledikten sonra özgür olabilecekleri bir ülke.’’ Hemen arkasından yıllardır hep böyle mücadelelerin içinde olduğunu bildiğim Şule Abla yazdı ki:

‘’ İnsanların artık canından endişe duyduğu bir ülke de yaşıyor olmak ve ''kral çıplak ‘’ diyememek insanın canını çok yakıyor! Keşke siz bu günleri yaşamasaydınız. Sizlere bu günleri yaşatmamak için inan ki çok çabalar harcadık… Hala da harcamaktayız ama bazen yolun sonuna geldiğimizi düşünüyorum… Ve bunu kendime bile itiraf etmekten korkuyorum.’’ 

   Demek yalnız değiliz ama neredeyiz. Nasıl bu kadar uyuşturulduk? Hafızamızı kaybettik, çaldılar? Nasıl bu kadar ayrı düştük, düşürüldük? Çok soru olduğunun farkındayım. Çok yakın zaman önce, yaşanan değişikliğin farkına acı bir şekilde tanık olunca daha doğrusu hep karşısında olduğum, dâhili olmamak için kendimce çok mücadele verdiğim şey hakkında yargılanınca böyle oldum. Gerçekten birbirimize baktığımızda neler görüyoruz bilemiyorum. Kimseye bakmamak mı çözüm? Bakın yeni bir soru daha.

  İşte böyle; uykudan önce depreşen, uykudan sonra hala benimle olan birçok soruyla yaşıyorum. Derken iş yerime gidip oraların kayak yapılabilinecek hale gelmiş olduğunu gördükten sonra arabadan inmeden tekrar yola koyulup geri dönüyordum, radyoda yukarıdaki parça çalmaya başladı. - Sözler ne alaka – diyenleriniz çıkabilir. Ama kimin umurunda arkadaşım. Melodiyle beraber sorular dinlenmeye çekildiler. Oh be! Böyle yaşanmaz arkadaşım. Valla en azından ben yaşayamam. Kafayı zaten zor yettirtiyorum. Bir zaman önce blog arkadaşım EBRU başka bir blog da yazılan yazıya yorum yapmıştı. Net hatırlamıyorum ama konu da ciddi bir şeydi galiba. Yazmış yazmış sonunda da ‘’ Tamam da akşam ne pişireceğiz sen onu söyle.’’ Diye sormuştu yazıyı yazan arkadaşa. Bu kadar dalınca soru işaretlerine aklıma hep bu geliyor. Günlük gerçekleri düşünmek çoğu zaman rahatlatıcı oluyor.

   Ben de müzik eşliğinde semtime geldim. Arabayı pastanenin önünde park ettim. Bilgisayarımı çantama koydum. Masanın birisine oturdum. Söyledim bir duble sade kahve. Taktım kulaklıkları. Gelen – giden, yiyen – içen, konuşan – susan… Dünyamı yanıyor? Yansın be… Ne haliniz varsa görün. Bugünlük ben de ne halim varsa göreyim. Hadi benden bu kadar. Sevgiyle...

                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

8 Şubat 2012 Çarşamba

ZENNE ( dürüstlük bazen öldürür )

 



‘’Dürüstlük bazen öldürür…’’


   Umutsuzluğa düşüren o kadar çok şey duyuyor, görüyorum ki… Ve biliyor musunuz asla içimi rahatlatacak bir kaçış yolu da bulamıyorum. Görmezden – duymazdan gelemiyorum. Birilerine hep öfkeli, anlayamaz mesafede bir yanım. Diğerlerini koruyamıyor olmanın, yeterince anlaşılamamalarının kırılganlığında diğer yanım. An geliyor demir atmış olduğum tüm zincirlerimi toplayıp gitmek istiyorum. Ama nereye? Neresi daha masum? Neresi daha hakkaniyetli? Nerede çocuklar ağlamıyor?

İşte halim nice, ben böyleyken üstüne bir de bu akşam oturup ‘’ Zenne ‘’ adlı filmi izledim. Topladığım zincirlerim kucağımda, sorularım kafamda, oturmuş bu satırları yazıyorum. Film 2008 yılında öz babası tarafından, eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hayat hikâyesinden esinlenerek kurgulanmış bir senaryodan yola çıkıyor ve ona ithaf ediliyor.


 


   Tesadüf eseri karşılaşıp tanışan Urfalı ‘’Ahmet’’, zenne ‘‘Can’’ ve bir süreliğine istanbulda yaşayan Alman fotoğrafçı ‘’Daniel’’in hikâyelerini anlatılan filmde birçok yan öyküde mevcut. 99 dakika içinde o kadar hayat hikâyesi ve toplumsal sorun öyle bir sadelik ve başarı ile anlatılıyor ki filmin bir saniyesi için bile fazlalık diyemiyorsunuz… Filmde devletle kesilemeyen hesaplar, askerlik kurumu, töre, çökmüş ve çürümüş aile kurumu gözler önüne seriliyor... Toplumsal sorunlarımızın temelleri… Birbirimizi ‘ötekileştirmemizi’ isteyen devlet ya da toplumsal yapı ne derseniz deyin, hepsi bu filmde.

   Filmi izlerken sarılıp ellerini öpmek istediğim, beraberinde ağladığım bir anne vardı ki; her ne olursa olsun çocuklarının yanında - tarafında olan, oğlunu askere göndermemek için elinden geleni yapan, askerden dönüp alkolün pençesine düşmüş diğer oğlu için çabalayan, askerliği sorgulayan bir anne. Bir de öldürülen gencin annesi vardı ki; hakikati öldürmeye çalışan, sevgisi evladının cellâdı olan bir anne. Yani tüm oyuncular hikalerinin kahramanları olmuşlardı. Hayatta olmayan baba ( Canın babası ) bile dokundu izlerken.

   ‘‘Eşcinsellik hastalıktır.’’ diyen bakanların normal karşılanıp, övüldüğü bir ülkede böylesine cesur bir karşı duruşu ayakta alkışlamak istiyorum. Her sahnede sihir yaratan, büyüleyici kostümleri hazırlamış olan Belma Özdemir ise ayrıca tebrik edilmeli bence.

 Renklerimizi gizlemek zorunda kalmayacağımız, gülümseyeceğimiz bir dünya için sevgiyle… Birbirimizi anlamak, anlayabilmek için biraz çaba gösterirsek çok farklı olur belki dünya. Kimbilir?


 


ZENNE


Yönetmen: M. Caner Alper, Mehmet Binay


Senaryo: M Caner Alper


Oyuncular: Kerem Can (can)


Erkan Avcı (Ahmet)


Giovanni Arvaneh (Daniel)


Rüçhan Çalışkur (Kezban)


Tilbe Saran (Sevgi)


Ünal Silver (Yılmaz)


Görüntü Yönetmeni: Norayr Kasper


Kurgu: Jasmin Guso


2011, 99 dakika…


 


Dip notlar: Belgesel olarak yapılması düşünülen proje daha sonra sinema filmine dönüşmüş ve hayata geçirilmiş. Film kurumsal olarak sadece ‘‘ Hollanda Kraliyeti’nin İstanbul Başkonsolosluğundan’’ destek alabilmiş.

  48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali`nde, SİYAD Ulusal En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayr  Kasper) ödüllerini alan "ZENNE"; daha sonra 17-24 Kasım 2011 tarihleri arasında Ankara`da düzenlenen Türkiye`nin  ilk "LGBT" festivali Pembe Hayat KuirFest`te  ise "açılış filmi" olarak gösterildi.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Şubat 2012 Pazartesi

GİDELİM AŞKIM



 

   Senli bir rüyadan uyandığım gece yarılarından birindeyim. Haftalar öncesine kadar, içinde ürperten yalnızlığımı bulduğum sessizlik artık seninle dolu. Yaşanmış yılların yorgunluğu yok üzerimde. Yerini şaşırtıp, şımartan bir tazelik aldı. Yıllarca içimde, dilimde, gözlerimde o kadar çok aşk biriktirmişim ki. Kapıyı açıp seni içeriye buyur edişimde ki hazır oluş bunca aşktan olsa gerek.

   Yaşadım diyebileceğim kaç an vardır? Tazeliğini koruyabilen kaç an. En büyük becerilerinden biri unutmak olan insanoğlunun aklında kalan, kalabilen anlar. ‘’ Bir daha asla bu kadar …’’ ile başlayan bir sürü cümle var hayatımda herkes gibi benimde. Ve ardından yaşanmış bir o kadar yeni başlangıç. Günler boyu düşündüm. Damarlarımda akan kanın ateşini, heyecanını unutmuş olsam bile hayatıma sen geldikten sonra hissettiklerime yakın şeyler var hatırladığım. Çok uzakta kalmış. Sisin ardından bakılıp net görülemeyenler gibi. Ama bu dingin huzur halim var ya onu hiç hatırlamıyorum. Yanımda, rüyalarımda, hayallerimdeyken hissettiğim her şeyin içinde o huzur var.

   Dokunuşlarınla bedenimi saran tutku bile sınırlarını aşmış gibi. İncitmekten korkarcasına dokunuşların,  güzel şeyler fısıldayan nefesin... Heyecan hep saklamış, benimleymiş. Yalnızca şimdi  şekil değiştirmiş, olgunlaşmış gibi. Seninleyken hissettiğim her şey acelesiz, telaşsız, tadını çıkartmak istiyorcasına. Ama aşığımlı rüyalar görebilmek için uykuya  yatışlarım, yanımda değilken hayalinle baş başa kalmak için herkesten kaçışlarım aynı.

   Gidelim buralardan aşkım. Yüzüne yerleştirdiğin sükûnet dolu tebesümünü de alalım yanımıza, gidelim. Geldiğimiz  gideceğimiz yer yokmuş gibi. Zamansız… Hep oradaymışız gibi. Dilimiz, dinimiz, ırkımız, geçmişlerimiz yokmuş gibi. Yalnızca biz olalım. Daha önce duymadığım masallar anlat, günler geceler boyu. Hep o tebessümle bak bana. Yaşanmamış güzel günlerim için seni beklemiş gibiyim.

    Hoşgeldin sevgili…

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



3 Şubat 2012 Cuma

DİNLEMECE





Terk etme beni
Unutmak zorundayız,
herşey unutulabilir,
geçip giden herşey…
unutmalı:
geçen Yanlış anlaşılmalarla,
yitip giden zamanı.
ve zaman kaybedilir:
anlamaya çalışmakla,
geçen o saatleri..
ki zaman zaman,
"niçinler" öldürür
kalplerdeki mutluluğu…
Terk etme beni…


bense yağmur taneleri sunacağım
yağmur yağmayan ülkelerden getirilmiş.
yaracağım toprağı,
ölümümden sonrasına kadar,
sarmalamak için bedenini,
altın ve ışıkla.
sana bir ülke vereceğim:
sevginin kral olacağı,
sevginin kural olacağı,
ve senin kraliçe olacağın.
terk etme beni

Terk etme beni
Delice sözler yaratacağım,
sadece senin anlayabileceğin.
sana,oradaki
sevenlerden bahsedeceğim,
iki kez kalplerinin öpüştüğünü gören,
sana rastlayamadığı için ölen,
O kralın öyküsünü anlatacağım.
terk etme beni

biz sıkça görürüz
eski bir volkandan alev fışkırdığını..
çok eski olduğunu sandığımız.
bazen bunun gibi,
yanmış topraklar
en verimli nisandan,daha çok ürün verebilir
ve akşam gökyüzünde birleşmezler mi onlar
kızıl ve siyah ışıklar vermek için
terk etme beni

terketme beni
artık ağlamayacağım,

2 Şubat 2012 Perşembe

ELİFİM


Elifim;


İlk göz ağrım


Gözümün nuru


Engin sularım


Nazlı kuzum


Sırlarımın sırdaşı


Sorularımın cevabı


En büyük mücadelem


En güzel hediyem


Hayatıma anlam katanım


Dualarımın cevabısın.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka

...                                                                                                                   

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


                                       ...                                                                                                                Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
Tüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
Ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
Bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
Birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
Okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla


Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
Anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
Rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
Zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
Ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
Bu kadarcık bir şey-İyi ya, peki, şimdi kim var sırada
Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla                                                                                      ...


Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


(1961) Edip Cansever