30 Mart 2011 Çarşamba

SAVAŞ VE ÇOCUKLAR


     Kapitalist düzenin pençesinde, savaşın içinde yaşanan hayatlar.Büyük Orta Doğu Projesi neydi şimdi anlaşıldı. Bir ateş topu olup çıktı, Ortadoğu. Bu domino taşının ilk hamlasi için parmağını oynatanlar KİMLER? Kurtarıcı rolünde bölgeye girenler KİMLER? Asıl üzüntü verici olansa; bu kadar ülke var; Müslüman Kardeş diye geçinen. Bir araya gelip tek güç olamadılar.  Ve  dünyanın kurtarıcısı tekrar sahnede Amerika...


 


    Gözlerini iktidar ve para hırsı bürümüş olan liderleri gördükçe insanlık adına utanç duyuyorum. Varoluş sebeplerini unutmuş, insanlıktan çıkmışlar. Bir lider nasıl olurda halkının bunları yaşamasına izin verebilir, aklım almıyor. Beynimi kemirense tek bir fotoğraf var. Bomba sesleri, çığlıklar, kan, vahşet içinde çocuklarını korumaya çalışan anneler. Ruhlarını ve geleceklerini kaybeden çocuklar. Düşünsenize çocukluklarına dair hatırlayacakları, asla silinemeyecek sesleri, görüntüleri. Bir savaşta çocuklar nasıl taraf olabilirler ki? Kendilerini koruyamayan, kolay hedefler.


     Çocuklarıma izlettirmeyi bırakın ben bile izleyemiyorum  haberlerde ki görüntüleri...Çünkü; bir anda sığınaktaki anne oluveriyorum. Bana güvenen çocuğumun tanıklık etmek zorunda kalacağı çaresizliğim, korkularım sıkıştırıyor yüreğimi.


      Çocukların uğrunda savaşacakları tek şey şeker olmalı. Çocukların kirlenmemiş daha doğrusu kirletilmemiş beyinleri, bu olup biteni nasıl anlayabilir ki? Bu savaşlar onların savaşları değiller.


       Çocukların hayallerine, oyunlarına, düşmanı sokan, istemeden büyümelerine sebep olan gözü kararmış bütün güçlere lanet olsun. Gözlerinden kan kırmızısı , kulaklarından çığlık seslerinin silinmemesini diliyorum.
 Diliyorum ki savaşın içindeki bütün çocukları melekler korusun. Gözlerine muhteşem masallar, kulaklarına eşsiz melodiler fısıldasınlar. Yeryüzünde yaşayan bütün kadın ve çocukların dualarını kattıkları nefeslerini onlara taşısınlar.


        Savaşların son bulduğu, yaşanabilir bir dünya hayali kurmaya devam edelim. Ellerimiz birgün birleşecek emin olun.
 

                                                ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Mart 2011 Salı

BOLT GELDİ HOŞGELDİ


 


Şu an yaşadığımız eve taşınma planlarının arasına, belki de ilk    sırasına, köpek alma fikri gelip oturmuştu, bile. Kelimenin tam anlamıyla kanımın son damlasına kadar mücadele ettim alınmaması için. Çünkü; benim için köpek ya da beslenecek herhangi bir hayvan; özenle bakılması gereken bir emanet, eklenen  sorumluluklar,  yeni bir ilişki demekti. Otuzlu yaşların başından itibaren yeni ilişkilere sıcak bakmamaya daha doğrusu tanıma, alışma, anlama safhalarına gücü kalmamaya başlamış biri için zor bir karardı. Ama bu kadar derinine inerek içimdekileri döksem Erdo ne derdi acaba? İnce hesap plan adamı olmadığı için...


Anlaşılacağı üzere, eniştenin de desteğiyle bir sabah hayatımıza girdi, Bolt. Uzun yoldan; Bursa'da bir çiftlikten gelmişti. Ufacık, muhtaç, çaresiz ve hastaydı. Veteriner hekimin teşhisi ''çiftlik hastalığı'' kapmış olduğuydu. Hemen agumentin antibiyotikler, damlalar, haplar; tedavi başladı. Ben demiştim demek istemiyordum ama demiştim.

Kulübesi; Bolt gelmeden çok önce gelmişti. İlk gece sabahı sabah ettik tahmin edersiniz. Elif bir türlü uyumaz, Oğuz ilk günden kıskançlık krizlerinde kucağımdan inmez, Erdo'nun eli ayağına dolanmış...Neyse bir yerlerde okumuştum, annelerinin kokusuyla uyumaya alışık olduklarından kulübeye üzerine vücut kokusu sinmiş giyisi konulmasını tavsiye ediyorlardı. Bebeklerde de yataklarına alıştırma döneminde; annenin tişörtünü sereriz ya yatağına, o hesap. Benim bir tişörtümü yaydık altına, sabaha kadar nöbet tuttuk kapının önünde.


Uzak ve ilgisiz durmaya çalışıyordum ama bir de bana sorun. Geceleri gizli gizli kalkıp kontrol ediyordum. Kısa zamanda kendini toparladı ve alıştı. Hem de bahçedeki klima ve aydınlatma kablolarına, çam ağaçlarına, benim gözüm gibi baktığım sarmaşık gülüme tabiki bahçedeki terliklere maksimum zararı verebilecek kadar...Tamamen kontrolden çıktı. Evvelallah elbirliğiyle şımartabileceğimiz kadar şımartmıştık. Bolt artık kontrolden çıkmıştı.


Havalar soğuyunca sabahları kalkıp beslemek, ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gezdirmek, rutini akşam işten gelincede tekrarlıyor olmak Erdo'ya zor gelmeye başladı. Köpek alınmasını en çok isteyen Elif Hanım yok ortalıklarda, enişte desen evinde keyfinde, kaldı hepsi bizimkinin başına.Söylemek istemiyorum ama ''ben demiştim''. Hayvan sevgisi ayrı bakmak ayrı çünkü. Şimdi eğitimde; Bolt. Bakalım döndüğünde neler olacak? Laf aramızda çok özledim.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


27 Mart 2011 Pazar

MOR ÇATILAR



Bazen en kolay kaçışı kendini kandırarak bulur insan. Aslında yaşadığı şeyin, daha doğrusu maruz kaldığı şeyin o kadar farkındadır ki... Psikolojik şiddet... Bir çok kadın ve de çocuk yaşıyor. Çocuklar, ergenlik çağına gelip, kendilerini bilene kadar neler olup bittiğinin farkında olmuyorlar. Önlerindeki  rol-model tektir çünkü. Kıyaslama yapacak yaşa ya da imkanlara sahip olduklarında anlayabiliyorlar onlara karşı davranış, söylem şeklinin yanlış olduğunu. Herbiride farklı farklı yaralar alıyorlar; bütün hayatlarını etkileyen.

Ama kadınların büyük çoğunluğu farkındalar. Bu cinsel ve duygusal ilişkide yaşanan pasif, boyun eğen taraf olma durumuna son verecek çözüm kimi zaman o kadar uzak ya da imkansız geliyorlar ki. Herkes kendince bir kılıfa uyduruveriyor. Böylece kendi kendini kandırma başlamış oluyor. Genelde  söylenen ''iyi tarafları o kadar ağır basıyor ki, kötü yanlarını kapatıyor''. Kötü yanların en hafif olanları aşağılama, küfür, ilgisizlik, bencilliğin uç noktaları... Bunlar kendi aralarında da farklı biçimlerde olabiliyor. Hele bencilliğin öyle uç noktalarda olanlarına şahit oldum ki, inanamadım. Hatta aklın alamayacağını söyleyim; bu davranışlara maruz kalmak; üstüne üstlük sebep olmuş olmakla suçlanmak. Yani; haketmiş olmakla. Düşünün ki o kadar şişmiş bir ego var karşınızda. Demezler mi adama ''Sen kimsin nesin kardeşim? Bu ne cüret. Orada bi dur bakalım.''

Eskiden; o adamlara karşı feci bir öfke dalgası yükselirdi içimde. Şimdi mi? Hayır birşey hissetmiyorum. Anladığım kadarıyla; zamanla herşey öylesine kemikleşmiş oluyor ki;  alan memnun satan memnun durumuna geliniyor. Hani aldatma içinde derler ya bir kere affettin mi, tamam tekrarı mutlaka olur diye. Küfürü de, aşağılanmayı da bir kere kabul ettiler mi,  dozu gittikçe artıyor.

Erkekler egoları yükseldikçe kendi ruh durumuna hizmet edecek bir hediye olarak görmeye başlıyor kadını. Bunu hakedecek ne yapıyorum ya da yapmalıyıma hiç kafa yormuyor bile. Ben sevginin ya da paylaşımın hiçbir türünün (çocuk sevgisi hariç) emeksiz ve tek taraflı olamayacağına inananlardan olduğum için anlayamıyorum. Adam eve gelir ağzını lütfen açar. Açtığında da hayırlı bir laf çıkmaz. Evde genel ya da çocuklara karşı sorumluluklar konusunda paylaşım söz konusu bile olamaz. Geçimi sağlayanın kim olduğundan söz etmiyorum. Çünkü; eğer karakterinde varsa evde herkes çalışıyor da olsa birşey değişmiyor, yapacağını yapıyor, söylüyorlar. Tüm dünya evin erkeğinin etrafında dönüyor ya...

Yaşayan bilir diyenleriniz vardır. Çok haklısınız. Maddi manevi destek olabilecek bir aile, gölgesine sığınılabilecek sosyal güvence olmayınca. Büyüme çağında ki çocuklar, yalnızlık korkusu, alışkanlıklar da olunca herşey çok ama çok zorlaşıyordur. Ama; ben bu gidişe sadece içindeki sesi dinleyerek ve birkaç  dostunun manevi desteğiyle kendine yepyeni hayat kurmuş kadınları da çok gördüm. Bıçağın kemiğe dayandığı o anlardan birinde karar verdiklerini söylediler. O andan sonra da hiçbirşey, hiç kimse döndüremedi onları yollarından. Karı ve kocanın taraf olduğu iç savaşa son verebildiler.

Bu yaşamımızda hiç kimse hiçbir güç kaybedilen sağlığı, zamanı, gençliği  bize geri veremez. Zaman zamanda olsa kendimizle başbaşa kalarak bunu hatırlamakta yarar var diye düşünüyorum. Sevgiyle kalın.

     ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



26 Mart 2011 Cumartesi

BİLGİSAYAR OYUNLARIIIIIIII



   Hemen hemen her akşam, iş dönüşü yaşadığımız bir rutin var. Oğlum Oğuz'la ortalama yarım saat kadar bilgisayar oyunu oynamak. Babasına ''hoşgeldin'' demesiyle sürecin başladığını  küçücük kafası o kadar kanıksamış ki; gün içinde her '' Hoşgeldin '' dediğinde bilgisayar oynamaya  başlayacağımızı zannediyor. Geçen sabah babasını '' Hoşgeldin baba '' diyerek uyandırdı, elinde bilgisayarla...

  Neyse; bu oyunların çocuklara ne gibi faydaları olduğunu tam olarak bilmiyorum. Ama ben kendi zekamdan şüphe eder duruma geldim. Bu zeka ve beceri kategorilerindeki oyunları kaç yaşındaki çocuklar oynuyorlar allah aşkına? Bazı oyuncaklardan söz etmiyorum bile. Geçen Vilo (anneannesi) bir robot hediye etti. Oyuncağın kutusunun üzerinde  5 yaş için yazıyordu, biri 35 ve biri 40 yaşında iki kişi oturduk başına; çözebilene aşkolsun. En sonunda çekildim bi köşeye hakkından geldim ama tekrar bozup yapmaya cesaretimiz yok.

   Bilgisayar oyunlarına gelince; kaç kere hırs yapıp çocuklar uyuduktan sonra devam edeyim dedim. Sonunda pes ettim. Bir kere insan ne kadar zaman geçirebilir ki bu deli makinesinin başında? Çocukcağız da anlamış olacak ki halimi; debelenmeye başladığım an '' Boşver anne başka oyun deneyelim '' diyor. En nihayetinde becerebildiğimiz bir kaç oyun belirledik, onları oynuyoruz. Onlar da yabana atılacak oyunlar değil, yanlış anlamayın...

   Anlaşılacağı üzere Oğuz boyama, puzle gibi oyunları sevmiyor, maalesef. Beni oturtuyor bilgisayarın başına alengirli ne varsa onları seçtirip mücadelemi izliyor. Hah bak almış eline yine  bilgisayarı geliyor... Hadi bana kolay gelsin!!!

                                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Mart 2011 Cuma

BİLGİSAR OYUNLARI


  Hemen hemen her akşam, iş dönüşü yaşadığımız bir rutin var. Oğlum Oğuz'la ortalama yarım saat kadar bilgisayar oyunu oynamak. Babasına ''hoşgeldin'' demesiyle sürecin başladığını  küçücük kafası o kadar kanıksamış ki; gün içinde her hoşgeldin dediğinde mutlu anın  başlayacağını zannediyor. Geçen sabah babasını ''hoşgeldin baba'' diyerek uyandırdı, elinde bilgisayarla...

      Neyse; bu oyunların çocuklara ne gibi faydaları olduğunu tam olarak bilmiyorum. Ama ben kendi zekamdan şüphe eder duruma geldim. Bu zeka ve beceri kategorilerindeki oyunları kaç yaşındaki çocuklar oynuyorlar allah aşkına? Bazı oyuncaklardan söz etmiyorum bile. Geçen Vilo (anneannesi) bir robot hediye etti. Oyuncak kılavuzunda  5 yaş için yazıyordu, biri 35 ve biri 40 yaşında iki kişi oturduk başına; çözebilene aşkolsun. En sonunda çekildim bi köşeye hakkından geldim ama tekrar bozup yapmaya cesaretimiz yok.

      Bilgisayar oyunlarına gelince; kaç kere hırs yapıp çocuklar uyuduktan sonra devam edeyim dedim. Sonunda pes ettim. Bir kere insan ne kadar zaman geçirebilir ki bu deli makinesinin başında? Çocukcağız da anlamış olacak ki halimi; debelenmeye başladığım an ''boşver anne başka oyun deneyelim'' diyor. En nihayetinde becerebildiğimiz bir kaç oyun belirledik onları oynuyoruz. Onlar da yabana atılacak oyunlar değil, yanlış anlamayın...

       Anlaşılacağı üzere Oğuz boyama, puzle gibi oyunları sevmiyor, maalesef. Beni oturtuyor bilgisayarın başına alengirli ne varsa onları seçtirip mücadelemi izliyor. Hah bak almış eline yine  bilgisayarı, geliyor... Hadi bana kolay gelsin!!!

18 Mart 2011 Cuma

>BAHAR GELDİ

>   Bahar geldi... Düşecek cemre kalmadı bildiğim kadarıyla. Havanın verdiği coşkuyla, eve dönerken balık aldım. Eve girer girmez; Oğuz'u da hazırlayıp hemen bahçeye çıktım. İlk olarak; geçen kış ektiğim lale ve sümbülleri selamlayıp hatırlarını sorduk. Saksılarını özenle, mutfaktan görebileceğimiz şekilde yerleştirdik. Kış boyunca sera görevi gören yaz mutfağındaki çiçekliği de dışarıya çıkarttık. Tomurcuklanan, dallanıp budaklanan yapraklar heyecan verdi bana. Gün içinde Belgin'nin mutfak masasında bu yılda tekrar açan laleyi severken hissettiğimiz gibi... Umut için işaretleri izlemeye devam.

             Bu tablodaki bahçe keyfine, zeytin ağacının dibine kakasını yaparak çıkartan köpeğimiz Bolt'la, vileda işini abartıp kovasını da kenara attıktan sonra havuz suyunu kullanarak ahşap tüm yüzeyleri (sandalyeler dahil) silmeye çalışan Oğuz'la çığlık kıyamet mücadele eden Diloş'u  eklemek zorundayım. Erdo'yla Elif'te gelince şenlik tam oldu. Bu arada dip not; Elif hanımın keyfi yerindeydi. O kadar ki sofrayı bile kurdu; bardaklar gene yoktu ama olsun.

             Yemekten önce Bolt kulübesine dönmüştü. Oğuz'un ise çoraplarına kadar ıslanmış olan tüm üstü başı değiştirilmişti. Sofradaki tatlı keyfe eşlik eden yorgunlukta vardı, anlayacağınız. Ama yemek sonrası biralara eşlik eden  puro ve sigaranın dumanıyla uçup gidiverdi, yorgunluk.

             Her ne kadar bahçede kızartılmış olursa olsun üzerimize sinen koku sebebiyle herkesler duşa uygulamasından sonra gün çay keyfiyle biter diye bekliyordum. Taaki uyku öncesi Oğuz'dan ''ben kiminle yatacağım?'', ''Elif beni odasına almıyor'' nidaları yükselene kadar. Mızmızlığının son noktası, bende başlayan, engel olamadığım gülme kriziydi. Öyle laflar ediyor ki velet, elimi kolumu bağlıyor. Krizi bitirip kesin suskunluğa dönüştüren  şey ise tam uykuya dalacağı sırada birden ayılarak ''ama daha corn flakes yiyecektim'' demesi oldu. Bu günleri özleyeceğiz, düşünebiliyormusunuz?

                                                                                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BAHAR GELDİ

   Bahar geldi... Düşecek cemre kalmadı bildiğim kadarıyla. Havanın verdiği coşkuyla, eve dönerken balık aldım. Eve girer girmez; Oğuz'u da hazırlayıp hemen bahçeye çıktım. İlk olarak; geçen kış ektiğim lale ve sümbülleri selamlayıp hatırlarını sorduk. Saksılarını özenle, mutfaktan görebileceğimiz şekilde yerleştirdik. Kış boyunca sera görevi gören yaz mutfağındaki çiçekliği de dışarıya çıkarttık. Tomurcuklanan, dallanıp budaklanan yapraklar heyecan verdi bana. Gün içinde Belgin'nin mutfak masasında bu yılda tekrar açan laleyi severken hissettiğimiz gibi... Umut için işaretleri izlemeye devam.

             Bu tablodaki bahçe keyfine, zeytin ağacının dibine kakasını yaparak çıkartan köpeğimiz Bolt'la, vileda işini abartıp kovasını da kenara attıktan sonra havuz suyunu kullanarak ahşap tüm yüzeyleri (sandalyeler dahil) silmeye çalışan Oğuz'la çığlık kıyamet mücadele eden Diloş'u  eklemek zorundayım. Erdo'yla Elif'te gelince şenlik tam oldu. Bu arada dip not; Elif hanımın keyfi yerindeydi. O kadar ki sofrayı bile kurdu; bardaklar gene yoktu ama olsun.

             Yemekten önce Bolt kulübesine dönmüştü. Oğuz'un ise çoraplarına kadar ıslanmış olan tüm üstü başı değiştirilmişti. Sofradaki tatlı keyfe eşlik eden yorgunlukta vardı, anlayacağınız. Ama yemek sonrası biralara eşlik eden  puro ve sigaranın dumanıyla uçup gidiverdi, yorgunluk.

             Her ne kadar bahçede kızartılmış olursa olsun üzerimize sinen koku sebebiyle herkesler duşa uygulamasından sonra gün çay keyfiyle biter diye bekliyordum. Taaki uyku öncesi Oğuz'dan ''ben kiminle yatacağım?'', ''Elif beni odasına almıyor'' nidaları yükselene kadar. Mızmızlığının son noktası, bende başlayan, engel olamadığım gülme kriziydi. Öyle laflar ediyor ki velet, elimi kolumu bağlıyor. Krizi bitirip kesin suskunluğa dönüştüren  şey ise tam uykuya dalacağı sırada birden ayılarak ''ama daha corn flakes yiyecektim'' demesi oldu. Bu günleri özleyeceğiz, düşünebiliyormusunuz?

17 Mart 2011 Perşembe

GÜNLERDEN PAZARDI

 

  Gözlerimi açtığımda, güneş yeni güne uyanıyordu. Ev buz gibiydi. İlk, dün sandalyenin üzerine atıverdiğim paltom çarptı gözüme. Fitilli kadife pantalonumun üzerine bir kazak giydim. Yüzümü bile yıkamadan, sandalyenin üzerinden paltomu alıp çıktım evden. Sahildeki çay bahçesine doğru yürürken kaldırımdaki simitçiden bir simit aldım. Çay bahçesinde sabah mahmurluğunu üzerinden atamamış çaycı ve bir garson vardı, yalnızca. Boş masalardan bir sandalye çektim. Sandalyenin üzerindeki çiğin oluşturduğu ıslaklığı boşverip oturuverdim öylece. Ocaktaki çayın kokusunu alabiliyordum. Hiç konuşmadan bir çay işaret ettim elimle. Bir lokma simit koparttım. Boğazıma takılan simidin imdadına, daha demini tam almamış çay yetişti. Sonra elimi paltomun cebine atıp sigara paketini çıkarttım. İlk nefesini derince çektim içime.

   Uyandığımdan beri annemi düşünüyordum. Ellerindeki yaraları hiç kapanmayan annemi. Çok az konuşurdu annem. Hep koşturmacası vardı. Sabahları herkezden önce uyanır, sobayı yakıp üzerine çayı koyduktan sonra paltosu ve eşarbını kapar düşerdi yollara. Evlere temizliğe giderdi. Hiç yüksünmeden yıllarca temizleyip durdu başkalarının evlerini. Akşamları pazarın önünden geçerken almış olduğu, iki parça sebze ve bakkaldan aldığı ekmekle dönerdi. Evdeki mesaisi başlardı. Pişirir, kurar, toplar, yıkardı. Az konuşurdu annem...Merak ederdim yastığa başını koyduğunda aklından geçenleri...

   Birgün güleryüz, şefkat görmediği kocası öldüğünde hiç ağlamamıştı, annem. Bir damla gözyaşı dökmemişti, ardından. Bilirdim ama, ağlardı annem; ateşlendiğim geceler başımda çok görmüştüm ağladığını. Biriktirdiği tüm gözyaşları akardı gözlerinden; bana birşey olduğu vakit. Ama ben çok ağladım annem öldüğünde, o suskunluğuyla. Ellerindeki yaraları kapanmadan, gün yüzü göremeden, yaşayamadan ölmüştü annem. Biriktirdiğim tüm gözyaşlarım akıp gittiler.

Ne için gelmişti annem bu dünyaya? Sadece nefes alabildiği bu dünyaya tek geliş sebebi ben miydim?

   Okudum, birşekilde kurtardım kendimi. Devlet memuru olarak çalışıyorum. Nefes alıyorum ama yaşıyor muyum? Benim sebebim ne bilmiyorum. Ama gözyaşları biriktiriyorum içimde. Kim için onuda bilmiyorum.
Birden irkiliverdim. Ayağımın dibinde miyavlayan kedinin sesiyle. Kalan simit parçasınıda ona verdim. Bir bardak çay daha işaret ettim garsona. Gözlerimi kamaştırıyordu yaprakların arasından artık kendini iyice gösteren güneş. Çayımı yudumlarken bir sigara daha yaktım...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

GÜNLERDEN PAZARDI



Gözlerimi açtığımda, güneş yeni güne uyanıyordu. Ev buz gibiydi. İlk, dün sandalyenin üzerine atıverdiğim paltom çarptı gözüme. Fitilli kadife pantalonumun üzerine bir kazak giydim. Yüzümü bile yıkamadan, sandalyenin üzerinden paltomu alıp çıktım evden. Sahildeki çay bahçesine doğru yürürken kaldırımdaki simitçiden bir simit aldım. Çay bahçesinde sabah mahmurluğunu üzerinden atamamış çaycı ve bir garson vardı, yalnızca. Boş masalardan bir sandalye çektim. Sandalyenin üzerindeki çiğin oluşturduğu ıslaklığı boşverip oturuverdim öylece. Ocaktaki çayın kokusunu alabiliyordum. Hiç konuşmadan bir çay işaret ettim elimle. Bir lokma simit koparttım. Boğazıma takılan simidin imdadına, daha demini tam almamış çay yetişti. Sonra elimi paltomun cebine atıp sigara paketini çıkarttım. İlk nefesini derince çektim içime.

        Uyandığımdan beri annemi düşünüyordum. Ellerindeki yaraları hiç kapanmayan annemi. Çok az konuşurdu annem. Hep koşturmacası vardı. Sabahları herkezden önce uyanır, sobayı yakıp üzerine çayı koyduktan sonra paltosu ve eşarbını kapar düşerdi yollara. Evlere temizliğe giderdi. Hiç yüksünmeden yıllarca temizleyip durdu başkalarının evlerini. Akşamları pazarın önünden geçerken almış olduğu iki parça sebze ve bakkaldan aldığı ekmekle dönerdi. Evdeki mesaisi başlardı. Pişirir, kurar, toplar, yıkardı. Az konuşurdu annem...Merak ederdim yastığa başını koyduğunda aklından geçenleri...

        Birgün güleryüz, şefkat görmediği kocası öldüğünde hiç ağlamamıştı, annem. Bir damla gözyaşı dökmemişti, ardından.Bilirdim ama, ağlardı annem; ateşlendiğim geceler başımda çok görmüştüm ağladığını. Biriktirdiği tüm gözyaşları akardı gözlerinden; bana birşey olduğu vakit. Ama ben çok ağladım annem öldüğünde, o suskunluğuyla. Ellerindeki yaraları kapanmadan, gün yüzü göremeden, yaşayamadan ölmüştü annem. Biriktirdiğim tüm gözyaşlarım akıp gittiler.

        Ne için gelmişti annem bu dünyaya? Sadece nefes alabildiği bu dünyaya tek geliş sebebi ben miydim?

       Okudum, birşekilde kurtardım kendimi. Devlet memuru olarak çalışıyorum. Nefes alıyorum ama yaşıyor muyum? Benim sebebim ne bilmiyorum. Ama gözyaşları biriktiriyorum içimde. Kim için onuda bilmiyorum.
         Birden irkiliverdim. Ayağımın dibinde miyavlayan kedinin sesiyle. Kalan simit parçasınıda ona verdim. Bir bardak çay daha işaret ettim garsona. Gözlerimi kamaştırıyordu yaprakların arasından artık kendini iyice gösteren güneş. Çayımı yudumlarken bir sigara daha yaktım...

13 Mart 2011 Pazar

SENİ ÇOK SEVİYORUM ANNEM





Yağmur yağıyor. Mutfak camındayım. Nasıl üşüdüğümü



bilemezsin. Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne.

Söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama…

şimdi telefon açsam sana, sesini duymak da yetmiyor ki.

Hep aynı cümleler; “Babamlar nasıl, ilacını aldın mı?”

Nedenini bilmediğim bir ağlamak var içimde.

Bir yerlere sığdıramıyorum yüreğimi. Bazen mutfakta

dalıp giderdin yemek yaparken, tahta kaşıkla

tencerenin başında öylece ne düşünürdün acaba?

özlemek çok fena anne. Anlamak seni; daha da fena…

Omuzlarım ağrıyarak uyanıyorum sabahları.

Benim kızımın omuzlarımı ovmasına daha çok var.

Gittikçe sana mı benziyorum ben, ya da

“Annenin kaderi kıza” dedikleri doğru mu?

“Baban eskitir her şeyi kızım” demiştin bir kez,

anlamamışım meğer, eskiyormuş anneciğim.

Omzunu ovacak kalmıyormuş meğer aynı evin içinde.

şimdi duysan bunları ne üzülürsün; mutsuz mu kızım diye,

çoktan kendinden vazgeçmiş bir sesle. Mutsuz değilim de anne,

yağmura ve mutfağımdaki kedere çare bulamıyorum.

Evimi topluyor, toz alıyor, patlıcan kızartıyor,

televizyon seyrediyor, akşam çalan kapıyı açıyorum,

açtığımı gören olmuyor.

Pişirdiğim yeniyor da, güzel olmuş denmiyor.

çay demleniyor, demleniyor, demleniyor…

Kederim mutfağımın her yerine yerleşiyor.

Ah nasıl eskiyor her şey anne, nasıl eskiyor.

Eskilerimi de atmaya kıyamıyorum. Seni çok özlüyorum.

Bana yasakladığın bahçeler, sana da mı uzaktı hep?

Gidemeyişine ağladın mı sende? Ne zaman eskiyor sevgiler?

ödenen bedellerin acısı geçince mi? işte böyle,

kalbimde bir acı. şarkılar seni söyler.

iclal AYDIN

Hakkında yazacak şey o kadar çok ki...Ama kalemimin ucuna dizemedim, anneciğim. Benimde; ocak başında elimde tahta kaşık seni düşündüğüm çok olmuştur. Ağzımda da seninki gibi yandan çarklı tüttürdüğüm sigaram. Bizim çiçeklerimizin hiç solmaması, duygularımızın eskimemesi dileğiyle... Doğum günün kutlu olsun Vilocuğum!

                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

SENİ ÇOK SEVİYORUM ANNEM



Yağmur yağıyor. Mutfak camındayım. Nasıl üşüdüğümü
bilemezsin. Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne.
Söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama…
şimdi telefon açsam sana, sesini duymak da yetmiyor ki.
Hep aynı cümleler; “Babamlar nasıl, ilacını aldın mı?”
Nedenini bilmediğim bir ağlamak var içimde.
Bir yerlere sığdıramıyorum yüreğimi. Bazen mutfakta
dalıp giderdin yemek yaparken, tahta kaşıkla
tencerenin başında öylece ne düşünürdün acaba?
özlemek çok fena anne. Anlamak seni; daha da fena…
Omuzlarım ağrıyarak uyanıyorum sabahları.
Benim kızımın omuzlarımı ovmasına daha çok var.
Gittikçe sana mı benziyorum ben, ya da
“Annenin kaderi kıza” dedikleri doğru mu?
“Baban eskitir her şeyi kızım” demiştin bir kez,
anlamamışım meğer, eskiyormuş anneciğim.
Omzunu ovacak kalmıyormuş meğer aynı evin içinde.
şimdi duysan bunları ne üzülürsün; mutsuz mu kızım diye,
çoktan kendinden vazgeçmiş bir sesle. Mutsuz değilim de anne,
yağmura ve mutfağımdaki kedere çare bulamıyorum.
Evimi topluyor, toz alıyor, patlıcan kızartıyor,
televizyon seyrediyor, akşam çalan kapıyı açıyorum,
açtığımı gören olmuyor.
Pişirdiğim yeniyor da, güzel olmuş denmiyor.
çay demleniyor, demleniyor, demleniyor…
Kederim mutfağımın her yerine yerleşiyor.
Ah nasıl eskiyor her şey anne, nasıl eskiyor.
Eskilerimi de atmaya kıyamıyorum. Seni çok özlüyorum.
Bana yasakladığın bahçeler, sana da mı uzaktı hep?
Gidemeyişine ağladın mı sende? Ne zaman eskiyor sevgiler?
ödenen bedellerin acısı geçince mi? işte böyle,
kalbimde bir acı. şarkılar seni söyler.                                                                                        iclal AYDIN 


Hakkında yazacak şey o kadar çok ki...Ama kalemimin ucuna dizemedim, anneciğim. Benimde; ocak başında elimde tahta kaşık seni düşündüğüm çok olmuştur. Ağzımda da seninki gibi yandan çarklı tüttürdüğüm sigaram. Bizim çiçeklerimizin hiç solmaması, duygularımızın eskimemesi dileğiyle... Doğum günün kutlu olsun Vilocuğum!

12 Mart 2011 Cumartesi

>TEŞEKKÜR YAZISIDIR

>

Bir wep sayfası (http://www.burcinindenemeleri.com/), üç adet mail, bir telefon görüşmesi... Burçin Hanım'la ilişkimizin özeti. Sonucunda ortaya çıkan mükemmel işçiliği, eşsiz lezzeti, ayrıntılı sunumu saymıyorum bile. Bu kadar taze, lezzetli ve şık bir pasta nadir görmüş ve de yemiştim.Görmüştüm diyorum çünkü; pasta masanın üzerinde bir süre durdu ve izledik; karşımızda bir akvaryum varmışcasına.
Beni asıl etkileyen şeye gelince... Burçin hanım; yüzümü görmeden, kapora talep etmeden, hakkımda hiçbir referans almadan sadece sözüme güvenerek bize bu pastayı hazırladı. Oğlumun doğumgününde bana verilen çok güzel bir armağandı bu. Hala güvenin hüküm sürdüğü ilişkilerin olduğunu hatırlattı. Burada sizin nezdinizde bir kez daha teşekkür ediyorum.

Yolunuz her daim açık olsun Bürçin Hanım.
                                    


TEŞEKKÜR YAZISIDIR


Bir wep sayfası (http://www.burcinindenemeleri.com/), üç adet mail, bir telefon görüşmesi... Burçin Hanım'la ilişkimizin özeti. Sonucunda ortaya çıkan mükemmel işçiliği, eşsiz lezzeti, ayrıntılı sunumu saymıyorum bile. Bu kadar taze, lezzetli ve şık bir pasta nadir görmüş ve de yemiştim.Görmüştüm diyorum çünkü; pasta masanın üzerinde bir süre durdu ve izledik; karşımızda bir akvaryum varmışcasına.
Beni asıl etkileyen şeye gelince... Burçin hanım; yüzümü görmeden, kapora talep etmeden, hakkımda hiçbir referans almadan sadece sözüme güvenerek bize bu pastayı hazırladı. Oğlumun doğumgününde bana verilen çok güzel bir armağandı bu. Hala güvenin hüküm sürdüğü ilişkilerin olduğunu hatırlattı. Burada sizin nezdinizde bir kez daha teşekkür ediyorum.

Yolunuz her daim açık olsun Bürçin Hanım.
                                    


ANKARA


Nedir bu son dönemlerde yaşanan Ankara çıkarması? Diziler Ankaralı, yazarlar Ankaralı, türküler Ankaralı, sohbetler Ankaralı. Söylenilene göre havası-suyu, taşı-toprağı, memuru-zengini, tostu-hamburgeri, herşeyi bir farklıymış...
Yanlış anlamayın cümle alemlere nispet yaparmışcasına falan değil. Ne kadar olduklarının, ne kadar aynı hissettiklerinin, ne kadar Ankaralı olduklarının farkına varmışcasına...

Her şehir ayrı kokar, değil mi? Ben deniz kokan kasabaları sevdim hep. Dalgakıranları, deniz fenerleri, fırtınayla coşup köpüren denizleri olanlarını... Yosun kokuları vardır; soluduğunuzda sizi hatıralarınıza götüren... Yalnız kalıp kaçılacak  gizli köşeleri hep vardır: bilirsiniz.



Rakının eşlik ettiği balık sofraları denizi görünce daha da bi efkarlı gelirler. Dalıp gidersiniz o derinlere, martıları izlersiniz, suya hapsetmek istercesine ağlarsınız, gülersiniz deniz kenarlarında... Herkesin gençlik hatıralarında vardır bu kasabalar. Kumsalda çalınan gitarlar, söylenen şarkılar, öpülen sevgililer...

Dedim ya; her şehir ayrı kokar, ayrı sevdirir kendisini. Geçenlerde gördüm, karla kaplanmış  Kuğulu Parkı'nı Ankara'nın. Şehri Ankara olanların içinde, anılarını biriktirdikleri parklarını. Gövdelerine nice isimlerin kazındığı ağaçların gizemli duruşlarını. Hayalimde canlanıverdi bütün park. Fısıltıyla anlatmaya başladı her bir ağaç; şahit olduğu kavuşmaları, ayrılıkları. Hepsinde ortak birşey vardı; Ankara...

Not: Fotograflar Alp Burçin Ateşnal'a aittir.

11 Mart 2011 Cuma

ANKARA



Nedir bu son dönemlerde yaşanan Ankara çıkarması? Diziler Ankaralı, yazarlar Ankaralı, türküler Ankaralı, sohbetler Ankaralı. Söylenilene göre havası-suyu, taşı-toprağı, memuru-zengini, tostu-hamburgeri, herşeyi bir farklıymış...

Yanlış anlamayın cümle alemlere nispet yaparmışcasına falan değil. Ne kadar olduklarının, ne kadar aynı hissettiklerinin, ne kadar Ankaralı olduklarının farkına varmışcasına...

Her şehir ayrı kokar, değil mi? Ben deniz kokan kasabaları sevdim hep. Dalgakıranları, deniz fenerleri, fırtınayla coşup köpüren denizleri olanlarını... Yosun kokuları vardır; soluduğunuzda sizi hatıralarınıza götüren... Yalnız kalıp kaçılacak  gizli köşeleri hep vardır: bilirsiniz.

Rakının eşlik ettiği balık sofraları denizi görünce daha da bi efkarlı gelirler. Dalıp gidersiniz o derinlere, martıları izlersiniz, suya hapsetmek istercesine ağlarsınız, gülersiniz deniz kenarlarında... Herkesin gençlik hatıralarında vardır bu kasabalar. Kumsalda çalınan gitarlar, söylenen şarkılar, öpülen sevgililer...

Dedim ya; her şehir ayrı kokar, ayrı sevdirir kendisini. Geçenlerde gördüm, karla kaplanmış  Kuğulu Parkı'nı Ankara'nın. Şehri Ankara olanların içinde, anılarını biriktirdikleri parklarını. Gövdelerine nice isimlerin kazındığı ağaçların gizemli duruşlarını. Hayalimde canlanıverdi bütün park. Fısıltıyla anlatmaya başladı her bir ağaç; şahit olduğu kavuşmaları, ayrılıkları. Hepsinde ortak birşey vardı; Ankara...

         ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

>BİR GÜN ANLARSIN

>Uykuların kaçar geceleri
Bir türlü sabah olmayı bilmez
Dikilir
gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
Onun unutamadığın hayali
Sigaradan derin bir nefes çekmişcesine
dolar içine
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın aslında her şeyin boş olduğunu
Şerefin, faziletin, iyiliğin,
güzelliğin
Gün gelir de sesini bir kerecik duymak için
Vurursun başını soğuk taş duvarlara
Büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
Duyarsın
Ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
Niçin yaratıldığını
Bu iğrenç
dünyaya neden geldiğini
Uzun uzun seyredersin de aynalarda
güzelliğini
Boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
Dolar
gözlerin için burkulur
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın
tadını sevilen dudakların
Sevilen
gözlerin erişilmezliğini
O hiç beklenmeyen saat geldi mi
Düşer saçların önüne ama bembeyaz
Uzanır gökyüzüne ellerin
Ama çaresiz
Ama yorgun
Ama bitkin
Bir
zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
Sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın hayal kurmayı
Beklemeyi
Ümit etmeyi
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o
korkugeceyi
Lanet edersin yaşadığına
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
O
zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden


Seni sevdiğimi işte o gün anlarsın

Ümit Yaşar Oğuzcan

BİR GÜN ANLARSIN

Uykuların kaçar geceleri
Bir türlü sabah olmayı bilmez
Dikilir
gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
Onun unutamadığın hayali
Sigaradan derin bir nefes çekmişcesine
dolar içine
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın aslında her şeyin boş olduğunu
Şerefin, faziletin, iyiliğin,
güzelliğin
Gün gelir de sesini bir kerecik duymak için
Vurursun başını soğuk taş duvarlara
Büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
Duyarsın
Ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
Niçin yaratıldığını
Bu iğrenç
dünyaya neden geldiğini
Uzun uzun seyredersin de aynalarda
güzelliğini
Boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
Dolar
gözlerin için burkulur
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın
tadını sevilen dudakların
Sevilen
gözlerin erişilmezliğini
O hiç beklenmeyen saat geldi mi
Düşer saçların önüne ama bembeyaz
Uzanır gökyüzüne ellerin
Ama çaresiz
Ama yorgun
Ama bitkin
Bir
zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
Sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın
Bir gün anlarsın hayal kurmayı
Beklemeyi
Ümit etmeyi
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o
korkugeceyi
Lanet edersin yaşadığına
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
O
zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden

Seni sevdiğimi işte o gün anlarsın

Ümit Yaşar Oğuzcan

10 Mart 2011 Perşembe

TESLİMİYET


İnanmak; yaratıcı bir güç olduğuna inanmak. Karşılıksız seven, koruyup kollayan, sonsuz bir güç olduğuna inanmak.Cennet cehennemin aslında bu dünyada olduğuna inanmak. İlahi adaletin olduğuna inanmak.

Bütün bunları kabul edip inanıyor olmak; güvende olduğumuzu hissettiriyor. Haksızlıklara katlanma gücü veriyor. Hırslarımızdan arınmamıza yardımcı oluyor.

Uzun zaman önceydi; düşüncelerim bir kıskaç içinde kalmış, canımı acıtıyordu. Uyku uyuyamaz duruma gelmiştim adeta. Bana takınmış olduğu tavır, söyledikleri korkutmuştu, beni.Gözlerinizi kapatsanız ağzından alevler çıkıyor zannederdiniz.İçinde neye kime olduğunu tam anlayamadığı,bastıramadığı öfke vardı. Ama o beni yargılamayı seçmişti. Bense karşısında lal olmuştum. Öylece dinledim; ağlayarak ayrılmadan önce tek birşey söyledim. ''Bu sözleri hak edecek hiç birşey yapmadım.''

Suskunluğum günlerce sürdü. Beynimde, yüreğimde fırtınalar koptu. Sürekli mücadele ettim düşüncelerimle. Öyle bir öfke vardı ki içimde, içime sığamayan.Öte yandan bu düşünceleri kendine yakıştıramayan, direnen iç sesim.

Gene o uçurumun kenarındaydım.Ve biliyordum ki; uzun zaman uçuruma bakarsan, o benim içime bakmaya başlayacaktı.

Bir feribot geldi, yetişti yardımıma. Aldı götürdü beni uzaklara. Sustum; buz gibi geceler uyuyup, buz gibi sabahlarına uyandım. Rüzgarı dinleyip ateşi seyrettim. Sonunda teslim oldum. Ben halledemiyorum sen hallet dedim. Mavi bir kelebek kanat çırpıverdi uzak bir yerde...

Ve döndüm. Huzur bulduğum seslerin, bakışların olduğu evime. O günle ilgili herşeyi attım bir köşeye. Bir daha da hiç konuşmadım, o günle ilgili. Çünkü; kendimi sorgulamış, beraat etmiştim. Kendimle olan hesabım kapanmıştı. Onun hesabı da kendisiyleydi.

Çok geçmedi bir hafta sonra benim kapımdaydı, eşiyle. Eşi ağlıyordu. Hırsından deliye dönmüştü. ''Benimle nasıl öyle konuşabildi? Ona bunca desteğimden sonra hakettiğim bumuydu? Yazıklar olsun!'' diye naralar atıyordu. Bunlar o günden sonra benim kafamda çalkalanan ve dile getirmeyi bırakın, düşünmeyi yakıştıramadığım sözlerdi. Ve o bütün onları unutmuş başkası için söylüyordu bunları.Demek kendiside haketmediğine inandığı sözler duymuştu.

Ben adalete güvenerek teslim olmuştum, özgürdüm.Ya o? Mahkumiyeti ne kadar sürecekti? Cevabı yalnızca kendi içindeydi. Bütün cevapların olduğu yerde. Umuyorum içine doğru bakmayı öğrenebilmiştir.

TESLİMİYET



İnanmak; yaratıcı bir güç olduğuna inanmak. Karşılıksız seven, koruyup kollayan, sonsuz bir güç olduğuna inanmak.Cennet cehennemin aslında bu dünyada olduğuna inanmak. İlahi adaletin olduğuna inanmak.

Bütün bunları kabul edip inanıyor olmak; güvende olduğumuzu hissettiriyor. Haksızlıklara katlanma gücü veriyor. Hırslarımızdan arınmamıza yardımcı oluyor.

Uzun zaman önceydi; düşüncelerim bir kıskaç içinde kalmış, canımı acıtıyordu. Uyku uyuyamaz duruma gelmiştim adeta. Bana takınmış olduğu tavır, söyledikleri korkutmuştu, beni.Gözlerinizi kapatsanız ağzından alevler çıkıyor zannederdiniz.İçinde neye kime olduğunu tam anlayamadığı,bastıramadığı öfke vardı. Ama o beni yargılamayı seçmişti. Bense karşısında lal olmuştum. Öylece dinledim; ağlayarak ayrılmadan önce tek birşey söyledim. ''Bu sözleri hak edecek hiç birşey yapmadım.''

Suskunluğum günlerce sürdü. Beynimde, yüreğimde fırtınalar koptu. Sürekli mücadele ettim düşüncelerimle. Öyle bir öfke vardı ki içimde, içime sığamayan.Öte yandan bu düşünceleri kendine yakıştıramayan, direnen iç sesim.

Gene o uçurumun kenarındaydım.Ve biliyordum ki; uzun zaman uçuruma bakarsan, o benim içime bakmaya başlayacaktı.

Bir feribot geldi, yetişti yardımıma. Aldı götürdü beni uzaklara. Sustum; buz gibi geceler uyuyup, buz gibi sabahlarına uyandım. Rüzgarı dinleyip ateşi seyrettim. Sonunda teslim oldum. Ben halledemiyorum sen hallet dedim. Mavi bir kelebek kanat çırpıverdi uzak bir yerde..

Ve döndüm. Huzur bulduğum seslerin, bakışların olduğu evime. O günle ilgili herşeyi attım bir köşeye. Bir daha da hiç konuşmadım, o günle ilgili. Çünkü; kendimi sorgulamış, beraat etmiştim. Kendimle olan hesabım kapanmıştı. Onun hesabı da kendisiyleydi.

Çok geçmedi bir hafta sonra benim kapımdaydı, eşiyle. Eşi ağlıyordu. Hırsından deliye dönmüştü. ''Benimle nasıl öyle konuşabildi? Ona bunca desteğimden sonra hakettiğim bumuydu? Yazıklar olsun!'' diye naralar atıyordu. Bunlar o günden sonra benim kafamda çalkalanan ve dile getirmeyi bırakın, düşünmeyi yakıştıramadığım sözlerdi. Ve o bütün onları unutmuş başkası için söylüyordu bunları.Demek kendiside haketmediğine inandığı sözler duymuştu.

Ben adalete güvenerek teslim olmuştum, özgürdüm.Ya o? Mahkumiyeti ne kadar sürecekti? Cevabı yalnızca kendi içindeydi. Bütün cevapların olduğu yerde. Umuyorum içine doğru bakmayı öğrenebilmiştir.

                   ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

NE KADAR PARA SENİ MUTLU EDER?


Para gerçekten mutluluk getirseydi; dünyanın en mutlu insanları tarihte, Hz.Musa'nın ümmetlerinden Karun ve  Frigya Kralı Midas olurmuş. Ama Karun; bulduğu ve sakladığı hazinelerinin anahtarlarıyla ölmüş. Kral Midas ise dokunduğu herşeyin altın olmasını dilemekle ne kadar büyük bir hata yapmış olduğunu; koklayacak gerçek bir çiçeğe bile hasret kalınca anlamış.
İhtiyaçların sonsuz olduğuna inanan insanları mutlu edecek bir para miktarı nedir? Böyle düşünen birinin bütün ihtiyaçları metalaşmış olmamışmıdır. Sahip olduğu daha doğrusu ona sahip olan dünyevi şeyler o kadar ağırlaşmıştır ki; onları koruyup devamlılığını sağlama hırsı gözlerini kör etmiştir.Beklentileri gözlerini ve yüreğini kör edecek kadar yükselmiştir.Manevi tüm değerler, yüreğinden silinmiştir. Vicdanını koyduğu çekmecenin anahtarını bir türlü bulamaz. Gönül gözü eğer bir gün açılırsada artık çok geçtir. Bu uğurda çevresinde, sevebileceği,dokunabileceği gerçek olan hiçbir şey kalmamış olacaktır.

Çevrenizde gördüğünüz en mutlu kişiler; kanaat etmiş, tutumlu yaşayanlar, değil mi? Manevi değerlere öncelik vermiş, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar parayla yetinenler. Bu insanlar daha fazlasını kazandıklarında da parayı bir araç olarak kullanabilmeyi başarırlar. Paylaştıkça mutlulukla değerinin artacağını bilirler. Onların gönülleri; aşkın her türlüsüyle, muhabbetle o kadar doludur ki.

Şimdi aranızda; farklı düşünceler sahip olanlarınız vardır muhakkak. Ama birçok konu gibi bu konuda tartışmaya açık, göreceli bir kavram. Aşağıda ki alıntılar; farklı düşüncelerinde bu yazı da olması için.

  • Para; mutluluk getirmez ama mutsuzluğu hafif atlatmamızı sağlar.
  • Para herşeyi yapar diyen biri, para için herşeyi göze alabilen biridir.(Benjamin Franklin)
  • Bir budala da para kazanabilir. Ama onu harcayabilmek için akıllı olmak lazım.(C.H. Spurgeon)
  • Para her kapıyı açar ama kilitleyemez.
  • Zenginliği olmayan adamı, adamlığı olmayan zengine tercih ederim.




9 Mart 2011 Çarşamba

ŞALIM OLMADAN ASLA DİYENLER







>

Çok uğraşırsam kendimi boğma noktasına geliyorum. Üstünkörü atsam oradan buradan sarkıyor. Onlar olmadanda çıkamıyorum. Yaşlanıyormuyum ne!!! Hemen üşüyüveriyor ensem. Neyse; videoyu görünce sizinde işinize yarayabileceğini düşündüm. Yalnız ben doğru bağlamakta bile bu kadar zorlanıyorken videoda beğendiklerimi kağıda çizmem gerekti. (sadece benim anlayabileceğim şekilde)

ŞALIM OLMADAN ASLA DİYENLER



Çok uğraşırsam kendimi boğma noktasına geliyorum. Üstünkörü atsam oradan buradan sarkıyor. Onlar olmadanda çıkamıyorum. Yaşlanıyormuyum ne!!! Hemen üşüyüveriyor ensem. Neyse; videoyu görünce sizinde işinize yarayabileceğini düşündüm. Yalnız ben doğru bağlamakta bile bu kadar zorlanıyorken videoda beğendiklerimi kağıda çizmem gerekti. (sadece benim anlayabileceğim şekilde)
>






Duydum ki kapıma gelmiş, tokmak olmadığı için kapıya vurmadan geri dönmüşsün.
Bilmez misin, kalp kapısının tokmağa ihtiyacı yoktur; o ancak içeriden açılır...

Mevlana






Duydum ki kapıma gelmiş, tokmak olmadığı için kapıya vurmadan geri dönmüşsün.
Bilmez misin, kalp kapısının tokmağa ihtiyacı yoktur; o ancak içeriden açılır...

Mevlana

ARADA KALDIM


Son yurtdışı seyahatimizde ilk defa 12 günü çok farklı bir kültürle yetişmiş biriyle geçirdik. Kerim; Filistin asıllı, hayatını Kolombiya, Miami ve Boston arasında geçiriyor ve yirmi yedi yaşında.

Tatili biz Türklerden beklenenin üzerinde bir sabırla; sipariş vermesini, hazırlanıp evden çıkmasını, cüzdanında ki biletlerini çıkartmasını beklemek,beklemek beklemekle geçirdik. Adam bir şapka alacak; fiyatından yıkama talimatlarına herşeyine bakıp inceliyor.Önce taksana şu lanet şapkayı kafana da yakıştımı yakışmadımı gör, değil mi. Ama yoook acelesi yok. Biz kapıda hazır nazır bekliyoruz. Bizimki saçları bitirmiş dudak koruyucusunu falan sürüyor.

Kasalarda kuyruk beklerken, servis yaparken, eşya falan taşırken daha bir dikkatli izlemeye başladım sokaktakileri. Önceleride çıldırtırdı beni ağır kanlılıkları ama bu defa farklıydı. Ve anladım ki farklıydılar. Kerim bu tutum içindeyken bizi beklettiğinin falan farkında değil. Çünkü; tek önemsediği kendisi...
Bizde nasıl? Aman bekletmeyeyim insanları! Hayır dersem ayıp olur! Ne derler? Ne düşünürler?. Bizler;  kendimizi sıranın en sonuna koyuyoruz. Önce; eş dost mutlu olsun, ben sonra bakarım birşeyler!!!

İşte ben bu işin içinden çıkamadım. Arada kaldım. Kerim gibi; tamamen ben merkezci yaşamakta  doğru gelmiyor. Bizde ki gibi çevre merkezci yaşamakta doğru gelmiyor. Bunun bir ölçüsünü bileniniz varmı?

(Bu seyahatin ikinci yazısı kaybolan valizlerle ilgili gelecek, yakında)

8 Mart 2011 Salı

NE KADAR PARA SENİ MUTLU EDER?



    Para gerçekten mutluluk getirseydi; dünyanın en mutlu insanları tarihte, Hz.Musa'nın ümmetlerinden Karun ve  Frigya Kralı Midas olurmuş. Ama Karun; bulduğu ve sakladığı hazinelerinin anahtarlarıyla ölmüş. Kral Midas ise dokunduğu herşeyin altın olmasını dilemekle ne kadar büyük  hata yapmış olduğunu; koklayacak gerçek bir çiçeğe bile hasret kalınca anlamış.

    İhtiyaçların sonsuz olduğuna inanan insanları, mutlu edecek  para miktarı nedir? Böyle düşünen birinin bütün ihtiyaçları metalaşmış olmamışmıdır. Sahip olduğu daha doğrusu ona sahip olan dünyevi şeyler o kadar ağırlaşmıştır ki; onları koruyup devamlılığını sağlama hırsı gözlerini kör etmiştir. Beklentileri gözlerini ve yüreğini kör edecek kadar yükselmiştir. Manevi tüm değerler, yüreğinden silinmiştir. Vicdanını koyduğu çekmecenin anahtarını bir türlü bulamaz. Gönül gözü, olurda günün birinde  bir gün açılırsa da artık çok geçtir. Bu uğurda çevresinde, sevebileceği, dokunabileceği gerçek olan hiçbir şey kalmamış olacaktır.

    Çevrenizde gördüğünüz en mutlu kişiler; kanaat etmiş, tutumlu yaşayanlar, değil mi? Manevi değerlere öncelik vermiş, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar parayla yetinenler. Bu insanlar daha fazlasını kazandıklarında da parayı bir araç olarak kullanabilmeyi başarırlar. Paylaştıkça mutlulukla değerinin artacağını bilirler. Onların gönülleri; aşkın her türlüsüyle, muhabbetle o kadar doludur ki.

   Şimdi aranızda; farklı düşünceler sahip olanlarınız vardır muhakkak. Ama birçok konu gibi bu konuda tartışmaya açık, göreceli bir kavram. Aşağıda ki alıntılar; farklı düşüncelerinde bu yazı da olması için.

  • Para; mutluluk getirmez ama mutsuzluğu hafif atlatmamızı sağlar.

  • Para herşeyi yapar diyen biri, para için herşeyi göze alabilen biridir.(Benjamin Franklin)

  • Bir budala da para kazanabilir. Ama onu harcayabilmek için akıllı olmak lazım.(C.H. Spurgeon)

  • Para her kapıyı açar ama kilitleyemez.

  • Zenginliği olmayan adamı, adamlığı olmayan zengine tercih ederim.


                                                                                       ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

>DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

>

Hunileri kafaya takıp sokağa çıkma günü geldiiiii. Dünya Kadınlar Günü! Diğer bütün günler Dünya erkekler günü,  Dünya çocuklar günü.Bize de kala kala bir gün kalıyor. Kutlu mutlu olsun.

Gözler başka kimseyi, hiçbirşeyi görmez oldu; aşk geldi hoşgeldi. Evlenelim mi? Evlenelim, halkalar takıldı, evlendik. Mutluluklar.
Bir aile olam zamanı geldi, çocuk yapalım mı? Hadi yapalım. Hoşgeldin bebek! Merhaba; uykusuz geceler, ezberlenen ilaç isimleri, toplamakla bitmeyen oyuncaklar...
Birkaç yıl sonra unutulur yaşananlar. (zaten unutulmasa ikinci,üçüncü çocuklar asla yapılmaz) Bir kardeş yapalım mı? Tabiiii çocuğu kardeşsiz bırakmak olmaz. Hoşgeldin, ikinci bebek! Tekrar merhaba; uykusuz geceler, artık hiç toplanamayan oyuncaklar, bir türlü boşalamayan kirli sepetleri...

Karı-koca olarak verilen kararların sonuçlarını yalnız yaşayan kadın. Arada bir yerlerde de herşey mükemmel, herkez mutlu olsun diye balatayı sıyırdın mı vay haline. Kayış kopar sende Dünya Kadınlar Günü kutlamalarına huniyle bütünleşmiş olarak katılırsın.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Hepimizin Dünya Kadınlar Günü kutlu mutlu olsun.

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

Hunileri kafaya takıp sokağa çıkma günü geldiiiii. Dünya Kadınlar Günü! Diğer bütün günler Dünya erkekler günü,  Dünya çocuklar günü.Bize de kala kala bir gün kalıyor. Kutlu mutlu olsun.

Gözler başka kimseyi, hiçbirşeyi görmez oldu; aşk geldi hoşgeldi. Evlenelim mi? Evlenelim, halkalar takıldı, evlendik. Mutluluklar.
Bir aile olam zamanı geldi, çocuk yapalım mı? Hadi yapalım. Hoşgeldin bebek! Merhaba; uykusuz geceler, ezberlenen ilaç isimleri, toplamakla bitmeyen oyuncaklar...
Birkaç yıl sonra unutulur yaşananlar. (zaten unutulmasa ikinci,üçüncü çocuklar asla yapılmaz) Bir kardeş yapalım mı? Tabiiii çocuğu kardeşsiz bırakmak olmaz. Hoşgeldin, ikinci bebek! Tekrar merhaba; uykusuz geceler, artık hiç toplanamayan oyuncaklar, bir türlü boşalamayan kirli sepetleri...

Karı-koca olarak verilen kararların sonuçlarını yalnız yaşayan kadın. Arada bir yerlerde de herşey mükemmel, herkez mutlu olsun diye balatayı sıyırdın mı vay haline. Kayış kopar sende Dünya Kadınlar Günü kutlamalarına huniyle bütünleşmiş olarak katılırsın.

Hepimizin Dünya Kadınlar Günü kutlu mutlu olsun.

7 Mart 2011 Pazartesi

ARADA KALDIM



 

Son yurtdışı seyahatimizde ilk defa 12 günü çok farklı bir kültürle yetişmiş biriyle geçirdik. Kerim; Filistin asıllı, hayatını Kolombiya, Miami ve Boston arasında geçiriyor ve yirmi yedi yaşında.

Tatili biz Türklerden beklenenin üzerinde bir sabırla; sipariş vermesini, hazırlanıp evden çıkmasını, cüzdanında ki biletlerini çıkartmasını beklemek,beklemek beklemekle geçirdik. Adam bir şapka alacak; fiyatından yıkama talimatlarına herşeyine bakıp inceliyor.Önce taksana şu lanet şapkayı kafana da yakıştımı yakışmadımı gör, değil mi. Ama yoook acelesi yok. Biz kapıda hazır nazır bekliyoruz. Bizimki saçları bitirmiş dudak koruyucusunu falan sürüyor.

Kasalarda kuyruk beklerken, servis yaparken, eşya falan taşırken daha bir dikkatli izlemeye başladım sokaktakileri. Önceleride çıldırtırdı beni ağır kanlılıkları ama bu defa farklıydı. Ve anladım ki farklıydılar. Kerim bu tutum içindeyken bizi beklettiğinin falan farkında değil. Çünkü; tek önemsediği kendisi...

Bizde nasıl? Aman bekletmeyeyim insanları! Hayır dersem ayıp olur! Ne derler? Ne düşünürler?. Bizler;  kendimizi sıranın en sonuna koyuyoruz. Önce; eş dost mutlu olsun, ben sonra bakarım birşeyler!!!

İşte ben bu işin içinden çıkamadım. Arada kaldım. Kerim gibi; tamamen ben merkezci yaşamakta  doğru gelmiyor. Bizde ki gibi çevre merkezci yaşamakta doğru gelmiyor. Bunun bir ölçüsünü bileniniz varmı?

(Bu seyahatin ikinci yazısı kaybolan valizlerle ilgili gelecek, yakında)

6 Mart 2011 Pazar

>TEK SES OLABİLMEK

>

Kim dur diyecek bu şiddete?

Hergün gazetelerde,televizyon haberlerinde izlediğimiz dayak ve ölüm haberlerini sadece izliyoruz. İnsan nasıl dayanabilir diye düşünmekten alamıyorum kendimi.Aileleri ve toplum tarafından görünmezmişcesine yaşıyor bu kadınlar.Kimi kez önce babaları,kocaları ardındanda çoğu kez çocukları tarafından şiddete maruz kalıyorlar.

Ama;bu dışa vurumu şiddet olan, iktidar mücadelesinde anlayamadığım bir şey daha var.Hadi diyorum sahip çıkanı,maddi,sosyal bir güvencesi olmayan kadınlar var.Peki büyük şehirlerde yaşayan,eğitimli,maddi özgürlüğünü eline almış kadınlar neden susuyorlar.


Bir insan bu kadar yalnız hissedebilirmi kendini.Bu şiddete maruz kalmış ama başkaldırmış kadınlar birleşip seslerini yeterince yükseltemiyorlarmı?Hani olur ya;yaşadığınız şey sadece sizin başınıza gelmiş zannedersiniz.Birgün öyle bir kapıdan girersiniz ki oradaki herkez aynı şeyleri yaşıyor ya da yaşamış.O yalnız olmadığını hissettiğinizde birden güç bulursunuz;ayağa kalkabilmek,başkaldırabilmek için...

Öte yandan bunları duyan,izleyen erkekleride anlamıyorum.Bu erkek milletinin hiçmi dayanışma içinde oldukları bir dernekleri falan yok.Yok abicim hepimiz böyle değiliz.Bizler iktidarsızlığımızı,işsizliğimizi,toplum içinde adam yerine konulmamazın acısını eve gidip karımızdan, çocuklarımızdan çıkartmıyoruz.Gelin bizlerde bir olup sesimizi yükseltelim.Bu heriflere hadlerini bildirelim demiyorlar.

Devlet yönetiminde kadından sorumlu makamları hiç saymıyorum bile.Çünkü; onlar bu yaşananları o kadar ciddiye almıyorlarki,kadın sığınma evlerinin sayıları ortada.Açılanların bir çoğuda kapatılıyor.Kadının yeri kocasının yanıdır diyerek hem de.Karakollara sığınıp şikayetçi olanların vay haline zaten onları gelip almaları için dayak atmış olan kocaları çağırılıyor merkeze.

Ben diyorum ki tek çözüm tek ses olabilmekte Yıllar önce İspanya'da bir hayat kadını dayak yedi.Ve dediki ''ben bir emekçiyim ve hiçbir sosyal güvencem yok''.Dedi!!! Dedi bütün gazete ve televizyonlar da duydular, duyurdular.

Olay ülke çapında  yayıldı.Kadınlar protesto için çocuklarını okullara yollamadılar.Sonunda hayat kadınlarına devlet tarafından sosyal hakları verildi.Düşünün bizde ikibinli yıllarda hala dekolte konuşuluyor,şiddete uğrayan kadınlar görmezden geliniyor,töre uğruna kardeşlere kıyılıyor,cumartesi anneleri yıllardır yollarda....

Politikacılarımız bizleri; siz-biz-ötekilerleştiriyorken gelin biz bir olduğumuzu gösterelim.Başı açık-kapalı,okumuş-okumamış(okutulmamış),zengin-fakir bir olalım.El ele biz olalım.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

TEK SES OLABİLMEK




Kim dur diyecek bu şiddete?
Hergün gazetelerde,televizyon haberlerinde izlediğimiz dayak ve ölüm haberlerini sadece izliyoruz. İnsan nasıl dayanabilir diye düşünmekten alamıyorum kendimi.Aileleri ve toplum tarafından görünmezmişcesine yaşıyor bu kadınlar.Kimi kez önce babaları,kocaları ardındanda çoğu kez çocukları tarafından şiddete maruz kalıyorlar.
Ama;bu dışa vurumu şiddet olan, iktidar mücadelesinde anlayamadığım bir şey daha var.Hadi diyorum sahip çıkanı,maddi,sosyal bir güvencesi olmayan kadınlar var.Peki büyük şehirlerde yaşayan,eğitimli,maddi özgürlüğünü eline almış kadınlar neden susuyorlar.

BİR MUCİZEYE TANIKLIK ETMEK



Kimimiz neler olduğunun farkında olamayacak kadar küçük yaşta yaşıyoruz gebeliği.Ben; hele ilk aylarda hiç farkında değildim olup bitenin.Hastahanede geçen süreçte eve geldikten sonra bile tam olarak anlayamadım...Evde sürekli bir ağlama sesi vardı ama yabancı!!!

On gün; evde anneler,gelen gidenler sağolsunlar. Ama aralarında Erdo ve ben beyinlerimiz alınmışcasına  dolanıp duruyoruz.Ben ağlayıp duruyorum ''bu çocuğu nasıl okutacağız'' diye.Hele ilk sokağa çıkışımız bir kabustu benim için.Hamile pantolonumu giymiştim ve hiç bir potluk yoktu.Evet ben gene ağlıyordum.

Neyse sonunda cinnet geçirecek gibi olursam ben sizi ararım dedim ve Elif'le yalnız ilk günümüzü geçirdik.Ütü masasının başında Elif'in ağız bezine ütüyü sürdüğün anda etrafa yayılan süt kokusu beni gene ağlatmıştı.Ama bu kez mutluluktan.O an onu koynuma aldım beraber uyuduk ve tanıştık!!!

İkinci hamileliğimi ilk gününden itibaren anı kaçırmadan ve keyifle yaşadım.Bir mucizeye tanıklık ediyordum;vücudumda bir canlı büyüyordu.Bedenimi,yediklerimi,duygularımı paylaşan bir kiracı.Dokuz ay sonra bu kiracının bedenimden ayrılacağını bildiğim için keyif ettik bol bol.

Beraber en sevdiğim şeyleri yaptık.En sevdiğim yemekleri yedik,en sevdiğim müzikleri dinledik,en sevdiklerimle beraber olduk...Her anı için Tanrı'ya şükrediyorum.

Benim için  çok mutlu bir an olmasının yanında hüzünde veriyor doğum.Çünkü çocuklarımızla bir daha hiç hamilelikteki kadar yakın olamıyoruz.Hani bazen severken insanın içine sokası gelir ya öper öper doyamazsın o misal.

Bu sebepten hastahanedeki buluşmamızı hayal ettiğim gibi organize ettim.Oğuz odaya yanımıza geldiğinde sadece babası ve ablası eşlik ettiler bize.Odada mucizeyle birlikte gelen sevgi,huzur ve aşk vardı yalnız.

5 Mart 2011 Cumartesi

ERGENLİK



Geçenlerde oğlumu öğle uykusuna hazırlarken öyle bir laf ettiki kala kaldım.''Zaten çok mutsuzum''deyiverdi velet.Haydeee yetmiyor seninde mi psikolojik sorunların var diyesim geldi.

Herkezler bir sendromda anlayamıyorum.Hele bizim evde şu dönem feci...Evin babası 40 yaş sendromunda, evin kızı ergenlik döneminde,oğlan desen üç yaş döneminin diplerinde.Peki evin annesi ne olacak? Heee bir de veteriner hekimin dediğine göre psikolojik sorunları olan köpeğimiz var.Biraz daha gayret ederse kulubesini(ahşap) temelli yiyecek.Bahçede Mart falan demeden sürekli çifleşme derdinde olan kedileri saymıyorum.

Ben diyorumki zamanla yaşananlar falan değişmiyor.Babalarımız ,annelerimiz,bizler her ne yaşadıysak zamanede aynılarını yaşıyor.Yalnızca herşeye bir ad takıldı ve içleri çok fazla dolduruldu.

Geçen sen kızımın okulundaki rehperlik servisi beni sürekli okula çağırıyordu.Ahret sualleri....''Evinizde bir so run varmı?'' ''radikal bir değişiklik oldu mu?'' ''yeterince paylaşımınız var mı?'' falan falan.Bir gittim iki gittim üçüncüde film koptu bende!!!

Sizin deyiminizle kızım büyük bir psikolojik ve biyolojik değişimin içinde.Tamam da zırt pırt onuda buraya; ser visinize çağırıp sorular sorarak kafasını dahada karıştırdığınızı düşünmüyormusunuz.Kızım yaşaması gereken neyse onu yaşıyor.Hissedilmese anormal olurdu.Bizi rahat bırakın deyiverdim.

Eve döndüğümde kızımada aynı şeyleri söyledim.(anlatmıştım ve gerektiği kadarda tekrar edeceğim)Beyninde ve bedeninde hızına yetişemediğin,anlayamadığın,karşı koyamadığın birşeyler oluyor,biliyorum.Ama merak etme geçecek ve muhteşem olacak herşey.Yalnızca tek birşeyi unutma her ne olursa olsun senin yanındayım. Bir de umuyorum ergenliğe geçişin teyzeninki gibi otuzlu yaşlarına kadar sürmez temennisinde bulundum.

Şu anda da kah neşeli,kah üzgün,kah suskun bir Elif var.Ve biliyor ki güvende, onu sevenlerle birlikte.

4 Mart 2011 Cuma

BİR MUCİZEYE TANIKLIK ETMEK



Kimimiz neler olduğunun farkında olamayacak kadar küçük yaşta yaşıyoruz gebeliği.Ben; hele ilk aylarda hiç farkında değildim olup bitenin.Hastahanede geçen süreçte eve geldikten sonra bile tam olarak anlayamadım...Evde sürekli bir ağlama sesi vardı ama yabancı!!!

On gün; evde anneler,gelen gidenler sağolsunlar. Ama aralarında Erdo ve ben beyinlerimiz alınmışcasına  dolanıp duruyoruz.Ben ağlayıp duruyorum ''bu çocuğu nasıl okutacağız'' diye.Hele ilk sokağa çıkışımız bir kabustu benim için.Hamile pantolonumu giymiştim ve hiç bir potluk yoktu.Evet ben gene ağlıyordum.

Neyse sonunda cinnet geçirecek gibi olursam ben sizi ararım dedim ve Elif'le yalnız ilk günümüzü geçirdik.Ütü masasının başında Elif'in ağız bezine ütüyü sürdüğün anda etrafa yayılan süt kokusu beni gene ağlatmıştı.Ama bu kez mutluluktan.O an onu koynuma aldım beraber uyuduk ve tanıştık!!!

3 Mart 2011 Perşembe

ERGENLİK

Geçenlerde oğlumu öğle uykusuna hazırlarken öyle bir laf ettiki kala kaldım.''Zaten çok mutsuzum''deyiverdi velet.Haydeee yetmiyor seninde mi psikolojik sorunların var diyesim geldi.

Herkezler bir sendromda anlayamıyorum.Hele bizim evde şu dönem feci...Evin babası 40 yaş sendromunda, evin kızı ergenlik döneminde,oğlan desen üç yaş döneminin diplerinde.Peki evin annesi ne olacak? Heee bir de veteriner hekimin dediğine göre psikolojik sorunları olan köpeğimiz var.Biraz daha gayret ederse kulubesini(ahşap) temelli yiyecek.Bahçede Mart falan demeden sürekli çifleşme derdinde olan kedileri saymıyorum.

Ben diyorumki zamanla yaşananlar falan değişmiyor.Babalarımız ,annelerimiz,bizler her ne yaşadıysak zamanede aynılarını yaşıyor.Yalnızca herşeye bir ad takıldı ve içleri çok fazla dolduruldu.

Geçen sen kızımın okulundaki rehperlik servisi beni sürekli okula çağırıyordu.Ahret sualleri....''Evinizde bir so run varmı?'' ''radikal bir değişiklik oldu mu?'' ''yeterince paylaşımınız var mı?'' falan falan.Bir gittim iki gittim üçüncüde film koptu bende!!!

Sizin deyiminizle kızım büyük bir psikolojik ve biyolojik değişimin içinde.Tamam da zırt pırt onuda buraya; ser visinize çağırıp sorular sorarak kafasını dahada karıştırdığınızı düşünmüyormusunuz.Kızım yaşaması gereken neyse onu yaşıyor.Hissedilmese anormal olurdu.Bizi rahat bırakın deyiverdim.

Eve döndüğümde kızımada aynı şeyleri söyledim.(anlatmıştım ve gerektiği kadarda tekrar edeceğim)Beyninde ve bedeninde hızına yetişemediğin,anlayamadığın,karşı koyamadığın birşeyler oluyor,biliyorum.Ama merak etme geçecek ve muhteşem olacak herşey.Yalnızca tek birşeyi unutma her ne olursa olsun senin yanındayım. Bir de umuyorum ergenliğe geçişin teyzeninki gibi otuzlu yaşlarına kadar sürmez temennisinde bulundum.

Şu anda da kah neşeli,kah üzgün,kah suskun bir Elif var.Ve biliyor ki güvende, onu sevenlerle birlikte.

PAYLAŞILAMAYAN ACILAR







  İçinde asla kapanıp soğumayacak bir acı var ki.. .İşte o acıya zaman bile ilaç olamadı.İçin için kanayıp durdu yarası. Kah doğan kah batan güneşte, kah kahkahalarında, kah gözyaşlarında.... An olur bakamaz olurum gözlerine yakar beni de acısı.

   İnsan yaşına bakmadan sarıp göğsüne yatırmak ister onu, bir türkü söylemek ister huzurla uyuyabilmesi için. Büyük kalabalıkların içinde yapayalnız yaşıyor acısını.

   Duyduğum her ezan sesinde, her duada, bayram sabahlarında gelir konar göğsümün üzerine küçük bir kuş misali. Şu anda ki gözyaşlarımla birlikte bir güvercin uçuruyorum bu türküyü söylerken.Ama paylaşılamayacak bir acı onun ki biliyorum.

  Öyle bir ışık ve huzur dolsun ki yüreğin; göğüsleri süt dolu anasının koynundaki bebek gibi hissedebil kendini. İçindeki çığlıklar susuversin huzur bulsun yüreğin....

                         ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

1 Mart 2011 Salı

PAYLAŞILAMAYAN ACILAR

 


İçinde asla kapanıp soğumayacak bir acı varki...İşte o acıya zaman bile ilaç olamadı.İçin için kanayıp durdu yarası.Kah doğan kah batan güneşte,kah kahkahalarında kah gözyaşlarında....An olur bakamaz olurum gözlerine yakar benide acısı.

İnsan yaşına bakmadan sarıp göğsüne yatırmak ister onu, bir türkü söylemek ister huzurla uyuyabilmesi için.Büyük kalabalıkların içinde yapayalnız yaşıyor acısını.

Duyduğum her ezan sesinde,her dua da,her bayram sabahı gelir konar göğsümün üzerine küçük bir kuş misali.Şu anda ki gözyaşlarımla birlikte bir güvercin uçuruyorum bu türküyü söyleyen.Ama paylaşılamayacak bir acı onunki biliyorum.

Öyle bir ışık ve huzur dolsunki yüreğin; göğüsleri süt dolu anasının koynundaki bebek gibi hissedebil kendini. İçindeki çığlıklar susuversin huzur bulsun yüreğin....

PUSLU HAVALAR



Hep sevmişimdir bu puslu havaları! İnsanın yataktan çıkası gelmez, kitaplar filmlerle yatağa gömülüp kalır. Hele bir de yanında içecek sıcak birşeyler varsa deyme keyfime...Dün çok çok uzun zamandan sonra ilk defa evde yalnız kaldım. Bir yılı geçkin süredir böyle bir keyif yapamamıştım. Hiç birşey yapmak zorunda olmamanın keyfini çıkarttım. Zorumluluk, sorumluluk olmadan. Çalışan bayanlar hep özleriz böyle günleri ama 2 gün  yeter. Dürtmeye başlar içimizdeki canavar sokağa çık, çalış diye.




Loğusa dönemlerim hep bu canavar yüzünden kabusa dönüşmüştür. Bir daha asla eski yaşantıma dönemeyeceğim, çalışamayacağım, istediğimi giyemiyeceğim korkularıyla. Ama zaman herşeye olduğu gibi bu kabusada ilaç oldu ve geçti. Tekrar buluştum; kahve içtim, çalıştım, okudum eski Özgür'le.

Bugünde puslu bir hava var dışarıda. Penceremden bakınca köpüren deniz içimde dalgalanıyor gibi. Bana eşlik eden kahvemi bitirip hazırlanıp işe gitmek için çıkmak zorundayım. Yanımda duran sıcak, üzerinde hala eşimin kokusu olan yumuşacık yastıklardan ayrılmak ne kadar zor olsada...

                                                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL