30 Aralık 2011 Cuma

HAYAT BİR BARDAK SU DUR...



Alohaaaa! Alaçatı yolları taştan, Erdo çıkarttı beni baştan.

Çocuklardan biri teyzeme diğeri anneme teslim edildi. Üst üste edilen telefonlar, yapılan organizasyonlar; Oğuz'un eşyalarını siyah çantaya koyuyorum. Vilo'ya gösterirsiniz. - ... şu saatte alacak buraya bırakacaklar.- Onlara haber verdim. - Parayı ödedim. - Maaşlar yatırıldı. - Sigortalar ödendi. - Evin anahtarlarından birini biz alıyoruz, diğerinin Vilo'ya verirsin kızım.- ....- Akşamın körü arada derede Belgin'e uğranıp ayak üstü kahve içildi. Ve gecenin körü eve gelip valiz-Ler hazırlandı. Bir haftadır bünyem de içten yanmalı motor varmışcasına koşturuyorum. Şu içten yanmalı motor hakkında da hiç bilgim yok. Neyse söylenişi hoşuma gitti işte.

Şu valizimi kaptım, çıktım diyenler var ya! Nasıl başarıyorlar aklım almıyor. Yani günün birinde "Hadi" dese biri!

Bir diğer yanım "Ne kadar çok şeye bağımlısın. Bak düzenin çarklıları ( burjuvazi değil!!!) seni de eziyor." diyor. Diyor da anacığım çoluk çocuğu sokağa mı bırakacaksın? Saatler boyunca telefonda görüşüp, yerleştirmeleri yapmak zorundasın.( ayyy arka sırada ki yolcu horlamaya başladı. Herkes,bütün dünya yor-gun, yorgunuz.)

Özet: Biz yılın başının cumartesi gününe denk gelmesini fırsat bilerek kaçıverdik. Balayı çipimi de taktım. Çip öyle etkili oldu ki; iki saat öncesinde çıkmış olduğumuz iki şeritli, bakım yapılmayan bir günü geçmeyen yolda arızalanan otobüs sebebiyle limana son on dakikada varmış olmamız, bir saat yirmi dakikadır kalkış sırası bekliyor olmamız bile bozamadı beni. Olsun varsın uçak kalkmasın, yeter ki bizim havamız yerinde olsun. Gerçi çipin etkisi ne kadar sürecek bilmiyorum. Bir an da içimde ki hortlamsın da. Aaa tamam daha fazla ayrıntı beklemeyin. Yok!(Tamam yalnız ikinize anlatırım.)


Yeni yıl dilekleri mi??? Mucize olmayacağı kesin. Pazar sabahı uyandığımız da koca aynı, çocuklar aynı. Aynı olanlar arasında bir şey daha olacak o da hepsinin o saatte aç olması ve kahvaltı hazırlanacak olması gerekliliği. Sonra; ertesi gün gidilinecek iş, eş-dost, ev-mobilyalar-araba, otobüs hat numaraları-sefer saatleri, ekmeğin gramajı-fiyatı ... aynı. Akaryakıt fiyatları ya da milletvekili maaş tutarlarının aynı olup olamayacağı konusunda garanti verilemediği için cümle sonunda ki üç noktanın içinden bu ikisini çıkartıyorum. Bütün bunlar ve benzeri sebepler yüzünden. " Devam arkadaşlar." Üç günlük ömrümüzü su gibi içmeye devam.
" Hayat bir su dur, iç iç kudur."
Küs olanlar; küs olmaya devam. Sevenler; sevmeye devam. Sevişenler; sevişmeye devam. Aldatanlar; (aldatılanın aslında kim olduğunun ayrımına vararak) aldatmaya devam.
Her zaman tek dilek cümlem vardır: Tanrı (evren, melekler, hava, ateş, güneş, her neyse) herkese, hepimize niyetimiz yönünde, gönlümüzden geçeni, gönlümüzden geçtiği kadarıyla versin. Daha nice yeni yıl başlangıçların da gönül birliğinde olalım.

Sağlık sıhhatte olmamız dileğiyle!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Aralık 2011 Perşembe

KAZA MI?



Hayalleri yıllar içinde hayalet olan,


Yorganın dili elinde, nevremin köşesine yerleştirmeye çalışır, tersi düzüne dönmüşken  sabah kuşağında yayınlanan programlardan birinde '' Bunaldığınız anlarda dağları, çiçek, böcekleri düşünüp mutlu olun '' diye akıl veren psikologları öldüresi gelen,


Öldüğünde onu cennetin kapısın da '' Huriler '' in değil, kaslı-bronzlaşmış vücutlarıyla '' Hayri-ler '' in karşılamasını tercih eden,


Para alsın - almasın ama yaptığı işler karşılığında kariyer de yapıyor olmak isteyen,


Dinleniyor olmak isteyen,


Ana - baba - koca - çocuk - kaynana - kayın - hala - dadı - dıdı - mıdı kim varsa hepsini idare etmek zorunda kalan ( bırakılan ),


'' Aman idare et kızım. Sakın ayrılmayın bizleri, sülaleyi üzmeyin. Biz de böyle şey yoktur. '' diyenleri dinleyerek; kendi dışında herkesi mutlu etmek uğruna mutsuz hayatlar yaşayan,


İstediğini yiyip yiyip kilo almayan tüm kadınlardan nefret ederek yaşayan,


     Evliliğinin ilk yıllarında '' Allahım ben ne bok yedim! '' derken bir kaç yıl sonra yaşadığı ilişkinin adını '' Mantık Evliliği '' koyan,


En sağ şeritte tüm yükleri omuzlamış ağır ağır ilerlerken '' Yeter '' diyerek, iç sesinin gazı - cesaretiyle Ferrari olarak çıktığı evinin kapısından, yeni bir hayal kırıklığı, gidecek başka bir yer bulamamış olma haliyle  Kabzımal Kamyonu olarak giren,


.....enler, ....anlar liste uzayıp gidiyor. Sizlerde istediğiniz eleme ya da eklentileri yaparak kendi listenizi yapabilirsiniz.


Peki tüm bunların hepsi '' BASİT BİR EV KAZASI '' mıdır?



Biz bu gece Nünüş ve kocasıyla beraber gidip oyunu izledik. Güldük, düşündük, kendimizden bir şeyler bulduk, '' Yok artık '' dedik, dışarıdan bakabildik. Günay Karacaoğlu enerji dolu, samimi, kaygısız, kelime sekmeden, dili dolanmadan, tek başına muhteşem bir performans sergiledi. Gerçi ben yalnızca kadın izleyici alınacak bir seansın muhteşem olacağını hayal etmeden alamadım kendimi.  Katıla katıla güler, böğüre böğüre ağlarmıyız?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

 

28 Aralık 2011 Çarşamba

BELEDİYE ÇALIŞIYOR ?



  Belediye çalışıyor ama ne için çalışıyor. Benim gözlemlediğim; son günlerde hız almış olmakla birlikte çarşı içinde ki küçük esnafı bitirmek için çalışıyor. Abicim ya ben de gerçekten sorun var ya da onlarda. Fotoğrafa aynı yerden bakmadığımız kesin de... Bahsettiğim yer bizim iş yerimizin de sınırları içinde olduğu, zamanında küçük şirin bir sahil kasabası havasındayken son yıllarda  kontrolsüz, anlamsız büyüyen bir ilçe.

   Benim aklımda kalan burasının bu şirin sahil kasabasından çıkmasının başlangıcı, miladı ise çarşı içinde bulunan Tarihi Balık Çarşısının yıkılmasıdır. İçinde; balıkçılar, yufkacı, esnaf lokantası, tuhafiye, yorgancı, erkek berberi falan vardı. Muhteşem bir yer di… Yazlıkçıların ilk uğradıkları yer orası olurdu. Tabi o zamanlar park sorunu da yoktu. Yıkıp yerine abuk sabuk bir alışveriş merkezi sığdırdılar, içine benim gibi birçok insanın henüz hiç girmemiş olduğunu tahmin ettiğim.

   Şimdi ne yapılıyor? Bütün ana sokaklara Arnavut kaldırımı taşı döşüyorlar. İnanabiliyor musunuz? Tüm asfaltı söktüler...Çarşı diye bir şey kalmamış durumda. Dün akşam kırtasiyeye uğrayayım dedim. Dediğime diyeceğime pişman oldum.

   Hani sel baskını olmuştu hatırlarsınız. En çok etkilenen yer burası olmuştu. Tüm iş yerleri, fabrikalar, evler sular altında kalmıştı. Ki hemen hemen tüm iş yerleri kendi imkânlarıyla yeni foseptik kuyuları, yeni kanallar açarak önlemler almaya çalıştık. O selde taşan dere yatağı kenarında bulunan tüm binalar ise yavaş yavaş boşaltıldı, yıkılıyorlar. Yıkılanların molozları ise haftalardır öylece durmakta. Ama olsun ayağımız Arnavut kaldırım taşına bassın diye çalışıyor belediye!

   Ödenek yok diyorlar. Belediye içinde yaşanan özel anlaşmazlıklar - fikir ayrılıkları hizmete yansımış durumda. Otopark sorunu çarşı içinde yaşanan en büyük sorunlardan biri haline gelmiş durumda. Ki halkın geneli gibi ben de zorunda kalmadıkça kesinlikle çarşıya inmiyorum. Bankamatikten para çekecek bile olsam işe gelirken E-5 üzerinde olanları tercih ediyorum. Bu da ne demek? Çarşı içindeki esnaftan alışveriş yapmıyoruz. Evet, geldik bizim işletme olarak etkilendiğimiz en büyük soruna: Kanalizasyon. Bahsettiğim bu ilçe de kanalizasyon sistemi kaç yılından kalmış, bilen var mı bilmiyorum. Ama mevcuttakilerin üzerine yapılan onca evde yaşayan insanın b.klarının tasfiyesine yetebilecek bir sistem yok. İSKİ’ YE gerek sözlü, gerek yazılı başvurularımız sonunda aldığımız cevap ise: ‘’ Bu bizi aşan bir sorun. Büyükşehir’e başvuruda bulunduk. Onay bekliyoruz. O zamana kadar yapılabilinecek bir şey yok. ‘’  Bir de bu sorun belediyeyi bağlayan bir sorun değil. ( miş ). Kurumlar yani belediye ve İSKİ ayrı parti yönetimlerinde.  Bundan kaç ay önceydi hatırlamıyorum. İSKİ’den  yanıt  alamayınca belediyeye başvurmuştuk da orada görüştüğümüz Başkan Yardımcısından öğrendik sistemin böyle işlediğini. (TIRNAĞIN VARSA KAŞINACAKSIN )

   Gerçi desenize oy kullanacağımız zaman muhtarlıklarda kayıtlı olduğumuz yeri bulmakta bile zorlanıyorken tutmuş ben de belediyelerde işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya çalışıyorum. Yuh bana! Bu arada bayanlardan günün birinde yolu buraya düşen olursa umarım topuklu ayakkabı giymiş olmazlar.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Aralık 2011 Pazar

CANIM Bİ ÇEKTİ Kİ BİLİNMEZ !






Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Çeken Bilir Ayrılığın Derdini


Of ki of! Balkonda sarınıp oturmuşum gene. Evet, gene balkondayım. Kulağım da Zara diyor ki; '' Aşan bilir karlı dağın ardını. / Çeken bilir ayrılığın derdini '' Soğuk kesiyor yüzümü, sigara yakıyor içimi de dışımı da (maalesef). Bugün canım bir çekti ki şu sesi bilinmez.


Bir taraftan da aklıma ismi lazım değil arkadaşım Yasemin geldi. Hani şu Paris'te ki ilk saatlerimizde; müzeleri, tarihi eserleri falan geç. Nerede yiyip içeceğiz diyen arkadaşım vardı ya o işte. ( Geçmiş zaman olur ki ) Hiç tahammül edemez türkülere. Bir de kocası var ki; benim kocanın hemşosu, halk oyunu desen var, türkü desen var bir de dünya iyisi insan vardır ya hah işte onlardan da biridir. Benim tahammül edemediğim bir tür var mı acaba? Bilemedim şimdi. Paylaştığım müzikleri takip edenleriniz varsa eğer onlarda anlayamamışlardır. Herhalde benim nabız sürekli değiştiğinden iyi gelecek şerbettin ayarı da değişip duruyor. Zaten gün olurda bir gün hallerimin hepsi bir araya geldiler diyelim; konuşacak tek kelimeleri olmaz, inanın. O kadar ayrı dünyalardan, diyarlardanlar. '' Na nay na nay esmer yârim / na nay / sen bana yar olmazsın / yüzüme gülme bari '' diyor şimdi de Zara ( Bahçede yeşil çınar )


Yazının başında yer alan nere, koyduğun kayıt nere diyen varsa; yazıyı yazana kadar buraya geldik.


Herkese hayırlı, uğurlu, mutlu hafta haftalar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

HER ŞEY GİBİ...

En kötü halinde


Hatta ölmek istediğinde bile gülümsemelisin


Yaşam dört duvar arasında geçmiyor.


Öleceğiz


Ve sonra tekrar


Geri geleceğiz.


Her şey gibi...


 

 








Hep başkalarının istediğini yaparsan hayat yaşamaya hiç değmez.


Söyleyeceklerini yutarak sessiz kalmak çok yorucu...


İMKANSIZ AŞKLAR ASLA ÖLMEZ. SONSUZA DEK YAŞARLAR.


NOT: Film ile ilgili bilgi için buradan buyrun -------

23 Aralık 2011 Cuma

ÖFKE



                                     Önce tanımla başlayalım.  Öfke nedir?


1)  İncinme, engellenme veya bize gözdağı verilmesi karşısında gösterilen  saldırganlık.                       


2) İstenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen doğal, evrensel ve insani tepki.    


              


Uygun ifade edildiğinde sağlıklı bir duygu(ymuş). Benim içimde gün be gün filizlenen öfke sanırım tanımda ki insani tepkinin sınırlarını aşmak üzere. Hele ki; tamamen iyi niyetli davrandıklarını dillerinden düşürmeden çomak sokanlar var ya... Yok valla istemiyorum. Bana iyi niyetli falan davranmasınlar. Kalplerinde, düşüncelerinde ne varsa ona göre davransınlar. Nedir bu benim tek istediğim iyilik, güzellik ayakları? Belgin'in deyimiyle '' Normal şartlarda hayatımıza almayacağımız insanlara mecburiyetten katlanıyor olmak'' zaten başlı başına zor. Üstüne iyi ya da kötü niyetleri de eksik olsun. Sınırlar net çizilsin o kadar! Her koyun kendi bacağından asılacağına, dürüst davrandığımız için başkaları yüzünden de oramızdan buramızdan asılmaktan yorulduk artık. Niyetlerinin topunu alıp yollarına gitsin herkes. Offff be! Muhteşem Cuma oldu, değil mi? Hadi bakalım bu gazla nasıl içilir şimdi buzlu buzlu su? Öfkeyi serinletsin, kalbi yumuşatsın niyetine....


                                                    


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

21 Aralık 2011 Çarşamba

GEÇ KALDIM



 

    Başımdaki ağrı sabah uyandığımdan beri peşimde. Tutunacağı noktayı bulamamış bir şekilde dolanıp duruyor. Yolda arabayı kullanırken düşündüğüm kopuk kopuk düşüncelerle beraber koşturup duruyorlar kafamın içinde.

    Eve gelir gelmez üzerimdekileri çıkartıp pijamalarımı giydim. Beni yumuşacık saran pembe sabahlığımı da üzerime alıp mutfağa geçtim. Dün akşam yemiş olduğum pizzanın kutusu hala tezgahın üzerindeydi. Kurumuş, üzerinde ki peynirin rengi kirli sarıya dönüşmüş olan iki dilimden birini aldım. Çekiştire çekiştire kopartabildiğim tek ısırıktan sonra vazgeçip alternatifim olup olmadığını kontrol etmek için buzdolabını açtım. Yoktu. Açlığımı nasıl bastırabileceğime bile kafa yormak istemedim. Dedim ya: - çok yorgundum.- Hızlıca şarap şişesi ve kadehi elime aldım. Işığı söndürüp çıktım mutfaktan. Şimdi balkonda öylece oturuyorum.  Karşımda deniz; gökyüzünde ki yıldızların altında, yeni gelin gibi nazlı nazlı süzülüyor.

     Kocaman soru işaretlerim tekrar benimleydiler. Kendimi anlatmaya çalışmaktan ne zaman vazgeçmiştim. Hissettiklerimi kelimelere dökmekten. Şimdi burada oturup uzaktan bakınca hayatımın üzerini örtmüş kocaman bir teslimiyet görüyorum. Aslında vazgeçiş. Uzun yıllardır süren bir arkadaşlığımın da sonunu getiren vazgeçmişlik. Aramızda öylece duran, gittikçe içi dolan sessizliği bozmadık. Bilmek, açıklamak istemeyecek kadar yorgundum. Merak etmeye bile üşendim. Duyacaklarımdan korkmuş olabilir miyim? Gerçi artık çok geç. Bu ikinci geç kalışım. Çocukluk arkadaşım Esra’yla da böyle ayrılmıştı yollarımız, konuşmadan. Zamanla garip bir şekilde, hissettirmeden çok gerilerde kalıyor tüm yaşanılanlar, paylaşılanlar. Bir defa daha konuşmak için çok geç kaldım. Hem de bilerek. Ama bu gece böyle hissedeceğimi bilmeden.

    Bir balıkçı takasının sesi geliyor uzaklardan. O takanın içinde olmak istiyorum. Motorun sesinden duyamaz olmayı düşüncelerimin sesini. Gecenin karanlığına sarılmış denizi koklamak istiyorum. Hiçbir şey görememeyi. Önümde duran kadehteki şarabı yudumluyorum. Ağzımı buruşturan tatla kısa bir mola alıyoruz düşüncelerim ve ben.

     Aslında çok uzun yıllar anlattım. Kafamdakileri, yüreğimdekileri... Sonunda bir  çıkmaz sokakta, yalnız bulunca kendimi…Yapayalnız. Etrafıma baktım, herkes yalnız, her şey sahteydi. Oldukları gibi değil görünmek istedikleri gibiydiler. Seçilmiş rollerin oynandığı kocaman bir tiyatro sahnesinde buldum kendimi. İnsanlar neye inanmak istiyorlarsa ona inanıyor, nasıl görmek istiyorlarsa öyle görüyorlardı. Seçilen rollerin oynandığı tiyatro sahnesinde ayakta duramadım. Daha doğrusu rolüm belli değildi. Sonra mı? Sustum. Anlatmaya çalışmaktan vazgeçtim. İşte o zamandan beri yalnızca yazıyorum. Kalem, kağıt ve benim aramda sahte hiçbir şey yok. Satırlardakiler gerçek.

    Motorun sesi uzaklaştı. Üşümeye başladım. Sarındığım pembe sabahlığım ısıtmıyor artık. Yatağımın sıcaklığına gitmeye üşeniyorum. Bir de şu baş ağrısı. Lanet şey zonklayıp duruyor şakaklarımda. Kalkıp banyo dolabında duran ilaçtan bir tane içmeliyim. Yoksa ağrı yavaş yavaş dişlerime inecek.

   Esra’yla annelerimize yalan söyleyip limanda ki bara ilk gittiğimiz gecenin ertesi gün de aynı böyle ağrımıştı başım. O zamanlar küçük bir kasaba olan Şarköy’de açılan ve gençlerin gidebileceği tek bar İskele’ye gitmek için nasıl can atardık. Babamın tembihlediği saatte evde olabilmek için koşa koşa eve dönerdik. Yatağa girdikten sonra da sabaha kadar fısır fısır konuşurduk.

20 Aralık 2011 Salı

BİRAZ UYU ( zakkum & cem adrian )






Gelmiyorsa artık yardıma
Bir zamanlar ağladığın omuzlar
Soğumuyorsa kalbine akan kaynar sular
Tanıyamıyorsa artık gözlerin
Aynadaki şu sessiz ve yorgun adamı
Kurumuyorsa yanağından akan tuzlu sular


Nefes alamıyorsan, açıklayamıyorsan, tutunamıyor kanatlanamıyorsan
Ve artık başaramıyorsan...

Olsun olsun varsın şimdi uyu biraz uyu
Kurşuna dizilmiş yalnızlığın yanına uzan
Ve biraz uyu

Durduramıyorsan artık adımlarını
Hep aynı ıslak kaldırımlarda
Sayamıyorsa parmakların geçen yılları
Unutuyorsa artık ellerin eskiden tuttuğu elleri
Kayboluyorsa aklından tek tek isimleri

Nefes alamıyorsan, açıklayamıyorsan, tutunamıyor kanatlanamıyorsan
Ve artık başaramıyorsan...
Olsun olsun varsın
Şimdi uyu biraz uyu
Kurşuna dizilmiş yalnızlığın yanına uzan
Ve biraz uyu

Sadece çocukken uyanıksındır bunu bil
Herşeyin farkındasındır
Her sese dönüp bakarsın..
Büyümek, uyumak ve unutmak gibidir
Ve büyüklerin dediği gibi;
Uyuman gerekir büyümen için..

Sağır ediyorsa sessizlik ve kör ediyorsa aydınlık
Sadece sana görünen
Ve kimseyi inandıramadığın bir hayalet gibi
Yanıbaşında otuyorsa yalnızlık bu gece
Hep aynı saatte kapını çalan
Bir düşman gibi bekliyorsa seni..
Ve canına kast edecek
Bir kılıç gibi sallanıyorsa tepende...

Unutabilmek için hepsini
Biraz uyu...

18 Aralık 2011 Pazar

HATIRLAMACA

Beklediğin, sana dokunan, sana gerçekten sen olduğun için dokunandır. Kendini anlatmak zorunda kalmadan, ispatlamak zorunda kalmadan, sadece bakışlarla konuşabildiğin. Günün getirdiklerinde yoğrulmadan, gözün önünde duranın ötesinde seni görebilendir.


Sadece ‘’ seni seviyorum ‘’ dediğinde açılan ışıklı kapıdan geçeni bulmaktır aşkın ta kendisi… Tünelin ucundaki ışık gibi… Yağmurda çıplak ayaklar üst üste geldiğinde hissettiğindir aşk… Bir külah dondurmayı iki taraftan yalamaya başladığında kesişen bakışlardır… Arama aşk için devasa semboller, kanıtlar. Mutluluk kadar basit. Mutluluk kadar sıradan, kendiliğinden…


Pijamalarını giyip en şapşal halinle başını yasladığında onun omzunda hissettiğin sıcaklıktır aşk… En şatafatlı, en kalabalık yemekte, serçeparmaklarının yemek yerken ki temasında bedeninin tutuşması…


Her şey uçup gitse de, silgiler gelip sahip olduğun her şeyi sildiğinde geriye sadece sen ve o kaldığı için duyduğun huzurdur… Ne bir eksik ne fazla, her şey siz ikiniz…


Ölmekten sırf onu yalnız bırakacağın için korkmandır… Dudaklarınız yaklaştığında, dudaklarında daha değmeden hissettiğin nefesin eşsizliğinde saklanır aşk. Her şeyi bırakıp gidebilme gücüdür… Aşk ekmeğe tuz banmaktır Onur Akın’ın dediği gibi. O kadar sade, o kadar basit…


Aşk, almadan verenbilme yetisidir. Gerçekten aşk, beklemeden verebilmektir…


Seven bir insana şu an söyleyeceğim tek şey şu olurdu: Şimdi senden istediğim onu ara, ona sarıl, ona dokun, onu öp. Televizyonu kapat, bilgisayarını kapat, yanına git. Sebepsizce dudaklarına yapış. Gözlerine bakarak sadece seni seviyorum de… İşi bırak, toplantıları unut, hesabı kitabı, endişeleri bırak. Ona sahip çık. Tek gerçeğin sen, o ve sizi bir araya getiren aşk. Gerisi inan bana yalan… İnan bana çok boş… İnan bana, ne olursa olsun değersiz… Çakıl taşlarıyla uğraşmayı bırak, pırlantanı sımsıkı tut ellerinde… ( sayfa 45-46 )


Alıntı: ARET VARTANYAN ( BİN YÜZ BİR İNSAN )


 

16 Aralık 2011 Cuma

ÖDÜL MİMİ





GUGUK KUŞU geçen hafta bir ödül mimi yollamıştı. Öncelikle değer görmüş olmasından dolayı teşekkür, cevaplamakta gecikmiş olduğumdan dolayı özür diliyorum. Umarım ikisi de kabul görür! Ve hakkımda ki yedi gerçek;


1)   Çıplak ayakla sert zeminlere basamam.

2)   Tüylü şeylere dokunamam.

3)   Ruh halim ani değişiklikler gösterebilir. Yüz ifademe yansıtamamayı da beceremem.

4)   Evde okunması gereken kitaplarımın sayısı, mütemadiyen yenilerini alıyor olmam sebebiyle asla                   azalamıyor.

5)   Adres bulma konusunda adımın çıkmasına ve artık kimsenin kaybolmuş olduğuma şaşırmamasına yetecek kadar tecrübem var.

6)   Riyakar - samimiyetsiz insanlara karşı, içimde ne tahammül, ne de affetme duyguları barınıyor.

7)   Eşit şartlarda herkesin her şeyi yapabileceğine inanıyorum.

Yalnız bunları yazmanın oldukça rahatlatıcı bir etkisi varmış. Hafifliyorsun. Sanırım ben başka bir sayfada devam edeceğim.

MİM yollama konusuna gelince; adını vereceğim blog yazarlarının beni takip edip etmediklerini bilmediğim için ben '' mim yollama '' değil de '' blog önerisi '' desem daha doğru olur. Ve işte karşınızdalar:

  1. ILIMLI FISILTILAR ( uzun zamandır ses soluk yok gerçi ama ... )

  2. NEHİR İDA

  3. ARTA KALAN ZAMANDA...

  4. İNSAN İNSANIN HUDUDUDUR

  5. FATMA BURÇAK

  6. ASLISIN

  7. ELİF GİBİ

  8. YAZAR NE YAZAR NE YAZAMAZ


Yalnız, bu listeleme işinin ben de hiç bir konuda ucu yok galiba. Anacığım düşün düşün daha çok var. Bak şimdi yazıyı yayınladıktan sonra aklıma gelen her okuduğum blog adın da bir '' tühhhh '' çekeceğimden eminim. Fakat hazırlanıp işe gitmek zorundayım. Umarım kimse gönül koymuş olmaz. Sevgiyle kalın...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BİR AŞK ŞARKISI

Aşk dolu güzel bir sabah!


HER AŞKIN BİR ŞARKISI VAR

15 Aralık 2011 Perşembe

RÜYA

 


 



 


Günaydın aşkım


Uyandım


Bir baktım sen olmuşum


Rüyam bitmemiş


Güneş örterken üzerimizi


Ve ben


Sarıp sarmalarken seni


 Kalmış bir parçan bende


Bir baktım sen olmuşum


Her şey sen olmuş


Tenim, soluğum olmuşsun


Nasıl da özlemişim seni


Kal gitme


Kal biraz özlemişim


Yıllardır


O kadar çok


Sen olmuşum ki


Günüm gönlüm aydı


Aydın olsun aşkım


Uyandım


Bir baktım sen olmuşum


                                                         


                                           ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

13 Aralık 2011 Salı

KAYIP İLANI



Şu aklım, kaçıp gittiği yer her neresi ise başıma ne zaman gelecek? Dün gece 24.00 itibariyle gene kaçmıştır. Şayet benden önce bulan olursa: ” Hükümsüzdür! ”


  Sabah uyanıp yatağın içinde doğrulduğum an da bakışlarımın halıda bir noktaya takılı kaldığı halimden gün boyu sıyrılamadım. ( Meltem’e selam ) Öyle mal mal bakıp durdum. Dursam gene iyi, bir de anlıyormuş gibi dinledim insanları. Saat bu saat oldu hala tık yok. Gerçi bunca yıldır alışmış olmam gerekiyordu bu gel git hallerime ama… Şöyle ” Küçük Prens ” in ki gibi ufacık bir gezegenim olsa, kafaya da fanusu geçirsem diyorum.


 Yok, olmadı mı? O zaman beyni çıkar yerinden, koy makarna süzgecine salla. Üzerine yapışmış gereksiz ne varsa dökülsün. Benim ki bu kadar ağırlaşınca su kaynatıyor. Sonra da ara ki bulasın. Son durum raporumun sonuçları böyle işte sevgili blog okuyucuları.


Dip not: Şu çocuk kanallarında yayınlanan ‘’ Pepe ‘’ adlı çizgi filme de tahammül edemiyorum. Caillou'dan şikayet ettiğim dilimi ısırayım. Mumla arıyorum valla. Gerçi bizim ki ikisiyle de pek ilgilenmiyor(du). Takii ben büyük bir hata yaparak Pepe'yle aramda ki duygusal durumu Oğuz’a söyleyene kadar. O günden beri, sabahları en büyük eğlencesi; ‘’Pepe’’nin yayınladığı kanalı ve televizyonun sesini açtıktan sonra kumandayı saklamak. Sonra da ben kafamı oradan oraya vururken kahkahalar atarak beni izlemek. İşe gitmek için evden çıkarken ağzıma dolanmış olan sözler ‘’ Özgür Özgür yine ağlıyor. Özgür Özgür niye ağlıyor. ‘’ Hem de melodisiyle… Oynadığı halk oyunları, annesine hediye ettiği şarkı, dedesi ve ninesi zaten ayrı yazı konusu olur. Yok ya bana kesin bir fanus lazım. ( Eklenti dip notluktan çıktı gerçi ama idare edeceğiz artık. Durumum ortada!)


Hadi ben kaçtım. Bu saatten sonra; Belgin’le bir kaç kelam edip, iki satır kitap okumak beni anca keser. Aklınıza mukayyet olun. Sevgiyle kalın.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

9 Aralık 2011 Cuma

GÜVENDESİNİZ

 



Geçen hafta, yaşadığımız sitenin giriş kapısında, görevliler tarafından, tüm site sakinlerine dağıtılmış olan '' Güvenlik Bilgi Formu ''nda bizden istemiş oldukları bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. 


Ad, soyad, telefonlar, adresler bölümünü atlıyorum.




  1. Alarm var mı?                      : .....................................

  2. Alarmı kuruyormusunuz?     : .....................................

  3. Alarm güvenliğe yönlendirilmiş mi? : ...............................

  4. Alarmı kurmuyorsanız neden kurmuyorsunuz? : ...............................

  5. Bahçe kapısı otomatik kapanıyor mu? : ....................................

  6. Bodrum katı varsa pencerelerde demir parmaklık var mı? : ............................

  7. Demir parmaklık yoksa pencere ve kapıda emniyet mandalı var mı? : .............................

  8. Giriş katta balkon kapısı ve pencerelerde emniyet mandalı var mı? : .................................

  9. Villanızda hizmetçi ve bahçıvan çalıştırıyor musunuz? : .................................


  Evet! Gördüğünüz üzere evimize hırsız girdiği taktirde bizim suçlayacağımız ilk kişiler belli. İçimiz rahat. Ve; Oğuz hisleri çok kuvvetli bir çocukmuş ki güvenliğimiz konusundaki açıkları bizden önce farketmiş, bizi uyarmaya çalışıyormuş. Hırsız takıntısını ve kapsamlı araştırmalarını burada anlatmıştım. Velhasıl önceki tereddütlerimize bu anket soruları da eklendi ya, artık sırtımızı güvenlik şirketine dayayıp huzurla uyuyabiliriz???


Anacığım hep der ve herşeye cuk oturur; '' Tırnağın varsa kaşınacaksın.'' diye. Hele bir de bu ülkede yaşıyorsan; vay haline!


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

7 Aralık 2011 Çarşamba

SÜKUT AYYUKA ÇIKAR



YÜCEL BALKU’DAN KIZLARINA MEKTUP


Şeyda ve Eylül’e,

Kızlarıma, fotoğrafın çeyreklerine,

Deli gönlün isteğine ve içimdeki sonbahar hüznüne,

Bu zarfsız mektubun ancak yıllar sonra size ulaşacak olması, posta idaresinin yavaşlığından değil; postacının babanız olmasından kaynaklanıyor. Benim tembelliğim üzerine gerekli dersleri, büyüme serüveninin her aşamasında annenizden alacağınız için bu konuyu fazla eşelemiyorum yavrularım.

Dünyaya gelmek bizim seçimimiz değildi. Sizin de. Sizin dünyaya fırlatılmanıza da biz vesile olduk. Sevgiyle ve iyi niyetle yaptık bunu, ama dünya denilen yeri biraz olsun tanıyorsam, iyi niyet ve sevginin de hoş olmayan sonuçlara yol açabileceğini söyleyebilirim; ilkönce ebeveynlere isyan edilir, edeceksiniz, ana baba kucağının hem cennet ve hem de cehennem olduğunu anladığınız anlarda. Üstelik haklılığınız şüphe götürmez olacak; biz de göğüsleyemeyeceğimiz gerçeğe karşı şimdiki iyi niyetimize ilişkin anıları ve bir zamanlar karşısında olduğumuz gelenekleri kalkan yapıp size verdiğimiz emekleri silah diye kuşanarak direnmeye çalışacağız boş yere. O vakit anlamaya ve kalbinizi ve sözlerinizi anlaşılabilir ve ulaşılabilir bir kıvamda tutmaya çalışın yavrularım.

Eylül, kızım, ben doğumhaneden çıkan çocuğun kız olmasına sevinen adamları daima sevdim; onların kız çocuk arzulamakla eşlerine / sevgililerine duydukları sevgiyi kutsadıklarını düşündüm. Ben de, sende ve ablanda anneni çoğalttım yavrum. Asılla suret arasındaki birebirliğin asıl ve asıl arasında mümkün olamayacağını bile bile. Bildim ki, siz, ben ve annenizden bir parçaysanız, biz değil kendiniz olacaksınız. Çelişik gibi görünse de böylelikle bize benzeyeceksiniz. Çünkü anneni ve kendimi birkaç kelimeyle özetleyecek olsam şunları söylerim size: zekâ, inat ve başına buyrukluk. Sana Eylül gibi sonbaharın tüm hüzünlerini ve sancılarını kuşanmaya hazır ve üstüne her mevsim hazan yaprakları düşen bir ad vermekle hata mı ettik, bilemiyorum. Ben sadece adının bile sana özgü olmasını arzu ettim. Hüzne ve acıya uzak duramazsın ama en azından her insanın olduğu kadar yakın olmanı dilerim bu duygulara, daha fazla değil.

Ablanı, deli gönlün isteğini, yani Şeyda Gönül’ü, daima sev. Unutma ki, onun için biçilmiş bir ismi taşımaktasın ve o seni aylarca, tohum yağmuru bekler gibi bekledi. Ve hep olan oldu: Küçük, büyüğün öğretmeni oldu. Sen varlığınla ona sevgiyi; sevgiyi paylaşmayı, kıskançlığı, sevdiğini koruma duygusunu ve daha birçok şeyi öğrettin; tıpkı onun da bana ve annene çocuğu olmanın ne demek olduğunu, sebepsiz ve sınırsız sevgiyi ve aniden olgunlaşmayı ve direnmeyi öğrettiği gibi. Şeyda, güzel kızım, Bu mektubu okuduğun zamanki durumu tahmin bile edemem. Ben hâlâ yaşıyorsam belki bu mektupta yazamadıklarımı ya da yazmayı unuttuklarımı yüz yüze konuşuruz. Değilse, en baştan ve daima şunu bilmeni isterim: bulunduğun konumda seni memnun eden, değerli bir aile yadigârı gibi yanında taşımaktan onur duyduğun özelliklerin varsa bu hususta bana değil, annene şükran duymalısın. O daima gerçek bir anneden daha fazla biri ve eminim ki öyle kalacak. Sen ve kardeşin ona karşı daima saygılı olun isterim. Onun sevgisine açık tutun kendinizi. O sevgi size kadın olmanın onurunu ve hayata direnmenin yolunu öğretecektir. Yaşamayı sırf bunun için bile arzulayabilirim. Yirmi yıl sonra senin ve kardeşinin ne olacağınızı, ne yönde büyüdüğünüzü ve ne bileyim, örneğin, evdeki kitaplara nasıl davrandığınızı görmek için. Sizin bana benzemenizi istemem bu hususta; belki de gerçekten mutluluk ağacı değildir bilgi. Okuma ve öğrenme hastası olmayabilirsiniz. Çok kültürlü olmayabilirsiniz. Ama yirmi yıl sonra böyle bir deyiş bir anlam ifade ederse, vasiyetimdir: kültüre ve bilgiye açık olun. Anlamak derdinden uzaklaşmayın. Tersi insanlıktan uzaklaşmadır çünkü. Bunu da anlamaya çalışın. Minik kızlarım, Karşı cinsle ilişkilerinizde, ben muhafazakârlaşıp karşı çıksam bile, özgür olun. Ama ilişkilerdeki tarzınızın sizin kültürünüzün, kadınlık onurunuzun ve bedeninize duyduğunuz saygının birer göstergesi olduğunu bilin ve unutmayın. Aşkı göz ardı etmeyin; onun bizi içgüdüleriyle hareket eden hayvanlardan ayıran en önemli fark olduğunu; velakin gerçek değil, insanlık tarihi boyunca kurgulanmış kolektif ama yapay bir duygu olduğunu hep akılda tutun. Kanılması gereken yalanlar vardır ve onlara kanmazsak hayat dayanılmaz olur. Evreni aileniz sayın küçüklerim. Tabiatın süregiden ritminin, yani ilk bakışta anlaşılmaz görünen anarşik çalkantının devasa boyutlarını, tıpkı babanızı tanır gibi tanı maya ve anlamaya çalışın. O muazzam bütünü, biz şimdilerde puzzle diyoruz, bir yapboz gibi, diğer tüm bileşenlerle birlikte kavrayın ki insanın ve dolayısıyla kendinizin bir çakıltaşı kadar sıradan ve doğal olduğunu anlayasınız. Geriye baktığınızda, anne babanıza ilişkin en çok hatırlayacaklarınız onların çelişkileri olacak. Doğaldır bu. Bizler bir geçiş toplumunun tekleyen ritmini ezber eden bir toplumda büyüdük; gerçekten insan olmaya çalıştığımız her an, tarihin ve coğrafyanın günahları paçamızdan yapıştı. O yüzdendir bazen çok çağdaş (?) bazen çok ilkel olmamız. Üstelik paçamızdan yapışan sadece geçmiş de değil; sevgi de bağlar insanı. Sevgi de engeldir bazen. Ailelerimize duyduğumuz sevgi de (ki asla hak ettikleri kadar sevmedik onları ya da sevdik ama gösteremedik) yapıştı bize. O yüzden yavrularım, vasiyetimdir; bizi sevin, hoşumuza gider bu ama asla hayatınızın yörüngesini değiştirmesin bu sevgi, şimdi olduğu gibi başınıza buyruk olun. Hatalarınız da kendinize ait olsun. Zengin ailelerden gelmedik biz. Size bırakabileceklerimiz ancak çalışma hayatımızda biriktirebileceklerimiz olacak ve bunun çok fazla bir şey olacağını da sanmıyorum. Az çalıştığımızdan değil; belki herkesten çok çalışıyoruz. Ama bu gayret ancak, ekside başlamış bir hayatı artıya geçirmeye yetiyor. Daha da doğrusu, yeterse ne mutlu. Başkaları kadar zengin olamamaya kahrettiğiniz anlarda duruma bir de bu açıdan bakmaya çalışın. Şimdilik bu kadar yavrularım. Sizlere başka mektuplar da yazmaya çalışacağım. Yapabilirsem senede bir mektup.

Sevgiyle kalın. Gözlerinizden, yanınızda olmanın yenemediği bir hasretle öperim.


YÜCEL BALKU


10 Mayıs 2000, Bursa


ALINTI: ''Hayalet Gemi'nin unutulmaz isimlerinden Yücel Balku'nun Bitmemiş Külliyatı Can Yayınları tarafından yayımlanıyor ve kitaptaki öykülerden Akarib'i konuşacağız, Yücel'i ve Hayalet Gemi günlerini anacağız. ''( 13 Aralık Salı 20:00 IKSV SALON  -  MURAT GÜLSOY ) içeriğiyle, dün almış olduğum mail den alıntıladım. İlgilenir ve yazar hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz devamı aşağıda:

5 Aralık 2011 Pazartesi

DEMEK Kİ NEYMİŞ;



    Adı futbol; topla oynanan spor dallarından biri. ( Ayak Topu ) Sahada bir top, 22 oyuncu, 4 hakem. Saha kenarında yedek oyuncular, teknik direktörler, yardımcıları, gözlemciler...Ve milyonlarca izleyici. Türkiye'yi yerinden sallayan futbol! Ardında müthiş bir rant olmalı ki; tüm bunlar yaşanmış, bunca insan hapiste, bir o kadarı zan altında, bir grup savunmada, adı spor yorumcusu olan kimileri ise yüksek sesle konuşarak her yerde. Peki ya yağmur çamur demeden, haftasonları çocuklarıyla vakit geçirmeye tercih ederek tuttukları takımların maçlarına gitmek için yollara düşen, ekran karşısında onları izlerken heyecan duyan, takımları uğruna kavga eden, cebinde olan üç beş kuruşu ya da milyarları uğurlarına feda ederek maçlara bilet alan taraftarlar bu konuşmaların neresinde? Kimin, ne kadar umurunda?

   Ben neresindeyim? Kesinlikle hiç bir yerinde. Ama sesleri malesef hep kulaklarımda. Gerçi şükürler olsun son yıllarda azaldı. Eskiden seslerini Erdo'nunkinden fazla duyuyor olmamdan olsa gerek; Erman Toroğlu, Şansal Büyüka ve şimdi isimlerini google dan bakmaya üşendiğim birkaç isim rüyalarıma falan giriyorlardı. Kabus!

   Şu anda da televizyonda, Erman Toroğlu'nun da dahili olduğu, hararetli bir spor programı var. Konu; Fenerbahçe & Türkiye Futbol Federasyonu & UEFA & Şike. Kaç aydır konuşuyorlar? 3 Temmuz tarihinden beri. Tam beş aydır. Dur durak bilmeden konuşup duruyorlar. Belgeler, kayıtlar, avukatlar, futbolcular, kulüp başkanları, federasyon...

    Ben neredeyim? Hepsinin bu ülkeden sürülmesi hayalleri içindeyim. Bu ülke Kİ; yüzlerce can kaybının yaşandığı son Van depreminin üzerinden bu kadar vakit geçmesine rağmen hala soğuktan çocukların öldüğü, her gün kadınların dövülerek - vurularak - otoyollara atılarak katledildiği, çocukların çocukluklarının ellerinden alındığı, gencecik askerlerin şehit düştüğü, dilleri - inançları yüzünden birbirlerine düşürülmeye çalışılan insanların yaşadığı, öğretmenlerinin atanamadığı, marketten GDO'suz ürün alabilmek - denizlerde yaşayan balıklar için bile mücadele etmeye, seslerini duyurmaya çalışanların yaşadığı, ... bir ülke. Bu ülke Kİ; topraklarından düşündüğü, yazdığı, konuştuğu için sanatçıların sürülmüş olduğu şimdilerde ise hapiste olduğu bir ülke.

     Pekiii; şu an benim aklıma gelip de yukarıda sıralamış olduklarım, okurken sizin aklınıza gelmiş olanlardan hangisine çözüm bulabilmek için televizyon ekranlarında ve izlenme oranlarının bu kadar yüksek olduğu zaman diliminde ve aylarca ve belgelerle ve avukatlarla tartışıldı, konuşuldu? Büyük bir vahşet yaşansa, can kaybı çok olsa, haksızlığa uğrayanların sayısı ciddiye alınacak boyutta olsa bile en fazla kaç gün konuşuluyor? Konuşmayı geçtim. Hangisi hakkında bu kadar belge ortaya dökülüyor? Hangisinde gerçekleri su üstüne çıkartmak için bu kadar çaba sarfediliyor? Hangisinde bu kadar soru, hesap soruluyor? Bir de benim aklımın almadığı - alamadığı; bizim ülkemizde, yalnızca şu futbolu gündemden düşürecek kadar güçlü bir ''suni gündem'' maddesi olmaması. Demek ki neymiş; olaylar çözüm bulup sonuçlanana kadar gündemde tutulmak istenince tutulabiliniyor MUŞ.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

4 Aralık 2011 Pazar

DEDEMİN İNSANLARI


''Yaşanmış bir hikâyenin, yaşamayan insanlarına…''


Resmi web sitesinde sinopsis başlığı altında yazılmış olanlar:


'' DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.''


Mübadele, öteki olmak, nereye gidersen git bir yere ait olamamak, iki yaka, azınlıklar, ihtilaller, azıcık üç şekerli olmanın keyfi, daha bir çok yaşanmışlıklar, sorular. Ve film bitip de salondan çıkarken düşündüğüm şey: ''Neden'' sorusunun gerçekten cevaplanması en zor soru olduğuydu.


Hikayeyi filmin giriş sahnesinde, torunun iç sesinden dinlemişim zaten. Aslında Çağan Irmak'ın muhteşem anlatılıcığıyla benim dinleyip izlemiş olduğum hikaye demem daha doğru olacaktır. Gerçek sebepleri bilmeden, sonuçlarını değiştirmeye gücü yetemediği için, içlerinde sessiz isyan, haykırışlarıyla boyun eğmek zorunda kalmış, evlerini, topraklarını, hatıralarını, dostlarını yani bir parçalarını bırakıp göçmüş nice ailenin çocuklarının, torunlarının izlerken hissedecekleri muhakkak ki benimkinden farklı olacaktır. Ortak olacak olansa '' Neden '' sorusu.


Filmi uzun uzun anlatmanın pek anlamı yok bence. Filmin afişinde yer alan isimler izleyeceğinizin kalitesi hakkında fikir edinebilmeniz için yeterli. Söyleyebileceklerim yalnızca:  Çok güzel bir kitap okumuş gibi hissediyorum. Gözüm, kulağım, kalbim, beynim tatmin oldu. (bir de gözlerim ağlamaktan şişti.) Üstüne; elim Erdo'nun elinde, kafam omzunda ,'' Efendim Elif '', '' Oğuz! Kudurma oğlum '' demeden, yatmalarına ne kadar kaldığını hesaplamadan iki saat geçirmiş eve gelmişim. Buna sebep olmuş olması bile için yeterlidir.




İyi Pazarlar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL




2 Aralık 2011 Cuma

MELEKLER SARDI DÖRT YANIMI





     Son dönemde bir melek furyasıdır aldı başını gidiyor. Kişisel gelişim çabaları, Mevlana’ydı, Yunus’tu, kuantum du derken hepimiz ne aradığımızı bilerek ya da bilmeyerek -ha babam, de babam-  arayıp duruyoruz.  Ben kimlerdenim?, onlardan mıyım?, onlar kim?, ne zaman?, neden di?, yok ya değilim(?) gibi soruların içinde birbirimizi bırakın, kendimize yabancılaşmaya başladık. Yalnızlaşmaya başladık. Gerçi ben, en başından beri zaten yalnız olduğumuza inanıyorum o ayrı. Arada bir gözüme gözüme sokulmasa daha iyi olacak ama neyse. İnsan her şeye alışıyor. İşte tam da bu sebeplerden  ‘’melekler’’ bir çoğumuza bu kadar iyi geldi herhalde.

    Bizim ailede ‘’Meleklerle Yaşamak ‘’ kitabı başucunda olmayanı yok, şükür ki. Aramızda onlarla ilk tanışan ve en sevdikleri tartışmasız kardeşim Özlem. Geçen yaz dağda, kırda, bayırda elinde o kitap. Bi çıtırtımı duydu, gözünü ışık mı kamaştırdı, o gün kendini her zamankinden güzel mi hissediyor, kuş mu geldi, kedi mi kaçtı hemen kitaba bakmalı; melekler ne demek istediler acaba?  Hele rüyalarımız; sıkı takipteler. Bir de içinde rakamlar olanından görmeye dur. Dileğin olacak mı?, Melekler yanında mı?, Sana ihtiyaçları var mı? Öğrenmek için ya hemen kitabı açmalı ya da Özlem’i aramalısın. Şimdilerde her kim onlardan yardım isteyip otoparkta boş yer bulsa, ne zamandır arayıp da bulamadığı ürünü bulsa, içinde bulunduğu yoğun trafik birden açılıverse ‘’ Ayy Özlem’i andım Özgür. Kız valla meleklerden rica ettim oldu. ‘’ diyerek beni arıyor.

     Annem desen; kainat da uçuşan ne kadar tüğ varsa, gelip üzerine konacakları son durak olarak bizim hatunu belirlediler.

      Babama gelince; geçen gün öğrendim o da okumuş.

     Ben mi? Ben arada gidip geliyorum. Başım sıkışınca bir şansımı deneyeyim deyiverenlerdenim.  Yani bizimkisi, denize düşen – yılana sarılan arasındaki ilişki benzer bir şey. Tereddütlerim olduğundan olsa gerek sonuçlar pek iç açıcı değil. Neyse ki ; ‘’ Kaderde varsa …. , neye yarar direnmek.’’  Felsefesine inanan biriyim ki zorlanmadan kabullenebiliyorum. 

      Ama inkar edemeyeceğim bir şey var ki; vakti zamanında önüme iki seçenek sunulmuş olsaydı eğer, kesin melek olmayı seçerdim. Düşüncesi bile güzel. Ohhh pır pır. Kanatlarda var mis gibi. Uç uç dur. Seyret uzaktan insanoğlunun hallerini. SEYRET VE düşüp düşüp kalkmalarına, vazgeçmeyerek her seferinde tekrar güvenmelerine, başlarına gelen beklenmedik şeylere hala şaşırıyor olmalarına, … İNANAMA. En çok da, yürüdükleri yolun sonunu bildikleri halde nasıl bu kadar unutarak yaşayabildiklerine inanama. Ay yok istemem. Böyle bakınca düşüncesi o kadar hoş gelmedi. Melek bile dayanamaz bu hallere, melek halinle inip, kafalarına kafalarına indiresin gelir.

      Kafa yormamın pek manası yok gerçi. Hatırlayamadığım alemlerden birinde, bana bu iki seçenek sunulmuşsa bile, seçimi ne yönde yaptığım ortada. Yani el mahkum buradayım. Mecburcuyum. Her düşüşümde yara alsam da kalkmaya, her şeye rağmen güvenmek istemeye, kaç yaşına gelirsem geleyim şaşırmaya devam. Son durak konusuna gelince; orayı unutmadan da yaşayamam ki; ara sıra hatırlamayı ihmal etmemek şartıyla. İşte sevgili blog okurları:  Hayatın kısacık ve bu kadar çok bilinmeyenli bir denklem olduğuna inanıyor olduğum için diyorum ki; inandığımız da kendimizi huzurlu, mutlu, güvende, iyi hissettiren, dünyayı katlanabilir kılan her ne ise ona inanalım. Sonunda her koyun kendi bacağında asılmıyor mu?

      Herkese, hepimize iyi bir hafta sonu diliyorum. Işığınız parlasın, meleğiniz uçsun, Tanrı sizinle olsun, evren size çalışsın, dualar sizinle olsun ya da siz zaten bunlar olmadan da iyisiniz. Hiç biri tutmadı, uymadı mı size o halde annemin meşhur sözü dışında bir şey paklamaz sizi:

Ne Haliniz Varsa Görün…


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

30 Kasım 2011 Çarşamba

OD ( İSKENDER PALA )

Hakan Günday gibi sert, karanlık, sarsıcı, dili sansürsüz kullanan bir kalemden sonra İskender Pala okumak sakinleştirici etkisi yapar diye düşünmüştüm. Fakat ? Belki zamanlama hatası?.. Ama kitaptan bir tane de babama almış olmam tam isabetmiş. Çok keyif alarak okudu. Belki de içinde kendinden çok şey bulduğu için. Kısacası benim daha affedebilmek, bilmek, bilmemek, tanımak, anlamak, ..., -mek, -maklarla katedilecek çok yolum var(mış).


Her şeye rağmen, sorumluluk sahibi bir blog sahibi olarak, okumamış olanlar için kitapla ilgili fikir vereceğini düşündüğüm alıntıları sizlerle paylaşıyorum. Keyifle...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



Bu fenada bir garipsin


Gülme gülme, ağla gönül


Derdin dahi çoktur senin


Gülme gülme, ağla gönül


“Dağdan odun getiriyordum. Herkes ona odun diyordu; iki heceyle, OD-UN işte, ateş veren şey…Ama ben onun ilk hecesiyle ilgilendim, ateş olan kısmına, gönüllerde aşkı tutuşturan alevli kısmına, ‘OD’ a talip oldum. Herkes dağa odun için gittiğimi sanıyordu ama ben OD için gidiyordum”


Sorarsak '' Mal sahibi, mülk sahibi yoktur,'' diyor, sonunda da '' Mal da yalan şu dünyada, mülk de yalan,'' diyerek sözü bağlıyordu. Gitgide biz de böyle düşünmeye başladık; her şeyimizi paylaşma azmini edindik. Malımızı, mesaimizi, fikirlerimizi, ve elbette sevgilerimizi. Üzerinde Sitare nakışlı heybemiz hariç. O yalnızca benimdi. ( sayfa 60 )


... Sitare'nin doğru tespitlerde bulunduğuna inandım. En sonunda, '' Denge madde lehine bozulunca insanın nefsi, mana lehine bozulunca da ruhu öne çıkıyor, biri diğerini bastırıyor Can Yunus!'' dedi elimi tutarak ...           ( sayfa 67 )


... ağızda çiğnenmiş bir lokma olan şu dünyayı dahi yuttun tut. Ömür bir ok, zaman bir yay, bir el o yayı germiş, sen o yayı attın tut. Aldığın her nefes, keseden akmakta olan bir kum tanesi, kese ortalanmış ve sen kumu tükettin tut.'' ( sayfa 118 )


Gah eserim yeller gibi


 Gah tozarım yollar gibi


Gah akarım seller gibi


Gel gör beni aşk neyledi


Ben de anlayamamıştım; dışlarını süsleyerek ve onları başkalarına göstererek hükmeden mülkün sultanları mı; yoksa içlerini süsleyerek ve başkalarının içini görerek hükmeden gönlün sultanları mı üstündü?                           ( sayfa 156 )


'' Her zerresinde bir sağlık duy bedeninin, insanoğlu; her hücresinden bir inilti işit!.. Bir şehirsin çünkü sen, büyük ve derin... Yok yok!.. Bir değil, belki binlerce şehirsin hem!.. Ölümsüz ve doğumsuz, uçsuz ve bucaksız deryasın... Sayısız balıklar bulunur her deryada... Neden reddetmedesin sendeki erdemleri? Ve ne diye inkarcı başını kaşıyarak geçmede günler?!.. Ey insan! Ne diye durmadasın şu dünya denen mumun çevresinde şimdi; pervane misin? Öyleyse yak kanatlarını muma, yak ve arın. Çünkü bir nursun sen, nurdansın...Hani Tanrı nurundan... Ateşten değil... Hani şeytanın ateşinden... Uyan ey insan, her şey 'ben' den doğdu hep; benlikten doğdu... Öyleyse hep benden olsun feryadın, bütün şikayetin hep benden... Çünkü ölüm var. Herkese kendi rengindedir ölüm... İyi de görünür parlak bir aynada, kötü de!..................


     Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer; iyilikten, güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden... Geçip gitmede ömür... Umutlar hep yarın, yarın, yarın!... Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler... Aklını başına al kardeş! Günü, bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır...'' ( sayfa 164 - 165 )


Gözüm seni görmek için


Elim sana ermek için


Bugün canım yola koyan


Yarın seni bulmak için


Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder. Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmemek aynı değildir. Kurtulanlar, bilmediğini bilenlerle bildiğini bilmeyenlerdir. Onlar birbirini bilir, birbirinden bilir, birbiriyle bilir. ( sayfa 195 )


Anladım ki bu yalan dünyadadır; anladım ki evliya da olsa alan dünyadır. Kaçanın kurtulmadığı, şahin de olsa kanatları kıran dünyadır. Sevdiklerimizi alıp bizi ağlatan, Hazreti Süleyman da olsa tahtları viran eden dünyadır. ( sayfa 196 )


... ben yıllar yılı kuru odun taşırken yanan odu, biriken suyu taşırken gözdeki yaşı anlayamamışım. ( sayfa 218 )


Pişmanlık kadar insana yakışan bir hal tanımadım ben Molla Kasım. Düşün ki ateşe atılmış yanıyorsun, ama her yanış bir kere daha temizliyor seni. ( sayfa 220 )


Ten fanidir, can ölmez


Çün, gitti geri gelmez


Ölür ise ten ölür


Canlar ölesi değil


28 Kasım 2011 Pazartesi

HIRSIZ



    Son dönemde oğlum Oğuz'un (5) hırsızlarla kafayı tamamen bozmuş olması sebebiyle, sabah - akşam, soru cevap oynar olduk. Bu duruma paralel olarak; sitede ki güvenlik görevlilerini sıkı takibe aldı. Duyduğu her sesin nereden geldiğinden tam olarak emin olmak istiyor. Geceleri odasında uyumamak için türlü türlü bahaneler üretiyor. Kamera ve alarm düzeneğinin çalışma sistemini çözmesi de yakındır. Takıntısının başlaması ise bir kaç ay öncesine dayanıyor.

  Günlük sohbetlerimizden birinde konu geldi dayandı ejderhalara. Fakat hırsızlarla ne alakası var demeyin. Her zaman, konuşmaya başladığımız konuyla sonunda konuşuyor olduğumuz, beni şaşırtacak kadar alakasız olduğunda ben her türlüsüne hazırlıklıydım.

   Bu sefer durup dururken ''Bir ejderhayla karşılaşmak''  istemediğini söyledi. Ben de; bunun mümkün olmadığını, korkmamasını söyledim. Ve devam ettik:

''Neden anne?''

''Ejderhaların nesli tükendi çünkü.''

''Nesli tükenmek ne demek?''

''Çok uzun yıllar içinde bazı hayvan ve bitkilerin sayıları azalır. Sonunda da yok olurlar.''

''Yani şimdi yaşayan hiç ejderha yok mu?''

''Yok.''

Sessizlik...

''Hırsızlar?''

''Hırsızlar ne?'' İşte tam bu sırada, bir kaç gün önce seyrettiğimiz filmde ki bir sahnede, hırsızlık yapan birini ilk gördüğü an ve ben o adamın ne yaptığını ona anlatırken duyduğu şaşkınlığı geldi aklıma. Oğuz'un da aynı şeyi hatırladığı, daha sonrasında sormaya başladığı sorularla netleşti.

''Hırsızların nesli tükendi mi?''

''Hayır. Üzgünüm fakat hırsızların nesli tükenmedi.''

''Ne yapacağız peki?''

''Birbirimize göz-kulak olacağız. Yabancılara dikkat edeceğiz. Kapıyı yabancılara açmayacağız.''

''Bizim kapımıza gelirler mi?''

''Hayır. Güvenlik, siteye girmelerine izin vermez.''

''Heee. Yıllar geçince onların da nesli tükenecek mi?''

''Umarım.''

''Ben de umarım.''

  İşte aramızda geçen bu dialogdan beri bıkıp usanmadan hırsızlarla ilgili sorular soruyor. Ben de bıkarak ama mecburen cevaplıyorum. Verilen her açıklamanın ise yeni bir merak konusunun başlangıcı olması kaçınılmaz. Eklenen son merak edilenler:

- Tahta kurtları tükenir mi?( Her seferinde arkadaşım Feyza'yı sevgiyle anıyorum. )

- İnsanlar neden hayvanları kesiyorlar? Sonra tükendi diye üzülüp onları arıyorlar. O hayvanları hayvanat bahçelerine götürseler biz de özleyince gidip ziyaret etsek.

- Balıkçılar balıkların neslini tüketmeyemi çalışıyorlar? (Sezon açıldığından beri sabah erken saatlerde balıktan dönen motorları izleme keyfimiz bu soruyla anlam değiştirdi.)

    Çocuk yetiştirenler için klavuz olması gerektiğine olan inancım gittikçe güçleniyor. Şu piyasa da satılan modern anne-babalar için olanlardan bahsetmiyorum. Daha doğrusu onlar bizi kesecek gibi değiller. Ya da ben o kitaplarda bahsedilen ebeveynler kadar ''modern'' değilim. Modernlik bir kenara, normal olmadığım zaten kesindi de artık gidişat ta belirsiz. Bunlarla beraber bildiğim ve onlarla geçirdiğim her an olmasa bile inandığım tek bir şey var: ''Hayat çocuklarla çok güzel.''

    Herkese sağlık ve mutluluk dolu güzel bir hafta diliyorum. Kolay gelsin!


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

24 Kasım 2011 Perşembe



 

Gelecek nesilleri yetiştirmek gibi çok önemli, kutsal bir mesleği yürüttükleri gerçeğinin unutulduğu, göz ardı edildiği, önlerine engeller çıkan, çıkartılan Türkiye Cumhuriyet'i sınırları içinde, tüm zorluklara ve edaletsizliklere rağmen mücadeleyi bırakmayan öğretmenlerimizin önünde saygıyla eğiliyorum. Tüm öğretmenlerimizin ''Öğretmenler Günü'' kutlu olsun.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Kasım 2011 Çarşamba

BÜYÜMEYECEĞİZ

 

 

   ‘’ Başar’lar iki yıla kadar buraya taşınabilirlermiş anne.’’ dedi Öykü, şehir dışında yaşayan erkek arkadaşından bahsediyordu. Yeşim, unlamış olduğu balıkları bir bir içindeki yağ kızmış olan tavaya atıyordu. Günlerdir düşünüp duruyordu; kocasıyla on altı yıldır beraber yürürken ne kadar çok şeyi yollarda kaybetmiş olduklarını. On bir yaşında, ergenliğin başında olan kızına verdiği yanıtta dalıp gittiği düşüncelerinin içinden çıkıp geldi. 

‘’ İki yıl sonra siz çoktan ayrılmış olursunuz. Birbirinize de unutmuş.’’

‘’ Neden anne? ‘’

 ‘’ Büyüdükçe sıkılırsınız birbirinizden. İnsanlar büyüdükçe değişir, unuturlar Öykü.’’

‘’ Siz unuttunuz mu anne? ‘’

‘’ Senin, sizin gibi görüp, hissedebiliyor olmak için feda edebileceğim çok ama çok şey var, desem.’’

‘’ Nasıl yani…’’

‘’ Öykü’cüğüm maalesef hiçbir şey aynı kalmıyor.’’

     Sustu Öykü. Gözleri dolmuş ve içlerine bir sürü soru işareti yerleşmişti. Odasına gitti. Kapıyı kapattı.Başar’ı kaybetme ihtimali ilk defa aklına geliyordu. Hayatları boyunca beraber olacaklarına inanmışlardı. Oyun parkında kendisini bekleyenin hep Başar olmasını istiyor ve böyle olacağına inanıyordu. Sonra bilgisayar ekranının başına geçip Başar’ın çevirim içi olup olmadığını kontrol etti. Şükürler olsun oradaydı. Parmakları tuşlara dokundu ve yazmaya başladı. Mutfağa, annesinin yanına döndüğünde sorularına cevap bulmuş birinin kendinden emin ifadesi yerleşmişti yüzüne.

‘’ Anne söylemiş olduğun şeyi Başar’a söyledim. Ama biz hiç ayrılmayacağız bilmelisin.’’

‘’ Umarım tatlım. Peki nasıl bir çözüm buldunuz.’’

‘’ Büyümemeye karar verdik. Biz hiç büyümeyeceğiz.’’

     Salataya doğramak için eline almış olduğu yeşilliklere bakarken Öykü’nün vermiş olduğu yanıtla gözleri doldu Yeşim’in. Tüm çocukluklarıyla bulmuş oldukları çözümü duyunca ne yapmış olduğunun farkına vardı. Kızının sorusuna bunca büyük bir yanıt vermiş olduğu için pişman oldu. Ve zaten çok gerilerde kalmış olan masum, saf çocukluğunun ondan ne kadar uzaklaşmış olduğunun bir kere daha farkına vardı. Çaresizce özlediği çocukluğu çok uzaklarda kalmıştı.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

20 Kasım 2011 Pazar

BENİ UNUTMA ( ALİ POYRAZOĞLU )



'' Beni Unutma '' yavaş yavaş hafızasının yok olup gittiği gerçeğiyle karşı karşıya kalan bir matematik profesörünün ve ailesinin öyküsünü konu alıyor. Alzheimer hastalığının sinsi bir biçimde ortaya çıkışındaki evreleri ve unutkanlıkla başlayan hastalığın, hastayı geçmişiyle olan bütün bağların koptuğu bir sona doğru sürüklemesi oyunun çatısını oluşturuyor.

Bireysel alzheimerın öyküsünün, toplumsal unutkanlığa dönüşmesinin; bireyde başlayan geçmişi unutma, yok sayma, sıfırlamaya çalışma halinin toplumun bilinç altına sızmasının başarıyla anlatıldığı oyun ağırbaşlı bir güldürü.


İşte biz; altı yetişkin, bu ağırbaşlı oyundan çıktığımızda dağılmıştık. Bir suskunluk...Sorular...Başa gelmeden anlaşılayamayacak, başa gelmeden nasıl tepki verileceği - ne halt edileceği - bilinemeyen sonsuz sayıda ihtimalden biri daha. '' Bizim ailemizden birinin başına gelse ne yaparız. '' - '' Benim başıma gelse ne yapsınlar isterim?''. Ama dileyeceğimiz tek şey Ali Poyrazoğlu'nun alzheimer geçiren öğretmenininkiyle ortak olurdu herhalde '' UNUTULMAMAK ''.


Özdemir Çiftçioğlu, Eser Ali Yıldırım, Nur Gürkan'ın iyi oyunculukları, Ali Poyrazoğlu'nun oyunculuğu ve mükemmel hikaye anlatıcılığıyla birleşince ortaya çıkanın kalitesinden bahsetmeye zaten gerek yok.


Aslında  bakıma muhtaç hasta olmak, hasta yakını olmakla ilgili yazmak istediğim başka şeyler de var. Ama bu gece bir kafayı toplayamama durumu yaşıyorum. Yalnızca haber vereyim dedim; Ali Poyrazoğlu'nun sosyal sorumluluk projesi kapsamında, sınırlı sayıda sahnelenecek ''Beni Unutma '' adlı oyunu başladı.


Herkese, hepimize sağlıklı, kimseye muhtaç olmadan yaşanacak yıllar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

18 Kasım 2011 Cuma

Sen olmasan evren bir parça eksik olurdu

Hayatın tadını çıkartmayı unuttuk. Çocukluktan beri bize verilen hedefleri başarmaya çalışıyoruz. Kendi yeteneklerimizi, kendi keskin olduğumuz yanları ortaya çıkarmak yerine, sanki her konuda mükemmel olmak zorundaymışız gibi yarışıp duruyoruz. Yarıştıkça karşılaştırıyoruz, karşılaştırdıkça da kendimizi eksik hissedip mutsuz oluyoruz.


Osho diyor ki: Bir ot parçasına da, en büyük yıldız kadar ihtiyaç duyulur. Ot parçası olmadan, Tanrı, olduğundan eksik olacaktır. Guguk kuşunun sesine de herhangi bir Buda kadar ihtiyaç duyulur. Guguk kuşu yoksa dünya daha eksik, daha fakir olacaktır.


Biz her halimizle yeterliyiz, her halimizle güzeliz. Ancak bize öğretilen çok fazla "meli" "malı" var. Başarılı olmalısın, güzel olmalısın gibi. Bunları fark edip temizlemedikçe başkalarının talep ettiği hayatları yaşıyoruz. Onların belirlediği güzelliğe, başarıya göre davranmak durumunda kalıyoruz. Sonuçta kendi ihtiyaçlarımızı doyuramadığımız için aç kalıyoruz.


Çok azımız uyanıp da "Acaba ben ne istiyorum?" diye soruyor. İçindeki anne babayı susturamayanlar, kendi hayatlarını değil onların beklediği hayatları yaşıyorlar. Bu öyle bir ikilem ki kendi istediği hayatı da seçse, anne babasının istediği hayatı da seçse hep suçluluk duyuyor. Yapmamız gereken tek şey o kafamızdaki anne baba sesini kısıp kendi ihtiyaçlarımızı dinlemeye başlamak.


Kendimizle iletişim kurmayı bilmediğimiz için başkaları ile de bilmiyoruz. İfade edilmeyen her kızgınlık, her suçluluk bizi şişirmeye devam ediyor. İhtiyaçlarımızı söylemeyi bilmediğimiz için aç kalmaya devam ediyoruz. Aç kalınca; hayattan alamadığımız tadı çikolatadan, alışverişten almaya çalışıyoruz.


Karşılaştırma sadece başkaları ile değil. Kendimizi de kendimizle karşılaştırıp duruyoruz. Dünkü halimizi beğenmiyoruz. Aldığımız kararları beğenmiyoruz. Halbuki o zaman da bildiğimizin en iyisini yapmıştık. Elimizdeki seçeneklerin içinden en iyi ikinciyi seçmemiştik ki? Bunu unutuyoruz. Şimdi olaylara daha geniş açıdan bakıp, farklı değerlendirebildiğimiz için sevinmek yerine buradan da bir suçluluk yaratıyoruz.


Suçluluk duyan insanların bir kısmı bu durumdan kurtulmak isterken bir kısmı da aslında bu durumun sürmesini istiyor. Acı çekmekten zevk alıyorlar. Kendilerini kamçılamayı alışkanlık haline getirmişler. Herhangi bir olayın içinden kendilerini suçlayacak kısmı cımbızla çekip çıkarabiliyorlar. Sonra bir mücevher tasarımcısı gibi özenle üzerinde çalışarak onu daha da süsleyip büyütüyorlar.




  • Herhangi bir olay seç,

  • Bu olayda yanlış ya da eksik bir şey bul,

  • Bulduğunu ben yetersizim, yapamıyorum düşüncesi ile harmanla

  • Ve güzelce kendini suçlamaya başla... (İptal)


Bu 4 adımlık döngünün herhangi bir yerinde kendimizi yakalayabilirsek, kolayca onun dışına da çıkabiliriz.


Ne kadar çok sevildiğimizi kendimize hatırlatalım. Ayna karşısında her bir noktamıza methiyeler düzelim. Kendimize karşı cinsin ağzından bir aşk mektubu, çocuğumuzun ağzından bir sevgi mektubu yazalım. Bol bol elimizdekilere şükredelim.


Biz olmasaydık evren bir parça eksik olurdu... Biz her zaman seviliyoruz. Her halimizle, daima mükemmeliz.


YAŞAM KOÇU


HAKAN ARABACIOĞLU

17 Kasım 2011 Perşembe

sarıp sarmalanma zamanı







 

''Çok uğraşırsam kendimi boğma noktasına geliyorum. Üstünkörü atsam oradan buradan sarkıyor. Onlar olmadan da çıkamıyorum'' diyenlerdenseniz izleyin.

16 Kasım 2011 Çarşamba

NE OLURSA OLSUN YAŞAMAYA MECBURUZ

KİNYAS VE KAYRA


         Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekan ve zamandan kopalı yıllar oldu. Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne demek olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecektir. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. ( sayfa 22 )


'' Seni anlıyorum '' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada...Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamdan, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir. ( sayfa 188 )


'' Kayra, ' Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün ' demiştik. ( sayfa 255 )


Ben sadece fazlasıyla ciddiye almıştım, küçükken babamın birini üzdüğümde söylediği o sözü. '' Kendini karşındakinin yerine koy.'' Ve ilk başlarda bunu o kadar çok yapmıştım ki, bir gün dönüş yolunu yani kendimi bulamadım ve beynimin bir parçası boşlukta uçuşan, hayata uzaktan bakan, sadece seyreden bir çift göze dönüştü. Bütün duyguları bilen ama hissetmeyen biri oldu ...( sayfa 340 )

........., filozofların kestikleri raconu: '' Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.'' Yanılıyor hepsi de. İnsan, hiçbir şeyi değil, her şeyi bildiği için mutsuz. Ben her şeyi biliyorum. Ve bunlar, yürürken dengemi bozacak kadar ağır geliyor. Tek istediğim kurtulmak hepsinden, bütün bilgilerden, bütün düşüncelerden. Geri dönmek hiç doğmamış Kayra'ya. Ve en kötüsü, biliyorum ki, dünyaya, .......( sayfa 369 )


Sütün bütün pislikleri temizlediğine inanırdım çocukken. Her gizli içtiğim sigara ve içkiden sonra süt içerdim. Annemin beni tanıyabilmesi için ağzımın süt kokmasını isterdim. ( sayfa 454 )

Görünmez ve adı konulamaz bir zorunluluk. Madem doğdun, yaşayacaksın! Ne kadar acı çeksende, ne kadar kendinden nefret etsen de, nefes almaya, uyanmaya devam edeceksin. Çünkü insansın. Doğal değilsin. Doğanın üstündesin! Dünyanın Tanrısı sensin!..( sayfa 538 )


''Ölmeye hepimiz mecburuz! Kolaysa yaşamaya mecbur ol! ''


HAKAN GÜNDAY


Dün gece bitirmiş olduğum Hakan Günday'ın kitabı '' Kinya ve Kayra ''dan sonra yazacak pek bir şeyin yok. Yukarıda ki alıntılardan anlaşılacağı üzere tek şey var: yaşamaya mecburuz. Sevgiyle... ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


VE MÜZİK: Bulutsuzluk Özlemi - Yaşamaya Mecbursun

14 Kasım 2011 Pazartesi

SELAM OLSUN

Cumartesi sabahı uyandım. Bir heyecan, içim kıpır kıpır. Kafamda tek cümle; ‘’Kitap ve kahve kokusu ‘’. Evet. Geçen görüşmemizde kitap fuarına gitme planını yaparken Belgin’in söylemiş olduğu şey heyecanımın ifadesi oldu.

  Sabah yapmam gereken ilk iş; evdekileri hemen organize etmeliydim. Etmeliydim ki, aklım kimsede kalmasın. Oğuz, Erdo ile beraber tiyatroya yollandılar. Elf desen, hatun her daim programlı. Kahvaltıyı es geçip çabuk tarafından bir duş veeee Belgin’in evinin kapısındayım. Bizimle beraber gelebilmek için gözyaşı döken Deniz’de (Belgin’in kızı) sarkıtmış olduğu dudaklarıyla binince arabaya, ben tamamdım. Bizi görseniz pür telaş, neşe. Hava soğukmuş, yağmur varmış vız gelir.  

   Nihayet Beylikdüzü Tüyap'ın giriş kapısındaydık. Salona girdik. Ve kokladık. İçimize çektik kitap kokusunu. Oyuncakçı dükkanına girmiş birer çocuk oluverdik.

   Benim gözüm bir yandan saatte. Söz verdim ya o saatte orada olmalı, heyecanını paylaşmalıyım. Daha hiç yüz yüze gelmemiş olmamız bunu engelleyemiyor. En azından benim için öyle. Kim mi? Fatma Burçak. ( http://fatmaburchak.blogspot.com/ ).Yeni kitabıyla orada olacaktı. Standın önüne geldiğimde, kalabalıktan fazla sohbet edememiş olsak ta nihayet tanıştık. Kitabına yolculuğunda başarılar dileyerek ayrıldık. Bu arada kitabının adı ‘’Her Şey İçinde Saklı ‘’

   Daha sonra imza günü olan yazarların bir çoğunun stantlarına da uğradık. Oğuz’a aldığımız kitapları imzalattık. Çocuk kitapları konusunda müthiş geniş bu yıl ki fuar. Daha önceki yıllarda bu kadar yer verilmiyordu. Çok sevindirici.  Everest Yayınlarının düzenlediği ve altıncısı düzenlenen ‘’En iyi roman ‘’ ödül törenine katıldık. Belgin’le benim ağızlar kulaklarda. Tabi hemen aşağıya inip genç yazarın kitabını almayı ihmal etmedik.( Serhan Ergin ''Yürek Tutsağı'') Hıfzı Topuz kitaplarını imzalarken karşısına dikilip uzun uzun izledik. İskender Pala için uzanan imza kuyruğun sonunu bulamadan vazgeçtik.

   Kahve! Arkadaşımın eski patronu ve çok yakını olan Everest Yayınlarının sahibiyle içtik kahvelerimizi. Keyifli sohbeti eşliğinde. Çıktığımızda hepimizin aklında tek şey vardı: bir an önce eve gidip, kitapları inceleyebilmek. Öylede yaptık. Yaydım hepsini yazı masamın üzerine, aldım elime kahvemi, evde ki yalnız saatlerim son bulana kadar keyif yaptım. Pazar akşam saatlerinde aldığım bir habere kadar her şey yolundaydı.

  Bloglara göz atmak için bilgisayar ekranını açtığımda, Kara Kalem’in bloğunda gördüğüm vefat haberini okuyunca donup kaldım. Blog yazarı Ahmet’in vefat haberiydi. Arkadaşları yayınlamışlar. 12 Eylül tarihinde paylaşmıştım sizlerle Ahmet’in kitabını. (http://ozgurtamsen.wordpress.com/2011/09/12/kayboldum/ ) Ölümünden birkaç gün önce kitabının satış rakamlarını paylaşmış ve kırgın olmadığını yazmıştı.( kapitalist düzenin kuralı: imaj, reklam her şeydir.) Hakkında yazmış olduğum yazıyı okumuşsanız içinde neler olduğunu, popüler kitapçıların reyonlarını süsleyen, içleri bomboş, popüler kitaplardan çok üstün olduğunu az çok biliyorsunuzdur. Kaybetmiş olduğu eşinin gökyüzünde bir yıldız olduğunu ve kızıyla Ahmet’i her zaman izliyor olduğuna inanırdı. 10 Kasım sabahı; düzenle kavgalı, insanlarla barışık dopdolu ama yorgun kalbi dayanamadı. Artık kaymasından korktuğumuz diğer kaybettiklerimiz gibi o da gökyüzünde bir yıldız. Buradan sizin nezdinizde bir selam yollamak istedim Ahmet’e.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

kara kalem: VEFAT HABERİ

kara kalem: VEFAT HABERİ

10 Kasım 2011 Perşembe

ÇOK YORGUNUM

  Çok yorgunum. Yüzüp yüzüp bir damla suda boğulmaktan. Haklı çıkmak istemekten. Haklı bulmaya çalışmaktan. Aklıma gelen her düşünceyle savaşmaktan. Uyumaya korkar olduğum geceler tekrar benimleler. Rüya görmekten öylesine korkuyorum ki. Sabahları uyandığımda kenetlenmiş olan dişlerin acı veriyor. Düşünün ki gün içinde hissettiklerim bir kenara, uyurken neler yaşıyorum. Uyandığımda gördüklerimi de sevmiyorum. Ama tekrar uyumaktan da çok korkuyorum.

   Dün gece bulutlar yavaş yavaş alçaldılar. Puslu, korkutucu bir griye büründü tüm gökyüzü. Sonra pencereden görebildiğim her bacadan dumanlar, alevler çıkmaya başladı. Birden kendimi apartmanlardan birinin bodrum katında, doğalgaz vanasını ararken buldum. ‘’ Bu kadar insan için bir kişi feda olacaksa ben olabilirim o ‘’ düşüncesi vardı kafamda. Çaresizce aradım vanayı. Ama yok bulamadım. Çaresizliğimin rengi koyu gri. Sardı sarmaladı beni. Birini aramaya başladım, kimi aradığımı bilmeden. Koşup durdum. Yoktu. O kim olduğunu bilmediğim biri. Uyandığımda sıkı sıkıya kapattığım ellerim, kenetlercesine sıktığım dişlerim ve gözlerimde gözyaşı. Sustum. 

  Boğazımda bir yumru; çığlık mı atsam, böğüre böğüre ağlasam mı, kusarcasına haykırsam mı bilemediğim. Başımda dolanıp duran ağrı, tutunacak bir yer arıyor. Bulsa tutunup ızdırap vereceği yerimi, çekip gidecek bir süre sonra biliyorum. Ama yok o da eşlik edip perçinlemek istiyor ızdırabımı. Ne ara yoruldum bu kadar. Hayat ne ara yordu bunca beni? Ne zaman vazgeçtim anlatmaktan.

  Herkesin seçtiği rolleri oynadığı kocaman tiyatro sahnesinde ayakta duramadım. Daha doğrusu rolüm belli değil. İçimde o kadar çok ben var ki…Hepsiyle baş edemiyorum galiba. Edemeyeceğim. Aslını göremediğim yüzler, dediğini anlayamadığım sesler var. Karşılarında ben; sus pus. Bir de peşlerine baş ağrım takıldı, koşturup duruyorlar.

Dedim ya ‘’ Çok yorgunum. ‘’


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

7 Kasım 2011 Pazartesi

hayattan ne öğrendiler? ( CEM KARACA )



  • Hayatta, insanın anasından babasından gayri gerçek anlamda yar olmadığını...

  • Anamı ve babamı yitirdikten sonra çok yerindim.

  • ''Maymunum oynarken, tenceremde kaynarken, hay hay'' diyenin, etrafımda bol olduğunu...

  • Hele bir de olaylar biraz ters vurunca, çevremde kalanların ki çok azdılar, onların değerini bilmeyi...

  • Şu fani dünyada, işte geldik gidiyoruz bilinmez bir diyara, eskiden karpuz idik döndürmeye çalışıyorlar hıyara...

  • Dostlar ki beş tane ise, çok şanslı olduğumuzu...

  • Tanışınız bol, yedirilmeye çalışılan kazığınız az olsun. Ama her şeye rağmen, insanlara, sımsıcak sağ elimi uzatmayı. Ya tutar bükerler kolunuzu ya da merhabamız yaşımızla beraber eskir.


CEM KARACA


( müzisyen, 1945 - 2006 )

2 Kasım 2011 Çarşamba

YAĞMURLU SABAHLAR

Sabah uyandığında ona ilk merhaba diyen yağmur olmuştu. Küçük bedenini yorganın altından çıkartmak istemiyordu. Annesinin uyanmış, kahvaltıyı hazırladıktan sonra odasına gelerek bu yorganın altından, sımsıcak kucaklayarak onu almasını beklemekten yorulmuş ve çoktan vazgeçmişti. Odada bekleyen soğukla yüzleşmek zorunda olduğunun bilincinde olarak kalktı yatağından. Başucunda duran sandalyenin üzerine geceden hazırlamış olduğu formasını giydi. Çantasını aldı eline. Yüzünü yıkamayacaktı bu sabah.

    Odasının her seferinde gıcırdayarak açılan kapısından koridora çıktığında evin henüz aydınlanmamış olduğunu gördü. Ayakkabılığın üzerinde duran, ısıtmayacak olsa da ıslanmasına engel olacak olan mavi yağmurluğu geçirdi üzerine. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken o küçücük elleriyle; evde yapayalnız hissetti kendini. Ardından tüm gücüyle çekerken sokak kapısını, tek amacı hala uyumakta olan annesini rahatsız edebilmekti. Büyüdüğünde her sabah o kucaklayıp alacaktı çocuğunu yatağından, ısıtacaktı nefesiyle, gülüşüyle. O yolcu edecekti okuluna. Özellikle bu sabah ki gibi yağmurlu sabahlarda.

    Hüzünlü oluyordu yağmur yağdığında. Bütün dünya ağlıyormuş gibi geliyordu. Düşüp dizini yaraladığı için, şeker istediği için, karnı aç olduğu için ya da annesi onu sevmediği için ağlıyordu dünya. Başka ne sebeple ağlanabilinirdi ki. Neyse ki o büyüdüğü zaman bütün yaraları sarabilecekti. Her şeyi düzeltecekti. Ayakkabılarından giren yağmur sularının ıslattığı çorapları yüzünden ağlamak isteyen çocukları da bulacak, avutacak, kurutacaktı. Ayağına ne kadar küçülmüş olurlarsa olsunlar giyseydi keşke siyah eski çizmelerini. Şimdi bunca ıslandığında pişman oldu giymediği için. Annesi -bakarız- demişti ama ne zaman onu söylememişti. Uyandırıp sorsa mıydı? Yok, yok. Annesinin odasına sinmiş, adlandıramadığı kokuyu duymaktan ya da uyanamamış, anlamaz bakışlarıyla karşılaşmaktansa ıslanmış çoraplarıyla okula gidiyor olmayı tercih ederdi. Etmişti de zaten.

Ne yapmıştı O annesine? Neden sevmiyordu O'nu?


    Çocukluğunun çok uzaklarda kaldığı bu sabahta yağmurlu bir sabaha uyandığında biliyordu ki; O bir şey yapmamıştı annesine. Ve annesinin asıl sevmediği O değildi. Yani O'nun bir suçu yoktu. Karanlık sabahlarda yalnız kalkarak, karnı aç olduğu için, çorapları ıslandığı için ağlayarak, yalnız kalarak bedel ödeyeceği hiç bir suçu yoktu. Ve bugün artık biliyor ki; dünya çok başka şeyler için ağlıyor. Onun yapabildiği ise yalnızca kendine ait küçük dünyasını aydınlık, güneşli tutmaya çalışmaktı. Gün gelip tüm dünya içinde güneşin doğacağı günleri hayal ederek. Kim bilir? Belki bir gün...

    Şimdi kalkıp kahvaltıyı hazırlamalı ve yatağında uyuyan çocuğunu güzel bir güne başlaması için öpüp koklayarak uyandırmalıydı.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

31 Ekim 2011 Pazartesi

BİTTİ

Geçen hafta sonunu Oğuz’la baş başa geçirdik. Baş başa pek doğru olmadı. Oradan oraya ve yollarda  demek daha doğru olur sanırım. Cumartesi saç tıraşıydı, yemek, uykuydu dedikten sonra akşamüzeri bindik arabaya vardık Baran’ımızın doğum gününü kutlamak için Önder’lere – kendisi erkek kardeşim olur.- Onlara gitmek demek; Boğaziçi Köprüsü’nden geçmek demek. Köprüden Oğuz’la beraber geçmek demek; en sağda ki şeritten ağır ağır ilerlemek, vapurlar – kıtalar- deniz – denizin derinliği  hakkında bildiğim, bilebildiğim ne var ne yoksa anlatmak demek. Soruların sonu gelmeyince de ‘’Yeter anneciğim. Biraz uyumayı denesene.’’ diyerek kestirip atmak istemek.

    Neyse sağ salim vardık. Şebo’nun özenle hazırlamış olduğu doğum günü organizasyonunu kazasız belasız, süsleri parçalamadan atlattık. Şebo'nun pişirdiği lezzetli yemekleri yemekti, sohbetti çaydı derken  Oğuz’un mıncıklamalarından arta kalan enfes pastayı yedikten sonra Baran’ı öpüp koklayıp ayrıldık. Sonra ver elini Çekmeköy. Evet! Özlem’lerin peşine takılıp bastık gaza…Bu defa benim araba Oğuz’la beraber kim vardı? Duygu! ( 8 ) Yol boyunca Oğuz’a lunapark tecrübelerini anlattı. Ta ki Oğuz ‘’ Daha fazla anlatma. Belki uyuyamam ‘’ diyene kadar. Çünkü; anlattıkları benim bile giremediğim, yaş sınırı olan korku tünelleri, baş döndürücü gondollardan ibaretti. Ama Pazar günü öğleden sonrasına kadar süren beraberliğimiz boyunca Duygu Oğuz’la ilgilenmeseydi halimiz nice olurdu, demeden geçemem. Faaliyet manyağı oldular. Öğretmencilik oyununda ise hiçbir eksik bırakmadılar.

     Bütün bunlar olurken Özlem ve benim neler yaptığımız konusunda bir şey yazmama bilmem gerek var mı? Kah mutfakta, kah salonda ya da balkon da kahvenin türlü türlü hallerini tadıp durduk.

     Evet! Asıl bomba: Pazar dönüş yolculuğumuz iki saati aşkın sürdü. Bu iki saatte neler yaşadık; feribot sırası beklerken kuşları besleyen, beslemekle kalmayıp elimizde ki kek bitince arkadaki arabada çekirdek yiyen adamdan camdan sarkıp bağırmak suretiyle çekirdek isteyen Oğuz. Karşı kıyıya geçene kadar takribi beş – altı kez Kızkulesi, Galata Kulesi, Martılar’la ilgili hikayeleri anlatmak ve bitmeye sorularına cevap vermek zorunda kalan ben. Sonunda Hazarfen  Çelebi gibi uçup uçamayacağını sorana kadar. Bu günden sonra çocuklara mümkün olduğunca az şey anlatmaya karar vermiş bulunuyorum. Bitti. Gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor yaşadıklarım. Geçenlerde kendimi ahtapotlarla savaş serüvenimi anlatırken buluverdim. Halbuki yok öyle birşey. Herif sorularıyla ne noktalara getiriyor beni, düşünün artık. 

      Eve gelir gelmez Oğuz'u emin ellere teslim edip attım kendimi banyoya. Suyu yiyince iyice mayıştım mı? Saat sekizde feci bir uyuma isteğiyle girdim yatağa. Dön baba dönelim, uyku muyku yok. Kendimi şuursuzca televizyona teslim ettim. Ama kelimenin tam anlamıyla ‘’şuursuzca’’. Neden mi? Ne seyrettiğimi bile hatırlamıyorum. Yalnızca ekrana öylece baktım. Öküz – tren misali. Uyduğum da saat tahminimce onbir kırkbeş falandı.  

      Sabah uyandığımda iş günü olduğu için şükür ettim. Daha Oğuz tam uyanmadan da evden çıktım.

– ya da kaçtım -


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Ekim 2011 Cumartesi

MASAMIN BAŞINDA

  Odamdaki masa da, soluk abajur ışığının altında kaç saat oturdum bilmiyorum. Elimde tuttuğum kalemle önümde ki boş sayfaya ne kadar baktım. Geçen derste hocanın dediği gibiydi. Beyaz boş sayfanın karşısında hissettiğim ‘’sonsuzluk’’ hissi. Saatler boyu bekliyorsun düşüncelerinin sonsuzlukta bir engele çarpmasını. Ki bu engel sınırın olsun. İçinde hikayeler kurabileceğin sınırlı bir alan. Yoksa hikayeler, izler, yaşananlar, rüyalar…sonsuz. Ve anlatılmayan hikaye kalmamış sayısız kitap sayfalarında.


 


     Orhan Pamuk’un son kitabında yazdığı gibi kitaplar; içlerinde geçmişi, yaşanmışlıkları saklayan çok değerli birer kütüphane aslında. Somut olarak içlerinde gezemesek, dokunamasak, duyamasak ta iyi bir kalemin ucundan çıkan kitaplar kadar iyi hiçbir şey anlatamaz, hissettiremez bize geçmişi. Bazen gelecekle ilgili hayallerin en güzellerini kurmamıza aracı olan gene kitaplar değiller mi?


 


      Gün olur düşersin bir sözcüğün, bir tebessümün, bir bakış, gözyaşının seni sürüklediği ya da hatırlattığı şeyin peşine. Avare avare bakar olursun her şeye, aklındakiyle. Geçen gün Fatma Burçak not düşmüştü: -Sokaklardayım, kelimelerle kavgalı- diye. Aynen öyle işte kavga devam eder ta ki hikaye çıkana, sizi içine alana kadar.


 


       Masamın üzerinde duran, bu boş sayfaya sırtımı dönüp yatacağım şimdi. Kalemin üzerinde oradan oraya savrulana, kendisini kaybedercesine yazana  kadar kafamda sayısız kelimelerin kavga edeceğini bile bile. Hadi size iyi geceler. Bana uykular haram, günler zindan…


 


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Ekim 2011 Perşembe

ZAMAN



   Haftalardır hissettiği ve git gide büyüyen acıyla hiçbir şey göremez duruma gelmişti o sabah evinden kendisini atarcasına çıkan Aslı. Mert’e duyduğu özlem öylesine sarmıştı ki her yanını görebildiği her şey zifiri karanlıktı. Yataktan o an kalkmışçasına dağınıktı saçları. Onları bir arada tutan tokadan ha kurtuldu ha kurtulacaklardı. Mert yoktu artık. Hayattayken koklayıp okşadığı bu saçlar eskisi gibi parlayıp, dalgalanacaklar mıydı? Rengi solmuş pantolonunu durmadan, aslında farkında olmadan sürekli çekiştirip durmasına rağmen ayaklarına dolanan paçaları yüzünden arada tökezliyordu. Altlarında ki mor halkalar daha da belirginleşmiş olan gözlerinden akan yaşlar, Mert’in ani ölüm haberini aldığı andan beri hiç durmamıştı. Dönüşü olmayan ve tarifsiz acı veren ayrılıkları için ağlıyordu.


  Apartmandan çıktığında yüzüne çarpan rüzgardan başı döndü. Rüzgara da öfkelendi, darıldı. Sürekli çevresinde dolanıp duran, telefon ederek O’nu avutmaya  çalışan ve hiç birinin O’nu anlamadığına inandığı herkese karşı duyduğu öfke gibi. ‘’Sende mi?’’ diye söylendi arabaya doğru koşarcasına giderken. ‘’Sende mi savuracaksın oradan oraya beni. Sevmiyorum seni ey deli rüzgar. Ben denizleri severim. İçinde atılan iyilikleri, dilekleri biriktiren denizleri. Şimdi alsa beni dalgalarının arasına yanan, kanayan, acıyan her yerime, her şeyime iyi gelirdi. İçimde gün be gün büyüyen özlemede çare bulabilirdim belki o iyilikler, dilekler arasından. Ben sana anlatmam ey deli rüzgar. Ben bir denizlere bir de anneme anlatırım.’’


      Bu yüzden arabaya binmiş annesine gidiyordu. Ateşlerde kalmışçasına…O’nu göğsünde sarsın, avutsun diye…Belki de; çocukluğunda masallar dinleyerek huzurla uyuduğu geceler gibi bir gece geçirebilmek için.


      Mert’in ani ölümüyle duvara toslamışçasına darmadağın olmuştu Aslı. Ölüme isyan eder, her şeyi dağıtırcasına esiyorken rüzgar, tüm gök ağlıyor gibiydi şimdi Mert’in ardından. Gök gürültüsü çığlık gibiydi. – Yırtsa güneş bulutları, kamaştırsa gözlerimi, ısıtsa içimi- diye düşündü. Annesinin evinin önünde park ettiğinde arabasını; pencerenin önünde, Aslı’nın evlenmeden önce eve geç geldiği gecelerde olduğu gibi, kollarını kavuşturmuş O’nu bekleyen annesinin gözlerinde anlık yakaladığı şefkat dolu bakışla içinde beliren ışık gibi, ışık düşseydi her su birikintisinin üzerine.


       ‘’ Anne.’’


       ‘’ Hoş geldin.’’


       ‘’…………….’’


       ‘’ Gel içeriye. Çok ıslanmışsın. ‘’


       ‘’ Neden? Neden gitti anne? ‘’


       ‘’ Gel canım. Tek ilaç zamanın içinde, zamanla geçecek. Gir hadi. ‘’


       ‘’ …………….’’


         Diyor ve dikiliyordu öylece kapının önünde ve süzülüyorken yağmurun izleri üzerinden sokakta ki kaldırımlar gibi olmuştu basıla basıla yıpranmış, eskimiş, ayaklarının altında ki kirli yüzlü çiniler.


         Elinde sıkıca tuttuğu çantasını, annesinin evine ilk defa gelen bir yabancı gibi nereye koyacağını bilemez halde etrafına bakınıyorken, koridorun sonunda ki duvarda asılı duran Dali’nin, ‘’ Belleğin Azmi ‘’ adlı tablosunun reprodüksiyonunda takılı kaldı Aslı'nın bakışları.


          ‘’ Zaman…’’


          ‘’ Gerçekten ilaç olur muydu, adına hayat dediğimiz bu keşmekeşin içinde yaşanan tüm acılara? ‘’


           Sıkıca tuttuğu çantasının esaretinden kurtulmuştu elleri. O an hissettiği acıyla avuçlarını açıp baktı ellerine. Sonra içinde ki her şey aniden kayıp gidiyormuş gibi hissederek çöküverdi dizlerinin üzerine. Ne telaş içinde O’nu tutmaya çalışan annesinin, ne yağan yağmurun sesini duyabiliyordu, yalnızca dudaklarının arasında belli belirsiz bir kelime:


   ‘’ Mert ’’


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL