30 Aralık 2011 Cuma

HAYAT BİR BARDAK SU DUR...



Alohaaaa! Alaçatı yolları taştan, Erdo çıkarttı beni baştan.

Çocuklardan biri teyzeme diğeri anneme teslim edildi. Üst üste edilen telefonlar, yapılan organizasyonlar; Oğuz'un eşyalarını siyah çantaya koyuyorum. Vilo'ya gösterirsiniz. - ... şu saatte alacak buraya bırakacaklar.- Onlara haber verdim. - Parayı ödedim. - Maaşlar yatırıldı. - Sigortalar ödendi. - Evin anahtarlarından birini biz alıyoruz, diğerinin Vilo'ya verirsin kızım.- ....- Akşamın körü arada derede Belgin'e uğranıp ayak üstü kahve içildi. Ve gecenin körü eve gelip valiz-Ler hazırlandı. Bir haftadır bünyem de içten yanmalı motor varmışcasına koşturuyorum. Şu içten yanmalı motor hakkında da hiç bilgim yok. Neyse söylenişi hoşuma gitti işte.

Şu valizimi kaptım, çıktım diyenler var ya! Nasıl başarıyorlar aklım almıyor. Yani günün birinde "Hadi" dese biri!

Bir diğer yanım "Ne kadar çok şeye bağımlısın. Bak düzenin çarklıları ( burjuvazi değil!!!) seni de eziyor." diyor. Diyor da anacığım çoluk çocuğu sokağa mı bırakacaksın? Saatler boyunca telefonda görüşüp, yerleştirmeleri yapmak zorundasın.( ayyy arka sırada ki yolcu horlamaya başladı. Herkes,bütün dünya yor-gun, yorgunuz.)

Özet: Biz yılın başının cumartesi gününe denk gelmesini fırsat bilerek kaçıverdik. Balayı çipimi de taktım. Çip öyle etkili oldu ki; iki saat öncesinde çıkmış olduğumuz iki şeritli, bakım yapılmayan bir günü geçmeyen yolda arızalanan otobüs sebebiyle limana son on dakikada varmış olmamız, bir saat yirmi dakikadır kalkış sırası bekliyor olmamız bile bozamadı beni. Olsun varsın uçak kalkmasın, yeter ki bizim havamız yerinde olsun. Gerçi çipin etkisi ne kadar sürecek bilmiyorum. Bir an da içimde ki hortlamsın da. Aaa tamam daha fazla ayrıntı beklemeyin. Yok!(Tamam yalnız ikinize anlatırım.)


Yeni yıl dilekleri mi??? Mucize olmayacağı kesin. Pazar sabahı uyandığımız da koca aynı, çocuklar aynı. Aynı olanlar arasında bir şey daha olacak o da hepsinin o saatte aç olması ve kahvaltı hazırlanacak olması gerekliliği. Sonra; ertesi gün gidilinecek iş, eş-dost, ev-mobilyalar-araba, otobüs hat numaraları-sefer saatleri, ekmeğin gramajı-fiyatı ... aynı. Akaryakıt fiyatları ya da milletvekili maaş tutarlarının aynı olup olamayacağı konusunda garanti verilemediği için cümle sonunda ki üç noktanın içinden bu ikisini çıkartıyorum. Bütün bunlar ve benzeri sebepler yüzünden. " Devam arkadaşlar." Üç günlük ömrümüzü su gibi içmeye devam.
" Hayat bir su dur, iç iç kudur."
Küs olanlar; küs olmaya devam. Sevenler; sevmeye devam. Sevişenler; sevişmeye devam. Aldatanlar; (aldatılanın aslında kim olduğunun ayrımına vararak) aldatmaya devam.
Her zaman tek dilek cümlem vardır: Tanrı (evren, melekler, hava, ateş, güneş, her neyse) herkese, hepimize niyetimiz yönünde, gönlümüzden geçeni, gönlümüzden geçtiği kadarıyla versin. Daha nice yeni yıl başlangıçların da gönül birliğinde olalım.

Sağlık sıhhatte olmamız dileğiyle!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Aralık 2011 Perşembe

KAZA MI?



Hayalleri yıllar içinde hayalet olan,


Yorganın dili elinde, nevremin köşesine yerleştirmeye çalışır, tersi düzüne dönmüşken  sabah kuşağında yayınlanan programlardan birinde '' Bunaldığınız anlarda dağları, çiçek, böcekleri düşünüp mutlu olun '' diye akıl veren psikologları öldüresi gelen,


Öldüğünde onu cennetin kapısın da '' Huriler '' in değil, kaslı-bronzlaşmış vücutlarıyla '' Hayri-ler '' in karşılamasını tercih eden,


Para alsın - almasın ama yaptığı işler karşılığında kariyer de yapıyor olmak isteyen,


Dinleniyor olmak isteyen,


Ana - baba - koca - çocuk - kaynana - kayın - hala - dadı - dıdı - mıdı kim varsa hepsini idare etmek zorunda kalan ( bırakılan ),


'' Aman idare et kızım. Sakın ayrılmayın bizleri, sülaleyi üzmeyin. Biz de böyle şey yoktur. '' diyenleri dinleyerek; kendi dışında herkesi mutlu etmek uğruna mutsuz hayatlar yaşayan,


İstediğini yiyip yiyip kilo almayan tüm kadınlardan nefret ederek yaşayan,


     Evliliğinin ilk yıllarında '' Allahım ben ne bok yedim! '' derken bir kaç yıl sonra yaşadığı ilişkinin adını '' Mantık Evliliği '' koyan,


En sağ şeritte tüm yükleri omuzlamış ağır ağır ilerlerken '' Yeter '' diyerek, iç sesinin gazı - cesaretiyle Ferrari olarak çıktığı evinin kapısından, yeni bir hayal kırıklığı, gidecek başka bir yer bulamamış olma haliyle  Kabzımal Kamyonu olarak giren,


.....enler, ....anlar liste uzayıp gidiyor. Sizlerde istediğiniz eleme ya da eklentileri yaparak kendi listenizi yapabilirsiniz.


Peki tüm bunların hepsi '' BASİT BİR EV KAZASI '' mıdır?



Biz bu gece Nünüş ve kocasıyla beraber gidip oyunu izledik. Güldük, düşündük, kendimizden bir şeyler bulduk, '' Yok artık '' dedik, dışarıdan bakabildik. Günay Karacaoğlu enerji dolu, samimi, kaygısız, kelime sekmeden, dili dolanmadan, tek başına muhteşem bir performans sergiledi. Gerçi ben yalnızca kadın izleyici alınacak bir seansın muhteşem olacağını hayal etmeden alamadım kendimi.  Katıla katıla güler, böğüre böğüre ağlarmıyız?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

 

28 Aralık 2011 Çarşamba

BELEDİYE ÇALIŞIYOR ?



  Belediye çalışıyor ama ne için çalışıyor. Benim gözlemlediğim; son günlerde hız almış olmakla birlikte çarşı içinde ki küçük esnafı bitirmek için çalışıyor. Abicim ya ben de gerçekten sorun var ya da onlarda. Fotoğrafa aynı yerden bakmadığımız kesin de... Bahsettiğim yer bizim iş yerimizin de sınırları içinde olduğu, zamanında küçük şirin bir sahil kasabası havasındayken son yıllarda  kontrolsüz, anlamsız büyüyen bir ilçe.

   Benim aklımda kalan burasının bu şirin sahil kasabasından çıkmasının başlangıcı, miladı ise çarşı içinde bulunan Tarihi Balık Çarşısının yıkılmasıdır. İçinde; balıkçılar, yufkacı, esnaf lokantası, tuhafiye, yorgancı, erkek berberi falan vardı. Muhteşem bir yer di… Yazlıkçıların ilk uğradıkları yer orası olurdu. Tabi o zamanlar park sorunu da yoktu. Yıkıp yerine abuk sabuk bir alışveriş merkezi sığdırdılar, içine benim gibi birçok insanın henüz hiç girmemiş olduğunu tahmin ettiğim.

   Şimdi ne yapılıyor? Bütün ana sokaklara Arnavut kaldırımı taşı döşüyorlar. İnanabiliyor musunuz? Tüm asfaltı söktüler...Çarşı diye bir şey kalmamış durumda. Dün akşam kırtasiyeye uğrayayım dedim. Dediğime diyeceğime pişman oldum.

   Hani sel baskını olmuştu hatırlarsınız. En çok etkilenen yer burası olmuştu. Tüm iş yerleri, fabrikalar, evler sular altında kalmıştı. Ki hemen hemen tüm iş yerleri kendi imkânlarıyla yeni foseptik kuyuları, yeni kanallar açarak önlemler almaya çalıştık. O selde taşan dere yatağı kenarında bulunan tüm binalar ise yavaş yavaş boşaltıldı, yıkılıyorlar. Yıkılanların molozları ise haftalardır öylece durmakta. Ama olsun ayağımız Arnavut kaldırım taşına bassın diye çalışıyor belediye!

   Ödenek yok diyorlar. Belediye içinde yaşanan özel anlaşmazlıklar - fikir ayrılıkları hizmete yansımış durumda. Otopark sorunu çarşı içinde yaşanan en büyük sorunlardan biri haline gelmiş durumda. Ki halkın geneli gibi ben de zorunda kalmadıkça kesinlikle çarşıya inmiyorum. Bankamatikten para çekecek bile olsam işe gelirken E-5 üzerinde olanları tercih ediyorum. Bu da ne demek? Çarşı içindeki esnaftan alışveriş yapmıyoruz. Evet, geldik bizim işletme olarak etkilendiğimiz en büyük soruna: Kanalizasyon. Bahsettiğim bu ilçe de kanalizasyon sistemi kaç yılından kalmış, bilen var mı bilmiyorum. Ama mevcuttakilerin üzerine yapılan onca evde yaşayan insanın b.klarının tasfiyesine yetebilecek bir sistem yok. İSKİ’ YE gerek sözlü, gerek yazılı başvurularımız sonunda aldığımız cevap ise: ‘’ Bu bizi aşan bir sorun. Büyükşehir’e başvuruda bulunduk. Onay bekliyoruz. O zamana kadar yapılabilinecek bir şey yok. ‘’  Bir de bu sorun belediyeyi bağlayan bir sorun değil. ( miş ). Kurumlar yani belediye ve İSKİ ayrı parti yönetimlerinde.  Bundan kaç ay önceydi hatırlamıyorum. İSKİ’den  yanıt  alamayınca belediyeye başvurmuştuk da orada görüştüğümüz Başkan Yardımcısından öğrendik sistemin böyle işlediğini. (TIRNAĞIN VARSA KAŞINACAKSIN )

   Gerçi desenize oy kullanacağımız zaman muhtarlıklarda kayıtlı olduğumuz yeri bulmakta bile zorlanıyorken tutmuş ben de belediyelerde işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya çalışıyorum. Yuh bana! Bu arada bayanlardan günün birinde yolu buraya düşen olursa umarım topuklu ayakkabı giymiş olmazlar.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Aralık 2011 Pazar

CANIM Bİ ÇEKTİ Kİ BİLİNMEZ !






Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Çeken Bilir Ayrılığın Derdini


Of ki of! Balkonda sarınıp oturmuşum gene. Evet, gene balkondayım. Kulağım da Zara diyor ki; '' Aşan bilir karlı dağın ardını. / Çeken bilir ayrılığın derdini '' Soğuk kesiyor yüzümü, sigara yakıyor içimi de dışımı da (maalesef). Bugün canım bir çekti ki şu sesi bilinmez.


Bir taraftan da aklıma ismi lazım değil arkadaşım Yasemin geldi. Hani şu Paris'te ki ilk saatlerimizde; müzeleri, tarihi eserleri falan geç. Nerede yiyip içeceğiz diyen arkadaşım vardı ya o işte. ( Geçmiş zaman olur ki ) Hiç tahammül edemez türkülere. Bir de kocası var ki; benim kocanın hemşosu, halk oyunu desen var, türkü desen var bir de dünya iyisi insan vardır ya hah işte onlardan da biridir. Benim tahammül edemediğim bir tür var mı acaba? Bilemedim şimdi. Paylaştığım müzikleri takip edenleriniz varsa eğer onlarda anlayamamışlardır. Herhalde benim nabız sürekli değiştiğinden iyi gelecek şerbettin ayarı da değişip duruyor. Zaten gün olurda bir gün hallerimin hepsi bir araya geldiler diyelim; konuşacak tek kelimeleri olmaz, inanın. O kadar ayrı dünyalardan, diyarlardanlar. '' Na nay na nay esmer yârim / na nay / sen bana yar olmazsın / yüzüme gülme bari '' diyor şimdi de Zara ( Bahçede yeşil çınar )


Yazının başında yer alan nere, koyduğun kayıt nere diyen varsa; yazıyı yazana kadar buraya geldik.


Herkese hayırlı, uğurlu, mutlu hafta haftalar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

HER ŞEY GİBİ...

En kötü halinde


Hatta ölmek istediğinde bile gülümsemelisin


Yaşam dört duvar arasında geçmiyor.


Öleceğiz


Ve sonra tekrar


Geri geleceğiz.


Her şey gibi...


 

 








Hep başkalarının istediğini yaparsan hayat yaşamaya hiç değmez.


Söyleyeceklerini yutarak sessiz kalmak çok yorucu...


İMKANSIZ AŞKLAR ASLA ÖLMEZ. SONSUZA DEK YAŞARLAR.


NOT: Film ile ilgili bilgi için buradan buyrun -------

23 Aralık 2011 Cuma

ÖFKE



                                     Önce tanımla başlayalım.  Öfke nedir?


1)  İncinme, engellenme veya bize gözdağı verilmesi karşısında gösterilen  saldırganlık.                       


2) İstenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen doğal, evrensel ve insani tepki.    


              


Uygun ifade edildiğinde sağlıklı bir duygu(ymuş). Benim içimde gün be gün filizlenen öfke sanırım tanımda ki insani tepkinin sınırlarını aşmak üzere. Hele ki; tamamen iyi niyetli davrandıklarını dillerinden düşürmeden çomak sokanlar var ya... Yok valla istemiyorum. Bana iyi niyetli falan davranmasınlar. Kalplerinde, düşüncelerinde ne varsa ona göre davransınlar. Nedir bu benim tek istediğim iyilik, güzellik ayakları? Belgin'in deyimiyle '' Normal şartlarda hayatımıza almayacağımız insanlara mecburiyetten katlanıyor olmak'' zaten başlı başına zor. Üstüne iyi ya da kötü niyetleri de eksik olsun. Sınırlar net çizilsin o kadar! Her koyun kendi bacağından asılacağına, dürüst davrandığımız için başkaları yüzünden de oramızdan buramızdan asılmaktan yorulduk artık. Niyetlerinin topunu alıp yollarına gitsin herkes. Offff be! Muhteşem Cuma oldu, değil mi? Hadi bakalım bu gazla nasıl içilir şimdi buzlu buzlu su? Öfkeyi serinletsin, kalbi yumuşatsın niyetine....


                                                    


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

21 Aralık 2011 Çarşamba

GEÇ KALDIM



 

    Başımdaki ağrı sabah uyandığımdan beri peşimde. Tutunacağı noktayı bulamamış bir şekilde dolanıp duruyor. Yolda arabayı kullanırken düşündüğüm kopuk kopuk düşüncelerle beraber koşturup duruyorlar kafamın içinde.

    Eve gelir gelmez üzerimdekileri çıkartıp pijamalarımı giydim. Beni yumuşacık saran pembe sabahlığımı da üzerime alıp mutfağa geçtim. Dün akşam yemiş olduğum pizzanın kutusu hala tezgahın üzerindeydi. Kurumuş, üzerinde ki peynirin rengi kirli sarıya dönüşmüş olan iki dilimden birini aldım. Çekiştire çekiştire kopartabildiğim tek ısırıktan sonra vazgeçip alternatifim olup olmadığını kontrol etmek için buzdolabını açtım. Yoktu. Açlığımı nasıl bastırabileceğime bile kafa yormak istemedim. Dedim ya: - çok yorgundum.- Hızlıca şarap şişesi ve kadehi elime aldım. Işığı söndürüp çıktım mutfaktan. Şimdi balkonda öylece oturuyorum.  Karşımda deniz; gökyüzünde ki yıldızların altında, yeni gelin gibi nazlı nazlı süzülüyor.

     Kocaman soru işaretlerim tekrar benimleydiler. Kendimi anlatmaya çalışmaktan ne zaman vazgeçmiştim. Hissettiklerimi kelimelere dökmekten. Şimdi burada oturup uzaktan bakınca hayatımın üzerini örtmüş kocaman bir teslimiyet görüyorum. Aslında vazgeçiş. Uzun yıllardır süren bir arkadaşlığımın da sonunu getiren vazgeçmişlik. Aramızda öylece duran, gittikçe içi dolan sessizliği bozmadık. Bilmek, açıklamak istemeyecek kadar yorgundum. Merak etmeye bile üşendim. Duyacaklarımdan korkmuş olabilir miyim? Gerçi artık çok geç. Bu ikinci geç kalışım. Çocukluk arkadaşım Esra’yla da böyle ayrılmıştı yollarımız, konuşmadan. Zamanla garip bir şekilde, hissettirmeden çok gerilerde kalıyor tüm yaşanılanlar, paylaşılanlar. Bir defa daha konuşmak için çok geç kaldım. Hem de bilerek. Ama bu gece böyle hissedeceğimi bilmeden.

    Bir balıkçı takasının sesi geliyor uzaklardan. O takanın içinde olmak istiyorum. Motorun sesinden duyamaz olmayı düşüncelerimin sesini. Gecenin karanlığına sarılmış denizi koklamak istiyorum. Hiçbir şey görememeyi. Önümde duran kadehteki şarabı yudumluyorum. Ağzımı buruşturan tatla kısa bir mola alıyoruz düşüncelerim ve ben.

     Aslında çok uzun yıllar anlattım. Kafamdakileri, yüreğimdekileri... Sonunda bir  çıkmaz sokakta, yalnız bulunca kendimi…Yapayalnız. Etrafıma baktım, herkes yalnız, her şey sahteydi. Oldukları gibi değil görünmek istedikleri gibiydiler. Seçilmiş rollerin oynandığı kocaman bir tiyatro sahnesinde buldum kendimi. İnsanlar neye inanmak istiyorlarsa ona inanıyor, nasıl görmek istiyorlarsa öyle görüyorlardı. Seçilen rollerin oynandığı tiyatro sahnesinde ayakta duramadım. Daha doğrusu rolüm belli değildi. Sonra mı? Sustum. Anlatmaya çalışmaktan vazgeçtim. İşte o zamandan beri yalnızca yazıyorum. Kalem, kağıt ve benim aramda sahte hiçbir şey yok. Satırlardakiler gerçek.

    Motorun sesi uzaklaştı. Üşümeye başladım. Sarındığım pembe sabahlığım ısıtmıyor artık. Yatağımın sıcaklığına gitmeye üşeniyorum. Bir de şu baş ağrısı. Lanet şey zonklayıp duruyor şakaklarımda. Kalkıp banyo dolabında duran ilaçtan bir tane içmeliyim. Yoksa ağrı yavaş yavaş dişlerime inecek.

   Esra’yla annelerimize yalan söyleyip limanda ki bara ilk gittiğimiz gecenin ertesi gün de aynı böyle ağrımıştı başım. O zamanlar küçük bir kasaba olan Şarköy’de açılan ve gençlerin gidebileceği tek bar İskele’ye gitmek için nasıl can atardık. Babamın tembihlediği saatte evde olabilmek için koşa koşa eve dönerdik. Yatağa girdikten sonra da sabaha kadar fısır fısır konuşurduk.

20 Aralık 2011 Salı

BİRAZ UYU ( zakkum & cem adrian )






Gelmiyorsa artık yardıma
Bir zamanlar ağladığın omuzlar
Soğumuyorsa kalbine akan kaynar sular
Tanıyamıyorsa artık gözlerin
Aynadaki şu sessiz ve yorgun adamı
Kurumuyorsa yanağından akan tuzlu sular


Nefes alamıyorsan, açıklayamıyorsan, tutunamıyor kanatlanamıyorsan
Ve artık başaramıyorsan...

Olsun olsun varsın şimdi uyu biraz uyu
Kurşuna dizilmiş yalnızlığın yanına uzan
Ve biraz uyu

Durduramıyorsan artık adımlarını
Hep aynı ıslak kaldırımlarda
Sayamıyorsa parmakların geçen yılları
Unutuyorsa artık ellerin eskiden tuttuğu elleri
Kayboluyorsa aklından tek tek isimleri

Nefes alamıyorsan, açıklayamıyorsan, tutunamıyor kanatlanamıyorsan
Ve artık başaramıyorsan...
Olsun olsun varsın
Şimdi uyu biraz uyu
Kurşuna dizilmiş yalnızlığın yanına uzan
Ve biraz uyu

Sadece çocukken uyanıksındır bunu bil
Herşeyin farkındasındır
Her sese dönüp bakarsın..
Büyümek, uyumak ve unutmak gibidir
Ve büyüklerin dediği gibi;
Uyuman gerekir büyümen için..

Sağır ediyorsa sessizlik ve kör ediyorsa aydınlık
Sadece sana görünen
Ve kimseyi inandıramadığın bir hayalet gibi
Yanıbaşında otuyorsa yalnızlık bu gece
Hep aynı saatte kapını çalan
Bir düşman gibi bekliyorsa seni..
Ve canına kast edecek
Bir kılıç gibi sallanıyorsa tepende...

Unutabilmek için hepsini
Biraz uyu...

18 Aralık 2011 Pazar

HATIRLAMACA

Beklediğin, sana dokunan, sana gerçekten sen olduğun için dokunandır. Kendini anlatmak zorunda kalmadan, ispatlamak zorunda kalmadan, sadece bakışlarla konuşabildiğin. Günün getirdiklerinde yoğrulmadan, gözün önünde duranın ötesinde seni görebilendir.


Sadece ‘’ seni seviyorum ‘’ dediğinde açılan ışıklı kapıdan geçeni bulmaktır aşkın ta kendisi… Tünelin ucundaki ışık gibi… Yağmurda çıplak ayaklar üst üste geldiğinde hissettiğindir aşk… Bir külah dondurmayı iki taraftan yalamaya başladığında kesişen bakışlardır… Arama aşk için devasa semboller, kanıtlar. Mutluluk kadar basit. Mutluluk kadar sıradan, kendiliğinden…


Pijamalarını giyip en şapşal halinle başını yasladığında onun omzunda hissettiğin sıcaklıktır aşk… En şatafatlı, en kalabalık yemekte, serçeparmaklarının yemek yerken ki temasında bedeninin tutuşması…


Her şey uçup gitse de, silgiler gelip sahip olduğun her şeyi sildiğinde geriye sadece sen ve o kaldığı için duyduğun huzurdur… Ne bir eksik ne fazla, her şey siz ikiniz…


Ölmekten sırf onu yalnız bırakacağın için korkmandır… Dudaklarınız yaklaştığında, dudaklarında daha değmeden hissettiğin nefesin eşsizliğinde saklanır aşk. Her şeyi bırakıp gidebilme gücüdür… Aşk ekmeğe tuz banmaktır Onur Akın’ın dediği gibi. O kadar sade, o kadar basit…


Aşk, almadan verenbilme yetisidir. Gerçekten aşk, beklemeden verebilmektir…


Seven bir insana şu an söyleyeceğim tek şey şu olurdu: Şimdi senden istediğim onu ara, ona sarıl, ona dokun, onu öp. Televizyonu kapat, bilgisayarını kapat, yanına git. Sebepsizce dudaklarına yapış. Gözlerine bakarak sadece seni seviyorum de… İşi bırak, toplantıları unut, hesabı kitabı, endişeleri bırak. Ona sahip çık. Tek gerçeğin sen, o ve sizi bir araya getiren aşk. Gerisi inan bana yalan… İnan bana çok boş… İnan bana, ne olursa olsun değersiz… Çakıl taşlarıyla uğraşmayı bırak, pırlantanı sımsıkı tut ellerinde… ( sayfa 45-46 )


Alıntı: ARET VARTANYAN ( BİN YÜZ BİR İNSAN )


 

16 Aralık 2011 Cuma

ÖDÜL MİMİ





GUGUK KUŞU geçen hafta bir ödül mimi yollamıştı. Öncelikle değer görmüş olmasından dolayı teşekkür, cevaplamakta gecikmiş olduğumdan dolayı özür diliyorum. Umarım ikisi de kabul görür! Ve hakkımda ki yedi gerçek;


1)   Çıplak ayakla sert zeminlere basamam.

2)   Tüylü şeylere dokunamam.

3)   Ruh halim ani değişiklikler gösterebilir. Yüz ifademe yansıtamamayı da beceremem.

4)   Evde okunması gereken kitaplarımın sayısı, mütemadiyen yenilerini alıyor olmam sebebiyle asla                   azalamıyor.

5)   Adres bulma konusunda adımın çıkmasına ve artık kimsenin kaybolmuş olduğuma şaşırmamasına yetecek kadar tecrübem var.

6)   Riyakar - samimiyetsiz insanlara karşı, içimde ne tahammül, ne de affetme duyguları barınıyor.

7)   Eşit şartlarda herkesin her şeyi yapabileceğine inanıyorum.

Yalnız bunları yazmanın oldukça rahatlatıcı bir etkisi varmış. Hafifliyorsun. Sanırım ben başka bir sayfada devam edeceğim.

MİM yollama konusuna gelince; adını vereceğim blog yazarlarının beni takip edip etmediklerini bilmediğim için ben '' mim yollama '' değil de '' blog önerisi '' desem daha doğru olur. Ve işte karşınızdalar:

  1. ILIMLI FISILTILAR ( uzun zamandır ses soluk yok gerçi ama ... )

  2. NEHİR İDA

  3. ARTA KALAN ZAMANDA...

  4. İNSAN İNSANIN HUDUDUDUR

  5. FATMA BURÇAK

  6. ASLISIN

  7. ELİF GİBİ

  8. YAZAR NE YAZAR NE YAZAMAZ


Yalnız, bu listeleme işinin ben de hiç bir konuda ucu yok galiba. Anacığım düşün düşün daha çok var. Bak şimdi yazıyı yayınladıktan sonra aklıma gelen her okuduğum blog adın da bir '' tühhhh '' çekeceğimden eminim. Fakat hazırlanıp işe gitmek zorundayım. Umarım kimse gönül koymuş olmaz. Sevgiyle kalın...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BİR AŞK ŞARKISI

Aşk dolu güzel bir sabah!


HER AŞKIN BİR ŞARKISI VAR

15 Aralık 2011 Perşembe

RÜYA

 


 



 


Günaydın aşkım


Uyandım


Bir baktım sen olmuşum


Rüyam bitmemiş


Güneş örterken üzerimizi


Ve ben


Sarıp sarmalarken seni


 Kalmış bir parçan bende


Bir baktım sen olmuşum


Her şey sen olmuş


Tenim, soluğum olmuşsun


Nasıl da özlemişim seni


Kal gitme


Kal biraz özlemişim


Yıllardır


O kadar çok


Sen olmuşum ki


Günüm gönlüm aydı


Aydın olsun aşkım


Uyandım


Bir baktım sen olmuşum


                                                         


                                           ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

13 Aralık 2011 Salı

KAYIP İLANI



Şu aklım, kaçıp gittiği yer her neresi ise başıma ne zaman gelecek? Dün gece 24.00 itibariyle gene kaçmıştır. Şayet benden önce bulan olursa: ” Hükümsüzdür! ”


  Sabah uyanıp yatağın içinde doğrulduğum an da bakışlarımın halıda bir noktaya takılı kaldığı halimden gün boyu sıyrılamadım. ( Meltem’e selam ) Öyle mal mal bakıp durdum. Dursam gene iyi, bir de anlıyormuş gibi dinledim insanları. Saat bu saat oldu hala tık yok. Gerçi bunca yıldır alışmış olmam gerekiyordu bu gel git hallerime ama… Şöyle ” Küçük Prens ” in ki gibi ufacık bir gezegenim olsa, kafaya da fanusu geçirsem diyorum.


 Yok, olmadı mı? O zaman beyni çıkar yerinden, koy makarna süzgecine salla. Üzerine yapışmış gereksiz ne varsa dökülsün. Benim ki bu kadar ağırlaşınca su kaynatıyor. Sonra da ara ki bulasın. Son durum raporumun sonuçları böyle işte sevgili blog okuyucuları.


Dip not: Şu çocuk kanallarında yayınlanan ‘’ Pepe ‘’ adlı çizgi filme de tahammül edemiyorum. Caillou'dan şikayet ettiğim dilimi ısırayım. Mumla arıyorum valla. Gerçi bizim ki ikisiyle de pek ilgilenmiyor(du). Takii ben büyük bir hata yaparak Pepe'yle aramda ki duygusal durumu Oğuz’a söyleyene kadar. O günden beri, sabahları en büyük eğlencesi; ‘’Pepe’’nin yayınladığı kanalı ve televizyonun sesini açtıktan sonra kumandayı saklamak. Sonra da ben kafamı oradan oraya vururken kahkahalar atarak beni izlemek. İşe gitmek için evden çıkarken ağzıma dolanmış olan sözler ‘’ Özgür Özgür yine ağlıyor. Özgür Özgür niye ağlıyor. ‘’ Hem de melodisiyle… Oynadığı halk oyunları, annesine hediye ettiği şarkı, dedesi ve ninesi zaten ayrı yazı konusu olur. Yok ya bana kesin bir fanus lazım. ( Eklenti dip notluktan çıktı gerçi ama idare edeceğiz artık. Durumum ortada!)


Hadi ben kaçtım. Bu saatten sonra; Belgin’le bir kaç kelam edip, iki satır kitap okumak beni anca keser. Aklınıza mukayyet olun. Sevgiyle kalın.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

9 Aralık 2011 Cuma

GÜVENDESİNİZ

 



Geçen hafta, yaşadığımız sitenin giriş kapısında, görevliler tarafından, tüm site sakinlerine dağıtılmış olan '' Güvenlik Bilgi Formu ''nda bizden istemiş oldukları bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. 


Ad, soyad, telefonlar, adresler bölümünü atlıyorum.




  1. Alarm var mı?                      : .....................................

  2. Alarmı kuruyormusunuz?     : .....................................

  3. Alarm güvenliğe yönlendirilmiş mi? : ...............................

  4. Alarmı kurmuyorsanız neden kurmuyorsunuz? : ...............................

  5. Bahçe kapısı otomatik kapanıyor mu? : ....................................

  6. Bodrum katı varsa pencerelerde demir parmaklık var mı? : ............................

  7. Demir parmaklık yoksa pencere ve kapıda emniyet mandalı var mı? : .............................

  8. Giriş katta balkon kapısı ve pencerelerde emniyet mandalı var mı? : .................................

  9. Villanızda hizmetçi ve bahçıvan çalıştırıyor musunuz? : .................................


  Evet! Gördüğünüz üzere evimize hırsız girdiği taktirde bizim suçlayacağımız ilk kişiler belli. İçimiz rahat. Ve; Oğuz hisleri çok kuvvetli bir çocukmuş ki güvenliğimiz konusundaki açıkları bizden önce farketmiş, bizi uyarmaya çalışıyormuş. Hırsız takıntısını ve kapsamlı araştırmalarını burada anlatmıştım. Velhasıl önceki tereddütlerimize bu anket soruları da eklendi ya, artık sırtımızı güvenlik şirketine dayayıp huzurla uyuyabiliriz???


Anacığım hep der ve herşeye cuk oturur; '' Tırnağın varsa kaşınacaksın.'' diye. Hele bir de bu ülkede yaşıyorsan; vay haline!


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

7 Aralık 2011 Çarşamba

SÜKUT AYYUKA ÇIKAR



YÜCEL BALKU’DAN KIZLARINA MEKTUP


Şeyda ve Eylül’e,

Kızlarıma, fotoğrafın çeyreklerine,

Deli gönlün isteğine ve içimdeki sonbahar hüznüne,

Bu zarfsız mektubun ancak yıllar sonra size ulaşacak olması, posta idaresinin yavaşlığından değil; postacının babanız olmasından kaynaklanıyor. Benim tembelliğim üzerine gerekli dersleri, büyüme serüveninin her aşamasında annenizden alacağınız için bu konuyu fazla eşelemiyorum yavrularım.

Dünyaya gelmek bizim seçimimiz değildi. Sizin de. Sizin dünyaya fırlatılmanıza da biz vesile olduk. Sevgiyle ve iyi niyetle yaptık bunu, ama dünya denilen yeri biraz olsun tanıyorsam, iyi niyet ve sevginin de hoş olmayan sonuçlara yol açabileceğini söyleyebilirim; ilkönce ebeveynlere isyan edilir, edeceksiniz, ana baba kucağının hem cennet ve hem de cehennem olduğunu anladığınız anlarda. Üstelik haklılığınız şüphe götürmez olacak; biz de göğüsleyemeyeceğimiz gerçeğe karşı şimdiki iyi niyetimize ilişkin anıları ve bir zamanlar karşısında olduğumuz gelenekleri kalkan yapıp size verdiğimiz emekleri silah diye kuşanarak direnmeye çalışacağız boş yere. O vakit anlamaya ve kalbinizi ve sözlerinizi anlaşılabilir ve ulaşılabilir bir kıvamda tutmaya çalışın yavrularım.

Eylül, kızım, ben doğumhaneden çıkan çocuğun kız olmasına sevinen adamları daima sevdim; onların kız çocuk arzulamakla eşlerine / sevgililerine duydukları sevgiyi kutsadıklarını düşündüm. Ben de, sende ve ablanda anneni çoğalttım yavrum. Asılla suret arasındaki birebirliğin asıl ve asıl arasında mümkün olamayacağını bile bile. Bildim ki, siz, ben ve annenizden bir parçaysanız, biz değil kendiniz olacaksınız. Çelişik gibi görünse de böylelikle bize benzeyeceksiniz. Çünkü anneni ve kendimi birkaç kelimeyle özetleyecek olsam şunları söylerim size: zekâ, inat ve başına buyrukluk. Sana Eylül gibi sonbaharın tüm hüzünlerini ve sancılarını kuşanmaya hazır ve üstüne her mevsim hazan yaprakları düşen bir ad vermekle hata mı ettik, bilemiyorum. Ben sadece adının bile sana özgü olmasını arzu ettim. Hüzne ve acıya uzak duramazsın ama en azından her insanın olduğu kadar yakın olmanı dilerim bu duygulara, daha fazla değil.

Ablanı, deli gönlün isteğini, yani Şeyda Gönül’ü, daima sev. Unutma ki, onun için biçilmiş bir ismi taşımaktasın ve o seni aylarca, tohum yağmuru bekler gibi bekledi. Ve hep olan oldu: Küçük, büyüğün öğretmeni oldu. Sen varlığınla ona sevgiyi; sevgiyi paylaşmayı, kıskançlığı, sevdiğini koruma duygusunu ve daha birçok şeyi öğrettin; tıpkı onun da bana ve annene çocuğu olmanın ne demek olduğunu, sebepsiz ve sınırsız sevgiyi ve aniden olgunlaşmayı ve direnmeyi öğrettiği gibi. Şeyda, güzel kızım, Bu mektubu okuduğun zamanki durumu tahmin bile edemem. Ben hâlâ yaşıyorsam belki bu mektupta yazamadıklarımı ya da yazmayı unuttuklarımı yüz yüze konuşuruz. Değilse, en baştan ve daima şunu bilmeni isterim: bulunduğun konumda seni memnun eden, değerli bir aile yadigârı gibi yanında taşımaktan onur duyduğun özelliklerin varsa bu hususta bana değil, annene şükran duymalısın. O daima gerçek bir anneden daha fazla biri ve eminim ki öyle kalacak. Sen ve kardeşin ona karşı daima saygılı olun isterim. Onun sevgisine açık tutun kendinizi. O sevgi size kadın olmanın onurunu ve hayata direnmenin yolunu öğretecektir. Yaşamayı sırf bunun için bile arzulayabilirim. Yirmi yıl sonra senin ve kardeşinin ne olacağınızı, ne yönde büyüdüğünüzü ve ne bileyim, örneğin, evdeki kitaplara nasıl davrandığınızı görmek için. Sizin bana benzemenizi istemem bu hususta; belki de gerçekten mutluluk ağacı değildir bilgi. Okuma ve öğrenme hastası olmayabilirsiniz. Çok kültürlü olmayabilirsiniz. Ama yirmi yıl sonra böyle bir deyiş bir anlam ifade ederse, vasiyetimdir: kültüre ve bilgiye açık olun. Anlamak derdinden uzaklaşmayın. Tersi insanlıktan uzaklaşmadır çünkü. Bunu da anlamaya çalışın. Minik kızlarım, Karşı cinsle ilişkilerinizde, ben muhafazakârlaşıp karşı çıksam bile, özgür olun. Ama ilişkilerdeki tarzınızın sizin kültürünüzün, kadınlık onurunuzun ve bedeninize duyduğunuz saygının birer göstergesi olduğunu bilin ve unutmayın. Aşkı göz ardı etmeyin; onun bizi içgüdüleriyle hareket eden hayvanlardan ayıran en önemli fark olduğunu; velakin gerçek değil, insanlık tarihi boyunca kurgulanmış kolektif ama yapay bir duygu olduğunu hep akılda tutun. Kanılması gereken yalanlar vardır ve onlara kanmazsak hayat dayanılmaz olur. Evreni aileniz sayın küçüklerim. Tabiatın süregiden ritminin, yani ilk bakışta anlaşılmaz görünen anarşik çalkantının devasa boyutlarını, tıpkı babanızı tanır gibi tanı maya ve anlamaya çalışın. O muazzam bütünü, biz şimdilerde puzzle diyoruz, bir yapboz gibi, diğer tüm bileşenlerle birlikte kavrayın ki insanın ve dolayısıyla kendinizin bir çakıltaşı kadar sıradan ve doğal olduğunu anlayasınız. Geriye baktığınızda, anne babanıza ilişkin en çok hatırlayacaklarınız onların çelişkileri olacak. Doğaldır bu. Bizler bir geçiş toplumunun tekleyen ritmini ezber eden bir toplumda büyüdük; gerçekten insan olmaya çalıştığımız her an, tarihin ve coğrafyanın günahları paçamızdan yapıştı. O yüzdendir bazen çok çağdaş (?) bazen çok ilkel olmamız. Üstelik paçamızdan yapışan sadece geçmiş de değil; sevgi de bağlar insanı. Sevgi de engeldir bazen. Ailelerimize duyduğumuz sevgi de (ki asla hak ettikleri kadar sevmedik onları ya da sevdik ama gösteremedik) yapıştı bize. O yüzden yavrularım, vasiyetimdir; bizi sevin, hoşumuza gider bu ama asla hayatınızın yörüngesini değiştirmesin bu sevgi, şimdi olduğu gibi başınıza buyruk olun. Hatalarınız da kendinize ait olsun. Zengin ailelerden gelmedik biz. Size bırakabileceklerimiz ancak çalışma hayatımızda biriktirebileceklerimiz olacak ve bunun çok fazla bir şey olacağını da sanmıyorum. Az çalıştığımızdan değil; belki herkesten çok çalışıyoruz. Ama bu gayret ancak, ekside başlamış bir hayatı artıya geçirmeye yetiyor. Daha da doğrusu, yeterse ne mutlu. Başkaları kadar zengin olamamaya kahrettiğiniz anlarda duruma bir de bu açıdan bakmaya çalışın. Şimdilik bu kadar yavrularım. Sizlere başka mektuplar da yazmaya çalışacağım. Yapabilirsem senede bir mektup.

Sevgiyle kalın. Gözlerinizden, yanınızda olmanın yenemediği bir hasretle öperim.


YÜCEL BALKU


10 Mayıs 2000, Bursa


ALINTI: ''Hayalet Gemi'nin unutulmaz isimlerinden Yücel Balku'nun Bitmemiş Külliyatı Can Yayınları tarafından yayımlanıyor ve kitaptaki öykülerden Akarib'i konuşacağız, Yücel'i ve Hayalet Gemi günlerini anacağız. ''( 13 Aralık Salı 20:00 IKSV SALON  -  MURAT GÜLSOY ) içeriğiyle, dün almış olduğum mail den alıntıladım. İlgilenir ve yazar hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz devamı aşağıda:

5 Aralık 2011 Pazartesi

DEMEK Kİ NEYMİŞ;



    Adı futbol; topla oynanan spor dallarından biri. ( Ayak Topu ) Sahada bir top, 22 oyuncu, 4 hakem. Saha kenarında yedek oyuncular, teknik direktörler, yardımcıları, gözlemciler...Ve milyonlarca izleyici. Türkiye'yi yerinden sallayan futbol! Ardında müthiş bir rant olmalı ki; tüm bunlar yaşanmış, bunca insan hapiste, bir o kadarı zan altında, bir grup savunmada, adı spor yorumcusu olan kimileri ise yüksek sesle konuşarak her yerde. Peki ya yağmur çamur demeden, haftasonları çocuklarıyla vakit geçirmeye tercih ederek tuttukları takımların maçlarına gitmek için yollara düşen, ekran karşısında onları izlerken heyecan duyan, takımları uğruna kavga eden, cebinde olan üç beş kuruşu ya da milyarları uğurlarına feda ederek maçlara bilet alan taraftarlar bu konuşmaların neresinde? Kimin, ne kadar umurunda?

   Ben neresindeyim? Kesinlikle hiç bir yerinde. Ama sesleri malesef hep kulaklarımda. Gerçi şükürler olsun son yıllarda azaldı. Eskiden seslerini Erdo'nunkinden fazla duyuyor olmamdan olsa gerek; Erman Toroğlu, Şansal Büyüka ve şimdi isimlerini google dan bakmaya üşendiğim birkaç isim rüyalarıma falan giriyorlardı. Kabus!

   Şu anda da televizyonda, Erman Toroğlu'nun da dahili olduğu, hararetli bir spor programı var. Konu; Fenerbahçe & Türkiye Futbol Federasyonu & UEFA & Şike. Kaç aydır konuşuyorlar? 3 Temmuz tarihinden beri. Tam beş aydır. Dur durak bilmeden konuşup duruyorlar. Belgeler, kayıtlar, avukatlar, futbolcular, kulüp başkanları, federasyon...

    Ben neredeyim? Hepsinin bu ülkeden sürülmesi hayalleri içindeyim. Bu ülke Kİ; yüzlerce can kaybının yaşandığı son Van depreminin üzerinden bu kadar vakit geçmesine rağmen hala soğuktan çocukların öldüğü, her gün kadınların dövülerek - vurularak - otoyollara atılarak katledildiği, çocukların çocukluklarının ellerinden alındığı, gencecik askerlerin şehit düştüğü, dilleri - inançları yüzünden birbirlerine düşürülmeye çalışılan insanların yaşadığı, öğretmenlerinin atanamadığı, marketten GDO'suz ürün alabilmek - denizlerde yaşayan balıklar için bile mücadele etmeye, seslerini duyurmaya çalışanların yaşadığı, ... bir ülke. Bu ülke Kİ; topraklarından düşündüğü, yazdığı, konuştuğu için sanatçıların sürülmüş olduğu şimdilerde ise hapiste olduğu bir ülke.

     Pekiii; şu an benim aklıma gelip de yukarıda sıralamış olduklarım, okurken sizin aklınıza gelmiş olanlardan hangisine çözüm bulabilmek için televizyon ekranlarında ve izlenme oranlarının bu kadar yüksek olduğu zaman diliminde ve aylarca ve belgelerle ve avukatlarla tartışıldı, konuşuldu? Büyük bir vahşet yaşansa, can kaybı çok olsa, haksızlığa uğrayanların sayısı ciddiye alınacak boyutta olsa bile en fazla kaç gün konuşuluyor? Konuşmayı geçtim. Hangisi hakkında bu kadar belge ortaya dökülüyor? Hangisinde gerçekleri su üstüne çıkartmak için bu kadar çaba sarfediliyor? Hangisinde bu kadar soru, hesap soruluyor? Bir de benim aklımın almadığı - alamadığı; bizim ülkemizde, yalnızca şu futbolu gündemden düşürecek kadar güçlü bir ''suni gündem'' maddesi olmaması. Demek ki neymiş; olaylar çözüm bulup sonuçlanana kadar gündemde tutulmak istenince tutulabiliniyor MUŞ.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

4 Aralık 2011 Pazar

DEDEMİN İNSANLARI


''Yaşanmış bir hikâyenin, yaşamayan insanlarına…''


Resmi web sitesinde sinopsis başlığı altında yazılmış olanlar:


'' DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.''


Mübadele, öteki olmak, nereye gidersen git bir yere ait olamamak, iki yaka, azınlıklar, ihtilaller, azıcık üç şekerli olmanın keyfi, daha bir çok yaşanmışlıklar, sorular. Ve film bitip de salondan çıkarken düşündüğüm şey: ''Neden'' sorusunun gerçekten cevaplanması en zor soru olduğuydu.


Hikayeyi filmin giriş sahnesinde, torunun iç sesinden dinlemişim zaten. Aslında Çağan Irmak'ın muhteşem anlatılıcığıyla benim dinleyip izlemiş olduğum hikaye demem daha doğru olacaktır. Gerçek sebepleri bilmeden, sonuçlarını değiştirmeye gücü yetemediği için, içlerinde sessiz isyan, haykırışlarıyla boyun eğmek zorunda kalmış, evlerini, topraklarını, hatıralarını, dostlarını yani bir parçalarını bırakıp göçmüş nice ailenin çocuklarının, torunlarının izlerken hissedecekleri muhakkak ki benimkinden farklı olacaktır. Ortak olacak olansa '' Neden '' sorusu.


Filmi uzun uzun anlatmanın pek anlamı yok bence. Filmin afişinde yer alan isimler izleyeceğinizin kalitesi hakkında fikir edinebilmeniz için yeterli. Söyleyebileceklerim yalnızca:  Çok güzel bir kitap okumuş gibi hissediyorum. Gözüm, kulağım, kalbim, beynim tatmin oldu. (bir de gözlerim ağlamaktan şişti.) Üstüne; elim Erdo'nun elinde, kafam omzunda ,'' Efendim Elif '', '' Oğuz! Kudurma oğlum '' demeden, yatmalarına ne kadar kaldığını hesaplamadan iki saat geçirmiş eve gelmişim. Buna sebep olmuş olması bile için yeterlidir.




İyi Pazarlar diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL




2 Aralık 2011 Cuma

MELEKLER SARDI DÖRT YANIMI





     Son dönemde bir melek furyasıdır aldı başını gidiyor. Kişisel gelişim çabaları, Mevlana’ydı, Yunus’tu, kuantum du derken hepimiz ne aradığımızı bilerek ya da bilmeyerek -ha babam, de babam-  arayıp duruyoruz.  Ben kimlerdenim?, onlardan mıyım?, onlar kim?, ne zaman?, neden di?, yok ya değilim(?) gibi soruların içinde birbirimizi bırakın, kendimize yabancılaşmaya başladık. Yalnızlaşmaya başladık. Gerçi ben, en başından beri zaten yalnız olduğumuza inanıyorum o ayrı. Arada bir gözüme gözüme sokulmasa daha iyi olacak ama neyse. İnsan her şeye alışıyor. İşte tam da bu sebeplerden  ‘’melekler’’ bir çoğumuza bu kadar iyi geldi herhalde.

    Bizim ailede ‘’Meleklerle Yaşamak ‘’ kitabı başucunda olmayanı yok, şükür ki. Aramızda onlarla ilk tanışan ve en sevdikleri tartışmasız kardeşim Özlem. Geçen yaz dağda, kırda, bayırda elinde o kitap. Bi çıtırtımı duydu, gözünü ışık mı kamaştırdı, o gün kendini her zamankinden güzel mi hissediyor, kuş mu geldi, kedi mi kaçtı hemen kitaba bakmalı; melekler ne demek istediler acaba?  Hele rüyalarımız; sıkı takipteler. Bir de içinde rakamlar olanından görmeye dur. Dileğin olacak mı?, Melekler yanında mı?, Sana ihtiyaçları var mı? Öğrenmek için ya hemen kitabı açmalı ya da Özlem’i aramalısın. Şimdilerde her kim onlardan yardım isteyip otoparkta boş yer bulsa, ne zamandır arayıp da bulamadığı ürünü bulsa, içinde bulunduğu yoğun trafik birden açılıverse ‘’ Ayy Özlem’i andım Özgür. Kız valla meleklerden rica ettim oldu. ‘’ diyerek beni arıyor.

     Annem desen; kainat da uçuşan ne kadar tüğ varsa, gelip üzerine konacakları son durak olarak bizim hatunu belirlediler.

      Babama gelince; geçen gün öğrendim o da okumuş.

     Ben mi? Ben arada gidip geliyorum. Başım sıkışınca bir şansımı deneyeyim deyiverenlerdenim.  Yani bizimkisi, denize düşen – yılana sarılan arasındaki ilişki benzer bir şey. Tereddütlerim olduğundan olsa gerek sonuçlar pek iç açıcı değil. Neyse ki ; ‘’ Kaderde varsa …. , neye yarar direnmek.’’  Felsefesine inanan biriyim ki zorlanmadan kabullenebiliyorum. 

      Ama inkar edemeyeceğim bir şey var ki; vakti zamanında önüme iki seçenek sunulmuş olsaydı eğer, kesin melek olmayı seçerdim. Düşüncesi bile güzel. Ohhh pır pır. Kanatlarda var mis gibi. Uç uç dur. Seyret uzaktan insanoğlunun hallerini. SEYRET VE düşüp düşüp kalkmalarına, vazgeçmeyerek her seferinde tekrar güvenmelerine, başlarına gelen beklenmedik şeylere hala şaşırıyor olmalarına, … İNANAMA. En çok da, yürüdükleri yolun sonunu bildikleri halde nasıl bu kadar unutarak yaşayabildiklerine inanama. Ay yok istemem. Böyle bakınca düşüncesi o kadar hoş gelmedi. Melek bile dayanamaz bu hallere, melek halinle inip, kafalarına kafalarına indiresin gelir.

      Kafa yormamın pek manası yok gerçi. Hatırlayamadığım alemlerden birinde, bana bu iki seçenek sunulmuşsa bile, seçimi ne yönde yaptığım ortada. Yani el mahkum buradayım. Mecburcuyum. Her düşüşümde yara alsam da kalkmaya, her şeye rağmen güvenmek istemeye, kaç yaşına gelirsem geleyim şaşırmaya devam. Son durak konusuna gelince; orayı unutmadan da yaşayamam ki; ara sıra hatırlamayı ihmal etmemek şartıyla. İşte sevgili blog okurları:  Hayatın kısacık ve bu kadar çok bilinmeyenli bir denklem olduğuna inanıyor olduğum için diyorum ki; inandığımız da kendimizi huzurlu, mutlu, güvende, iyi hissettiren, dünyayı katlanabilir kılan her ne ise ona inanalım. Sonunda her koyun kendi bacağında asılmıyor mu?

      Herkese, hepimize iyi bir hafta sonu diliyorum. Işığınız parlasın, meleğiniz uçsun, Tanrı sizinle olsun, evren size çalışsın, dualar sizinle olsun ya da siz zaten bunlar olmadan da iyisiniz. Hiç biri tutmadı, uymadı mı size o halde annemin meşhur sözü dışında bir şey paklamaz sizi:

Ne Haliniz Varsa Görün…


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL