31 Mayıs 2011 Salı

ÖYLE GEÇMEZ OLUR MU ZAMAN?


Geçmez olur mu zaman?


     Bana bu diziyi seyrederken geçmez oluyor. Peşimi bırakmıyor düşünceler, oradan oraya, bir hayattan diğerine sürüklenip duruyorum. Akmakla bitmeyen gözyaşlarının yaşandığı gerçek hayatlar olduğunu bilmek, üşüyen çocuk ayaklarının gerçek hayatlarda da olduğunu bilmek, güçlü karşısında hissedilen ve dayanılmaz olan savunmasızlığın gerçek hayatlarda da yaşandığını bilmek, Tanrı'ya isyan noktasına getiren, çaresiz bırakan gerçeklerin olduğunu bilmek... İçindeki çığlığı susturamaz, yangını söndüremez, paylaşamaz olmak!

     Bir yerde geçtiği gibi; biz büyükler hayatla, zaman içinde o kadar kirleniyoruz ki. Bizi temizleyebilecek olan şeyin çocuk saflığı olduğuna inanarak çocuklarımıza sarılıyoruz. Hayatın içinde onlarda kirleniyor, saflıklarıyla onları temizleyebilecek çocuklar arıyorlar. Bir kısır döngü sürüp gidiyor. Ama dedikleri gibi; hiçbirimiz dünyayı temizlemeye çalışmıyoruz.

      Ben çok korkarım mesela; hissedilenler dokununca bulaşır mı, diye. Hele ki bakışlardan: içinde keder, pişmanlık olan bakışlar bulaşır gibi gelir, içine akar karşısındaki gözlerin. Ondan olmalı ki, hüzün oldumu içinde, yumarım gözlerimi sımsıkı. İsterim ki herşeyden önce; ilk aşkın hüznü yerleşsin o kirlenmemiş, kirletilmemiş gözlere.


                                                                                             ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

ÇOK KORKTUM



Bu yaşıma kadar kaç seçim gördüm, kaç tane miting konuşması dinledim, halka verilen ve hiç yerine getirilmeyen ne kadar vaade tanıklık etti kulaklarım...Öyle ki; söyledikleri anlarda kendilerinin bile inanamadıklarını yüzlerinden anlayabileceklerimizin nicelerinin aralarında olduğu.

      Üniversite yıllarımda, kısa bir süre bile olsa, bir partinin gençlik kollarında çalışmıştım. O da bana yetti zaten. Miting hazırlıklarının kulis arkasında olup bitenlere tanıklık etmiştim. Televizyon ve gazetelerdeki görüntülerde gördüğümüz pankartları süsleyen yazıların kimlerin nerelerinden çıktıklarını, bir şekilde, gerekirse zorla meydana toplanan halkın ellerine nasıl tutuşturulduklarının tanıklığı...Ki dinleyicilerin büyük çoğunluğunun olup bitenden haberi bile yoktu. Hani vardır ya ünlülerin cenazelerine yalnızca, cenazeye gelen diğer ünlüleri görmek için gidenler, işte meydanlardakilerde o misal; meraktan. O dönemden sonrada televizyon ekranlarında, gazetelerde gördüğüm bir çok şey gerçekçiliğini yitirdi benim gözümde.

      1954 yılında eğitim hakkının halkın elinden alınması yani Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla başlayan ve halkı koyun ya da son zamanlarda kullandıkları tabirle deve sürüsü haline getirme çalışmalarının  gelmiş olduğunu noktayı görmek, bir Atatürk mirasçısı olarak en azından beni acıtıyor. (asıl acıtanı yazının sonunda yazacağım) Refah düzeyimiz öyle yerlerde ki dertlerimiz: karnımızı doyurabilmek, hadi doyurdun çocukları okutabilmek, hadi okuttun başını sokabileceğin (depremde üzerine yıkılmayacak) bir ev sahibi olabilmek...lerle sınırlı. Kim iktidar olmuş, hangisi nereyi hortumlamış, kim kime ülkeyi parsellemiş, ilgilenecek kafa bırakmıyorlar yıllardır. Benim derdim bana yeter noktasına geldi, millet. Alınan bayrakta çok profesyonel bir ekiple bu günlere taşınınca: kapıda kömür, mutfakta buzdolabı, belediyede tanıdıklara iş derken; kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez felsefesi hedef kitlenin beynine tamamen yerleşti. Daha aydınlık, aydın, gelişmiş nesillere falan sıra gelene kadar daha nicesi girebilir bu listeye. Halk olarak bizi bırakın, korku belasına kalem oynatamayanlar, söz söyleyemeyenler, bizzat tanıdığım kocası iş alabilsin diye başını örtenler, sadece onlara yaranabilmek için cuma namazına gidenler, ilkokul çağındaki çocuklarına zorla oruç tutturanlar var. O çocuklar ki; mahalle aralarında gizli gizli, birisi görür korkusuna rağmen cips yerler. (çünkü; onlar yalnızca çocuk)

      Türkiye yeni bir seçime giderken neler yaşıyoruz? Bir türlü aydınlatılamayan ama birçok gencin hayatını karartan üniversite sınavı: açıklamalardan tatmin olan liderler bir yanda, seslerini duyuramayan, sonuç alamayan tatminsiz mağdurlar diğer yanda. Bir yanda internete konulacak filtre konusunda yapılan açıklamalardan tatmin olan liderler, diğer yanda bu konuda kesinlikle tatmin olmak istemeyen, sevişirken bile ''ulan bizim evede böcek yerleştirmişler midir? Amannn boşver nasıl olsa bizimki yasal ve günah olmaya cinsinden, devam'' diye düşünmeye sevkidilen, tatmin olamayan halk. Bir yerlerde, o makam koltuklarının olduğu yerlerde falan birşeyler dönüyor, kavgalar oluyor ve ben kesinlikle olanların bizlerle alakalı olduğuna inanmıyorum.

      Aman ha sakın yazdıklarımdan parti propagandası falan yaptığımı düşünmeyin. (gerçi ne düşündüğünüz yalnızca sizi bağlar) Çünkü ben; bir lider olunamayacağına, lider olarak doğulabileceğine inanan, bu topraklarda yalnızca Türk Milletinin menfaatlerini düşünerek hareket edecek, Atatürk gibi bir lider doğma şansını çok düşük olduğuna inanan birisiyim. Bir kaç kez de ''acaba mı?'' dediğim adamların iki gün sonra meydanlarda, halkı bırakıp diğerlerine laf yetiştirmeye başladıklarını görerek yaşanmış hayal kırıklıklarım vardır.

      Neyse; dün gazetede gördüğüm bir fotoğrafa bakıp, o an orada olmak isteyince korktum ve bir anda endişelendim. Olmak istediğim yer; milli mücadelenin başladığı, ilk kurşunun atıldığı, kuşatılamamış tek kale olarak son yıllarda giderek yükselen İzmir'di. Neden? Neden, orada olmak isteyeyim, bu vatan toprakları bir bütün değil mi? Yeterince özgür hissetmiyormuyum kendimi? Yaşadığım yıl 2011'ken beni nasıl heyecanladırabiliriyor; ''özgür düşünce'', ''özgür iş adamları'', ''özgür gazeteler'', ''özgür okullar'' vaadleri. İnanın çok korktum. O kadar ki; orada, o coşkunun içinde olsam korkum azalır, güvende hissederim dedim. Söz konusu; yıllardır o kaleden Türk Bayrağını hiç indirmemiş, sözlerinden hiç dönmeden, hayal kırıklığı yaşatmadan, istikrarla yoluna devam etmiş olan İzmir olduğu için olsa gerek.

      Ama herşeye rağmen umudum var arkadaşlar, herşeye rağmen. Çocuklarımın geleceği için umudumu yitirmemeliyim. Umudumu yitirmeden, o sabah sandık başında olacağım. Hemde; ismi lazım değil, bazı partilerin bir oy bir oydur diyerek ücra köylerden otobüslerle insan taşıdıklarını gördükten sonra, bir oy bir oydur diyerek o sandık başına gideceğim. Bir Türk vatandaşı olarak, en azından benide tatmin edebilecek açıklamalar yapan birileri mecliste olabilsin diye. Tarihi boyunca bu güzel topraklarda bir arada yaşanmışlıkların meydana getirdiği, bu kadar güzel rengin bir arada, rengarenk, daha uzun yıllar yaşayabilmesi ümidiyle.

                                             ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

30 Mayıs 2011 Pazartesi

TELEFONDAKİ SES



     Geçen gün, telefonun ekranında ismini görmem bile yüzümde tebessüme davetiye çıkartan arkadaşlarımdan bir tanesi aradı. Kendisiyle ilgili güzel haberleri verirkenki;  söyleyiş tarzıyla, ses tonuyla öyle hoş şeyler hissettim ki...Hani yatağa yorgun argın girersiniz de, üzerinize çektiğiniz yorgan sizi yumuşacık sarıp sarmalar, kıvrılıverirsiniz ya öyle bir his.

     Bu güne kadar yaşadığı çok zor günlere tanıklık etmiştim. Bu mutlu anını, heyecanını paylaşmak için ilk beni seçmiş olması çok duygulandırdı beni. Demek ki; her zaman canı gönülden yanında olduğumu hissettirebilmişim, diye düşündüm. Kadınların zorluklar karşısında nasıl dik, güçlü durabildiklerinin kanıtıydı, O benim için. Sanıyorum, eşide farkına varmıştır ne kadar özel bir kadınla hayatını paylaştığının. Bir yerde okumuştum; insan eşinin iyi bir yol arkadaşı olup olmadığını yol çatallaşınca anlarmış. O yanında olmayı bırakın, dayanağı oldu kocasının.

     O'nu bir kez bile gözlerinde çaresiz bakışlarla, asık suratla görmedim. Rüyalarımızı, fallarımızı hep hayra yorup, umutlandık, umutlandırdık birbirimizi. Bir gece rüyasında arabayla bir çukura düştüğünü, yaşlı bir kadının el uzatıp onu çukurdan çıkarttığını görmüştü. Umudumuzu yitirmeden inandık o elin günün birinde uzanacağına.

     Eminim çocukları da büyüdüklerinde farkına varacaklar ve baştacı yapacaklar O'nu. Çünkü; O hiç indirmedi annesini başının üzerinden. Hayat gerçekten herşeyin tersini görecek kadar uzun olduğunu kanıtladı, bir kez daha. Zaten annesini tanıdığınızda anlayıveriyorsunuz; O'nda ki cesur yüreğin, asil kanın nereden geldiğini.

     Telefonda ki konuşmamız sırasında takıldı birşey boğazıma, düğüm oldu. Süren sessizlikte karşılıklı ağladığımızı biliyorduk. O zor günlerde ağlamamıştık ama bu mutlu gün müthişti. Önündeki yeni yolun, yüreği kadar aydınlık olmasını dilediğimi zar zor söyleyebildim. ''Kardeşimsin'' derken O'nun da sesi zor çıkıyordu. Telefonu kapattıktan sonra kendime gelmem hayli zor oldu. Geçmişten aklıma, yüreğime kazınmış O'nunla ilgili herşey teker teker gözümün önünden geçtiler. Gözyaşlarımla; kötü olan anıları, bir daha hiç hatırlamamacasına gömmüştüm.

     Herşeye, herkese inat etti; artık hayatını gönlünce yaşamak zamanıdır. Yolun açık olsun arkadaşım.

                                                                                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

29 Mayıs 2011 Pazar

KADINLAR SUSARAK GİDER



Çok uzun emekler verir ilişkisini yürütmek için. Birinin kadını olmayı yüreği, beyni, ruhu o kadar zor kabul etmiştir ki, başka bir adama ait olmayı istemez. Erkek gibi, çorbanın tuzu eksik diye kavga çıkarmaz mesela, tam tersi, konuşmamız lazım der. Erkek...ler de en çok bu cümleye sinir olurlar. Ertelenir o konuşmalar, maç bitimine, yemek sonrasına ve daha birçok lüzumsuz şeyin ardına ötelenir. Kadınlar inatçıdır, hayata tutundukları gibi, aşklarına da sahip çıkarlar. Bu yüzdendir, konuşup derdini anlatma isteği, karşı tarafı ikna edene kadar uğraşırlar. Sonunda pes eder adam, bir ışık görür kadın, tüm derdini paylaşır. Genellikle ne cevap alır? Abuk sabuk konuşma! Gereksiz ve saçma gelmiştir adama anlatılanlar, hiç de üstünde durmamıştır. Yine bir sıkıntı, tatmin edilemeden geçiştirilir ve adam gün gelip bunların kendisine ok gibi döneceğini bilemez. Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının. Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur. Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur. Kadın susarak gider! En önemli detaydır, erkeklerin hiç anlayamadığı durum işte bu kadar basittir. O gün gelene kadar konuşan, kavga eden, tartışan kadın, kendini sessizliğe vermiştir. Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse, o zaman sevgisi de yara almış demektir. Yüreğindeki bavulları toplamıştır, kafasındaki biletleri almış ve aslında bedeni orada durarak, ilişkiden çıkıp gitmiştir. Kadın, gerçekten gitmişse, çok sessiz olmuştur ayrılışı, kimse hissetmeden, kapıları vurup kırmadan gitmiştir. Her akşam eve geldiğinde, kapının açıldığını gören adam anlamaz ama bir kadın sessizce gider. Ne mutfağında yemek pişiren, ne yan koltukta televizyon izleyen, ne gece ruhunu kenara koyarak yatakta sevişmeye çalışan kadın, artık o kadındır. Bir kadının çığlıklarından, kavgalarından korkmamak gerekir, çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.

CEMAL SÜREYA

28 Mayıs 2011 Cumartesi

ZAMANA YOLCULUK



     Ben kesinlikle ve kesinlikle bu çağın insanı değilim. Zamana yolculuk filminde, yanlış zamana  ışınlanmış gibi hissediyorum kendimi. En fazla zevkü sefa edilen zaman hangisiyse o zamanda yaşamalıydım. Belkide yaşadım ve etkileri hala üzerimde...

     İlk olarak; hafta içini hadi anladık, hafta sonu neden erken kalkılır. Hadi kalktık, sabahın o köründe çocuklarla olan mesai başlar mı? Kahvaltı hadi hadi diyerek gırtlağa dizilir mi? Benim hafta sonu sabahımda; yatakta bunalana kadar uyunmalı, gerine gerine uyanılmalı, ağır ağır kahvaltı edilmeli, masada gazetelere göz atılmalı (okunmamalı) ve mayışıp tekrar yatağa girilmeli.

    Sabahtan geriye birşey kalmayınca; dışarıya çıkalım dedik. Bir saat Feyza'ların bahçede kahve molasının ardından başbaşa yemek için şehre indik. Erdo süpriz yaparak uzun zamandır gitmek istediğim et restaurantında yer ayırtmış. Masaya yerleştik hemen ardından ihtiyaç gidermek için masadan ayrıldım. Döndüğümde şarap, bardaklara servis edilmişti, bile. Buraya kadar bana uyar, uyduda. Masaya oturunca sohpet açılsın diyerekten Erdo'ya ''Son zamanlarda kendini iyi hissettiren bir hayalin var mı?'' diye sordum. Benim dönem dönem değişen, düşünmesi, hayal etmesi bile kendimi iyi hissetmemi sağlayan hayallerim hep olmuştur, çünkü. Bizim ki ne dese beyenirsiniz ''Arka tarafta kulağına kulaklık falanmı taktılar, Şanslı Masada falan değiliz, değil mi?''. Veeeee hop, hoşgeldin Özgür bu zamana. Benim yemeğimde ne olmalıydı; ''Aşkım: ben, en büyük hayalime kavuşmuşum, seninleyim. Daha ne isteyebilirim ki'' denmeli, göz göze, diz dize yemek yenmeli. Gerçi şükür ki, sonrasında durumu kurtarıcı diyaloglar yaşandı.

     Evden içeriye adım attığım andan Oğuz uyuyana kadar olan sürede yapmak zorunda kaldıklarıma gelince: tarifini bi ara vereceğim, boş kutudan kukla tiyatrosu yapmak bir de; her kim bulduysa bir an önce formerslansın inşallah; ben yokken Oğuz'un arabadan robota dönüştürdüğü transformerslardan birisini tekrar arabaya döndürmeye uğraştım. Sonuç: ben döndüm ve oyuncak dönüşüm çöpündeki yerini aldı. Halbuki; benim eve dönüşüm muhteşem olmalıydı. İlk olarak; ılık bir duş, ardından pijamalar çekilmeli, sehpada demlik, elde kitap, bir melek gibi yaklaşan uyku tebessümle karşılanıp rüyalar diyarına geçilmeli.

     Reenkarnasyona inanan herkesin yolu muhakkak sarayların birinden geçmiş olur ve hipnozda ortaya çıkar ya. İnanıyorum ki, bu günden sonra daha da fazla inanıyorum ki; bende kesin saraylardan falan geliyorum. Yoksa doğal mı bu; hafta sonları geç saatlere kadar uyuma isteği, romantizm beklentisi, ihtiyaç olduğu anda sükunetin sağlanması isteği...


     Tam şu anda aklıma geldi; yarın bizim evde on beş kişi kadar olacağız...Ben ne yapıyorum? Sarayın bahçesinde edasıyla; yanımda kahvem, kucağımda bilgisayarımla hayaller alemindeyim. Haydi anacığım: Özgür kaçar. Herkese iyi geceler!

                      ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Mayıs 2011 Cuma

HOŞÇAKAL



     Kendimin farkına vardığım ilk genç kızlık günlerimde; henüz bilmiyordum, gün gelecek ve seninle iki yarım olarak bir araya geleceğimizi, bir bütün olacağımızı. Mahalledeki park, bizim için bütün dünyayı temsil ediyordu. Parkta arkadaşlarımızla buluşmak için nasıl can attığımızı, kızlarla okulda olup bitenleri birbirimize anlatabilmek için nasıl sabırsızlandığımızı...O zamanlar tek haberleşme yöntemimiz aşağıdan çalınan apartman zili, parkta dudaklar arasından çıkan ıslıklardı. Telefonla istediğimiz an, dilediğimiz süre konuşmak mümkün değildi; hiçbirimiz için.

     Zaman geçtikçe, biz büyüdükçe, parkta olan çocuk sayısı git gide azalır, park küçülür olmuştu, adeta. Hani yıllar önce geçtiği sokaklar büyüdüğünde geçerken küçücük gelir ya insana, öyle işte. Her bahar mahallelinin kiraladığı minibüslerle Belgrat Ormanı'na gider piknik yapardık. Altında bizim için salıncaklar kurulan, sofraların kurulduğu ağaçlar; nasılda kocaman, dalları nasıl ulaşılmaz gelirdi. Yıldan yıla değişti o ağaçlar altında hissettiklerimiz, gizli gizli buluşup, el ele, altında yattığımız zamanlar; sığınağımız, kurduğumuz hayallerdeki evimizin çatısı olmuşlardı.

     Mahallede ilk Seda evlenmişti; biz daha fakültedeydik. Annem nasılda korkmuştu, okulu bırakıp, deli fişek gönlümün yeliyle savrulur da evlenirim diye. ''Hiç niyetim yok anneciğim, benim sıramın gelmesine çok var.'' demiştim. Ama diyememiştim; gün geçtikçe o deli fişek gönlüm, göğsüme sığmaz oluyordu. Bunca yıl mahalladeki parkta sohpetler ederken, saklanbaç oynarken, kavga ederken tüm çocuk ve genç kızlığa geçiş dönemlerimde içimde biriktirmiştim sanki, hayatım boyunca sana karşı hissedeceğim, tutkuyu, aşkı, bağlılığı.

      Bir gece gene o parkta; bir bankın üzerine elimizde biralarla tünemiş dertleşirken daha doğrusu sen benim başkasına karşı hissettiğim aşk acıma merhem olmaya çalışırken, başım göğsüne değdiği an; bunca yıl içinde duygular biriktirmiş olduğum kutunun kapağı açıldı ve içinde biriken herşey saçıldı, bütün benliğimi sardı. O andan sonra; aramızdaki her bakış, her söz; aşk için, aşktan gelir oldu. Ve gerçektende tüm hayatım boyunca en gizli sığınağım, başım sıkıştığında bir an önce orada olmak istediğim tek yer senin göğsün oldu. Her ne yaşadıysak, her ne durumda olursak olalım göğsündeki yerimi hep açık tuttuğun için sana müteşekkir kaldım. Hele ki annemler henüz, aniden almış olduğumuz evlilik kararını hazmedememişken gelen tayin haberinle sarsıldığım, yaşayacağım ilk ayrılığın arifesinde, onu izleyen ilk gurbet günlerimizde de benim için ne anlam ifade ettiğini, minnetimi umuyorum ki hissettirebilmişimdir sana.

     Birlikteliğimiz; o kadar aşkla, o kadar aşktan gelmişti ki, yuvamızı kurmuş ve gittiğimiz her yere taşımıştık. Yani dolaştığımız onca kasaba, o kadar köy yuvamız olmadı bizim. Sadece duraklarımız oldular; çocuklarımız olduktan sonra içinde dört kişi yaşadığımız, yüreklerimizde kurduğumuz evimizin. O kasabalardan, köylerden ayrılırken terkediyor duygusunu hiç yaşamamış olmam bundan dolayı olsa gerek. Hiç birinde bir parçamı bırakmamıştım.

     Yıllar böyle geçip gittiler; hiç bir sabaha yalnız uyanmadan, hiç bir geceye yalnız uyumadan. Kah mutluluk, kah üzüntüyle, kah aç, kah tok ama asla yalnız ya da çaresiz değildik. O kadar çoktu ki aşk...

      Emekliliğini nasıl coşkuyla karşılamıştık. Çocuklar üniversite hayatının tadını çıkartıyor, damarları coşkuyla akan kanla doluyken; bize de yeni bir başlangıcın coşkusunu bulaştırmışlardı. Sabah kurulan kahvaltı soframız küçülmüş, camın önündeki fiskosun üzerine sığar olmuştu. Ama sevgiyle dolmuş, güvenle pekişmiş yüreklere sahip olan çocuklarımızın gözlerinden, dillerinden dökülenler de, bir o kadar sevgi dolu olduğu için hiç sessiz kalmadı evimiz. Çocuklarımızda; bizden onlara akan dokunuşlarımız, bakışlarımız, sözcüklerimizi biriktirmiş olmalılar ki şimdi de onlar bize akıtıyorlar. Biliyormusun? Bu güzelliklerin hepsi o parktaki gece senin  göğsünden çıkıp bulaştılar hayatımıza.

     O sabah gene camın önündeki fiskos masanın üzerinde kahvaltı etmiş, vapurla karşı yakaya geçip Salacak'taki o çok sevdiğimiz çay bahçesine gitmek için hazırlanıyorduk. Sesime ses gelmediği o an yığılıp kaldım yatağın üzerine, salona gidemezdim, bir daha seslenip o sessizlikle karşılaşamazdım.

     Sonrası çok büyük, beni içine çekip, yıllarca hapseden bir karanlık. Güneş doğacaktı biliyordum ama bu karanlığım nasıl aydınlanacak, dudaklarıma vurulan mühür nasıl bozulacaktı. Bana okuduğun o şiirlerin, söylediğin bütün o şarkılarda olan yalnızlık, ayrılıkla başbaşa kalakalmıştım. Eninde sonunda yalnızdım, işte. Herkes gider, herşey biter derdin; ama, nasıl başa çıkacağımı söylememiştin.

     Dünya nasılda dönüyordu, oysa benim masalım son bulmuştu. Herşeyim yarım kalmıştı: kollarım, düşüncelerim, kalbim, yarımdım işte. Hiçbir zaman kararmayan gecelerim kapkaranlıktı. Seninleyken, yaşadığım her ne olursa olsun içinde isyan olmayan dualarımda isyan vardı. Eğer; Tanrı sensizde yaşayabileceğimi gösterecekse bana, istemiyordum. Kalbim atmasın, nasıl olsa dünya bizsiz de dönecek, güneş bizsiz de doğacak, yağmurlar bizsiz de yıkayacaktı dünyayı... Yanına gelip seni ne kadar özlediğimi söyleyebilmek, saçlarımda ellerin olsun istiyordum.

     Ama gelemedim Bey, ellerimi o kadar sıkı tuttuki çocuklarımız. O kadar sıkı sarmaladılar ki beni, sevgiyle... Evde kurulan soframızı tekrar büyüttüler. Aşkla, aşktan getirdikleriyle kurdular sofraları, suladılar kurumaya yüz tutmuş çiçeklerimizi, paylaştıkça paylaştıkça azalttılar, senin göğsün gibi merhem oldular yaralarıma, güneş olmaya çalıştılar sabahlarıma.

     Ve biliyormusun, dudaklarımdaki mühür de bozuldu. Torunumuzu kucağıma alıp, O'na söylediğim ninni bozdu o mührü. O'nu dünyaya açtığı gözlerle adeta yeni bir masal başladı, içinde benimde olduğum. Dualarımda gene şükür var, gene sana duyduğum minnet var, gene umut var. Bu defa O'nunla paylaşabilmek, içinde senin olduğun masallar  anlatabilmek, ninniler söyleyebilmek için doğsun istiyorum, güneş. Kalbimi okşayan sesiyle dolsun bütün ruhum, istiyorum ki; yanına gelirken sana getirebileyim. Tekrar görüşünceya kadar, hoşçakal Aşkım.

                                                                                ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

 

26 Mayıs 2011 Perşembe

AH BEN BU KENDİMİ...







     Üzerime yapışmış bir garip halle güne merhaba dedim. Genelde güne hazır nazır uyanan Özgür  için huzursuzluk verici bir hal. Üstelik işe gitme planlarımı iptal ettirecek  kadar da ağır. Yatağa uzanıp diktim gözlerimi tavana, baktım olmadı yumdum, sımsıkı. Aslında; bir kutunun içine saklanasım vardı. Dalıp dalıp gittim; dönüşü, içinden çıkması zor düşüncelerin ülkesine. O sıra da çalan telefonun diğer ucunda Feyza'nın sesi; beni getiren oldu o gittiğim düşünceler ülkesinden.

      Duşa gireyim diye düşündüm, belki üzerimden akıp giden suyla beraber akar gider üzerimdeki garip hal diye. Banyoya girince radyonun düğmesine dokunduğumda duyduğum işte tamda bu şarkıydı, Mazhar Alanson'un sesiyle heryeri dolduruverdi. ''Ah ben bu kendimi... '' Müziğim mucizevi etkisi her seferinde şaşırtıyor beni. Bir melodinin insanı  içine alarak istediği yerlere götürebilmesi, ağlatabilmesi, yazdırabilmesi, hatırlatabilmesi...

       Evet! Ben Erdo'yu özlemiştim. Hem de çok. Gerçi bazen bir nefes uzağımdayken bile özlediğim oluyor O'nu. Ama bu sefer, dünden beri, uçakla bir saat uzağımda. Eğer bir günlük ayrılık beni bu hale getirdiyse, bizim en azından benim başbaşa tatilim gelmiş, demek. Çocuklar olmadan, yapayalnız, sadece iki güne razıyım.

     Her neyse duştan çıkan Özgür; gününü, buna bağlı olarak beynini proglamıştı. Saç baş, makyaj yapıldı, elbise üste geçirildi...Ve sokaktayım. Yok yok dolaşmaya çıkmadım: Elf'i bırakıp yemek yapmaya hazır eve döndüm. Masterchef adayı edası, heyecanıyla işe giriş - miştim ki; komşum kahveye geldi. İki lafın belini kırdıktan sonra dün gece netten aldığım tarifleri uygulamaya hazır,  malzemelerle başbaşaydık. Sonuç: ben masterchef falan olamam. Gerçi lezzet, görüntü fotoğraflardaki gibi oldu. Ama mutfak nasıl toplanır, bilmiyorum.

      Şimdi Bolt'u; ihtiyaç gidermesi için dolaştırmak ve çocukları karşılamak için aşağıya bahçeye çıkıyorum. Zennure Anne'lerde (kayınvalidem) yemeğe bize geleceklermiş. Anlayacağınız; Erdo'da kapıdan adımını attı mı, tamamız. Beni cumanın heyecanı şimdiden sarmışken, herkese güzel bir perşembe akşamı diliyorum. Hoşçakalın.


                                                   ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Mayıs 2011 Çarşamba

ÇOCUK


Çocuk soru sorandır, her kavganın ardından barışmasını bilendir çocuk. Çocuk hesapsızca davranan, korkusuzca konuşandır. İsyan edendir, ''kral çıplak'' diyendir. Görmezden geleni gören, bilinmeyeni merak edendir. Koşan, oynayan, bağıran, fütursuzca gülen, yürekten ağlayandır. Şarkı söyleyip dans eden, şehirler kurup, şehirler yıkandır çocuk...


    Yeni albümlerinin adını ''Çocuk (H)aklı'' koyan Kardeş Türküler ve Arto Tunçboyacıyan; çocuğu böyle anlatmışlar. Ekleyecek bir şeyi olan?

                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

NİHAYET



Her sezon ertelediğim, daha doğrusu kaçışım olmadığını bile bile ertelediğim iş; mevsimlik giyisilerin çıkartılması ve ayıklanması...Bir izin günümün böyle bir işle bitmesinin verdiği can sıkıntısının yanında müthiş bir rahatlama hissediyorum. Her sezon bunu yapmakta gecikirim. Gecikmeyi bırakın, havalara uygun giyiler almaya başlamış olurum. Sonra da; bugünkü gibi pişman olurum. Çünkü; geçen sene kaldırmış olduklarımı unutmuşumdur.

      Öğle saatlerinde işe koyulurken, ne kadar zaman alacağını düşünmemeye çalıştım. İyiki de öyle yapmışım, akşam saatlarine kadar süreceğini bilerek bitiremezdim. Oda, fotoğrafta gözüktüğü duruma geldiğinde; ümitsizliğe kapılır gibi oldum. Yalnızca benimkiler olsa iyi; Elf'inkilerde bana kalınca iş içinden çıkılmaz oldu. Oğuz'da okuldan gelip yardım etmeye kalkınca tahmin edebileceğiniz üzere, şenlik havası yaşandı. Katladığım herşeyi, koyduğum yerden alıp tekrar raflara koymaya çalışan ufaklık bir yanda, yattığı yerden Oğuz'a  engel olmaya çalışan ablası bir yanda, aralarında sabır çekerek herşeyi düzenlemeye çalışan ben.

      Sadece ayıklayıp kaldırmak olsa bu kadar zaman almaz da araya, denenecekler, seneye olur ümidiyle tekrar kaldırılanlar falan girince iş uzuyor, haliyle. Hele şu seneye olur diye kaldırılanlar yok mu! Bu yıl hata ederek  Özlem'in (kardeşim) bizde olduğu zamana denk getiremedim. O olduğunda; çok kolay oluyor ve bu kadar vakit almıyor. Kendisine ayıracakları o kadar ustaca ortadan kaldırıyor ki ne olduğunu anlayamadan bir de bakıyorsunuz ki; bütün giyisiler yerlerini almış. Gün içinde yaptığımız telefon görüşmesinde de aynını söyledi, zaten.

      Kadın dergilerinde, çok güzel yol yordam gösteriyorlar gerçi. Fakat gelin görün ki; iş uygulamaya gelince ya da bana gelince pek öyle olmuyor. Benim giyisilerimden ayrılmam biraz zor oluyor. Hani derler ya; iki sezon giymediğiniz kıyafetleri ayırın, diye. İşte bende bu sezon sayısı en az dört. Bir daha asla giyemeyeceğimi bile bile sakladıklarım bile var. Amannnn neyse biz böylede mutluyuz. Tek üzüldüğüm onları bir yerlere sıkıştırmak zorunda kalmak oluyor.

     Bu zamana kadar; her ebatta gardolabı olan evde oturduk. Hangisine sığabildim? Hiçbirine. Erdo gibi bir adamla evli olunca bu mümkün değil, çünkü. Adam iyiki kadın olarak dünyaya gelmemiş. Şimdi O'nun giyisi ve ayakkabılarını yiyiyor olurduk, herhalde. Benim anlayamadığım bu erkeklere sunulan renk, model seçenekleri bu kadar azken, nasıl bu kadar kıyafete sahip  olabildikleri. Ayakkabı deseniz; önlerindeki topuk ölçüsü, renk seçeneği bu kadar kısıtlıyken; kaç çift ayakkabısı olabilir bir erkeğin. Bu yıl da her zaman olan oldu; benimkiler tıkış tıkış kılıflarda, beyefendininkiler, boy boy askılarda, raflarda. Eeeee en kıymetlim için, paylaşmamız gereken bütün dolaplar feda olsun. O'nunla olsun da, herşekilde kabulüm.

     Özetle; biz ailece yaza hazırız. Bahçedeki çiçeklerde hazırlar. Ağaçlar çiçeğe durdu, çoktan. Bir de bostanı ektik mi, tamam. Aldığım fideleri gören olsa, metrekarelerce yer var sanır. Amaç; yalnızca domates kokusu duymak, renkleriyle güne başlamak olunca; ufacık yer, yayla gibi geliyor bana. Geçte olsa: hoşgeldin yaz.

                                                                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Mayıs 2011 Pazartesi

PAZAR ALIŞVERİŞİNE BOZCAADA'YA MI?

Yıllardır semt ayrımı yapmadan, tesadüfen önünden geçtiğimde içine girmek için dayanılmaz istek duyduğum, çok keyif aldığım pazar alışverişlerimin kabusu, naylon poşetler olmuştur. Her tezgahta yapmış olduğum açıklamalardan yorgun düşmem sonucu arabada her daim bez çanta bulundurmaya uzun zaman önce başladım. Yeni moda olan üzerlerine yazılı olduğu üzere doğaya zararları olmadığının söylendiği poşetlerede pek güvenemedim. Kese kağıdı istediğinizde de yüzünüze altın kılıf istiyormuşcasına bakan pazarcıları hiç sormayın zaten.

     Hassaslığı geçip takıntılı olduğum şeylerden biri olması münasebetiyle olsa gerek gazetede okuduğum habere bayıldım. Uygulamanın kısa sürede yaygınlaşması ümüdiyle, sizlerlede buradan paylaşmak istedim.

     Torbaların doğada çok uzun süre yokolmayıp doğa ve sağlık açısından büyük tehtit oluşturması sebebiyle; Bozcaada Belediye Başkanı, ilçede naylon poşet kullanımını yasaklamış. Yasak; Dünya Çevre Günü olan 5 Haziran'da uygulanmaya başlayacakmış. Esnafa bez torba ve kese kağıdı düşük fiyatlara satılacakmış. Bravo Bozcaada Belediye Başkanı'na.

      Düşünün artık durumumuzu, abuk sabuk siyasi propagandalar yapmaya ara verip, elle tutulur, insanlık için küçük doğa için büyük bir adım attıklarında nasıl alkışlayacağımızı şaşırıyoruz. Pazar alışverişi için adaya gidemeyecek olan büyük çoğunluktan biri olarak, uygulamanın her yere hızla yayılmasını bekliyorum.

                                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL 

NEDEN?



Hayvanat bahçeleri neden kurulmuştur? Bu yapay doğa yaratma çabası, doğal ortamlarından kopararak hayvanları sergileme ihtiyacı neden...Bedenen korunuyor olmaları yanında bütün ruhlarını, yaradışsal özelliklerini kaybetmelerine yol açan bu düzen neden kurulmuş?

     Son ziyaretimin üzerinden üç gün geçmiş olmasına rağmen içimdeki öfke, çaresizlik hissi hala taze. Gözümün önünden gitmiyor Ormanlar Kralı Aslan'ın kafesinde yatışı, ihtişamlı zebranın boynunu bükmüş duruşu...Üstüne üstlük ellerine geçen her türlü yiyeceği tellerin arasından hayvanlara verme çabasında olan, her hayvanı kuçu kuçu diye çağırmaya çalışan ziyaretçileri de görünce, bütün hayvanları serbest bırakıp insanları kafeslere koyasım geldi.

      Aslında güne ne kadar heyecanlı başlamıştık. Yolluklar hazırlamış, yol boyunca hayvanlarla ilgili şarkılar söyleyip, masallar anlatmıştık. Biletleri alıp içeriye adım atar atmaz büyü bozuluverdi. Erdo'yla tutulduk kaldık, adeta. Oğuz'un merakı olmasa dönerdik, o anda. Ama enteresan olan, gezimiz başlar başlamaz Oğuz'unda heyecanı uçtu, sanki. Hiçbir kafesin önünde vakit geçirmek istemedi. Ne aslanı, ne timsahları, ne maymunları seyretmek istemedi. Tek tepki gösterdiği keçilerle tavşanlar oldu. Zaten doğal ortamlarındaki gibi gezinenler bir tek onlardı.

       Bugüne kadar yurtdışında da pek çok örneklerini gördüğüm için bu görüntülere pek yabancı değildim. Her yerde üzgün, umutsuz, vazgeçmiş hayvanlar; durum oralarda da bizimkinden pek farklı değildi. Yalnızca bir iki tanesinde şartlar biraz daha iyileştirilmiş ve çocuklar için bilgilendirici sunumlar yapılıyordu. Biz de çocuklardan önce bilgilendirilmesi gereken ebeveyn sayısını düşününce, bir de bir kısmıyla o günki gibi karşılaşınca yorumsuz kalıyorsunuz.

       Kendinizi bir ormanın içinde hayal edip gözlerinize perde çekmenize bile engel olan garip bir şeydi, beni saran duygu. Belkide dünyada hüküm süren sistemlerin bizleri içlerine hapsettiği, görünmeyen kafeslerimizi çağrıştırdığı için, bu duruma gelmiştim. Gezegenimizdeki hayat bu kadar mı sona yaklaştı, insan ırkının güç dengesi bu kadar mı bozuldu acaba ki...Balık avını bile kontrol altına almayı başaramayan (başarmayan), yalnızca para ve silah güçlerinin dengeleri sağladığı sistemleri düşününce, kurduğum birçok şey gibi bu düşüncede fantezi boyutunda kalıyor. Soyu yokolmak üzere olan hayvanları çiftleştirdikten ya da ihtiyaçları varsa tedavi ettikten sonra doğal yaşam alanlarına ya da özel korunan parklara bırakıyor olan merkezlerin sayısı oldukça az.

       Dönüş yolculuğumuz sırasında önümüzde iki seçenek vardı:

       Çocuklarımız hayvanları doğal ortamlarında sergilendikleri belgesellerdeki ya da masal kitaplarındaki resimleriyle mi yoksa hayvanat bahçesindeki görüntüleriyle mi hatırlamalılar. Biz birinci seçenekte karar kıldık. Televizyondan, vcd lerden izlesinler, benim gidip Ikea'dan aldığım peluş oyuncaklarınıda sevsinler.

       Pazar günümüzde uçurtmayı bırakın mendili yelleyecek rüzgar olmayan bir havada kalıtdığımız uçurtma şenliğinde geçti. Anlayacağınız; yemyeliş bayırlarda uçuşan uçurtma hayalleri sonrasında, içimize otura otura verdiğimiz uçurtma parası, yediğimiz dönerli pidelerin mısırların tadıyla yetinip evimize döndük. Neyse ki eve dönünce bahçede ki oyun parkının üzerine çıkıp iki dakika dalgalandırabildik uçurtmayı. Herşeye rağmen; gece balkonda dalgalanmaya başlayan altı metrelik Fenerbahçe Bayrağı herkesin neşesini yerine getirmeyi başardı. Bütün Fenerbahçe taraftarlarının şampiyonluk sevinçleri kutlu olsun. Hayatlarımıza tat tuz olsun diye bu küçük mutlulukları araya sıkıştırmayı beceremezsek ne anlamı var yaşamanın.  

                                                                                       ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

20 Mayıs 2011 Cuma

FIRINDA TAVUK

 

 

     Sabah gözümü açtığımdan beri kafamı kurcalamakla kalmayıp, canımı sıkan şeyi biliyorum aslında. Ama garip olan; ben biliyorum tamam, sabahtan beri karşıma çıkan herkeste mi biliyor da üstüme üstüme geliyorlar. Hepimize olur ya üst üste gelir herşey, birden. Daha doğrusu, yarayı  kaşımak istercesine üstümüze üstümüze. Kuzenlerimden biri, zamanın birinde, canını sıkan düşünce ya da kişiyi kafanda mora boya, fanusun içine koy demişti. Bugün; elimde boya kalmamış, fanusların hepsi kırılmış gibi. Okuduğum, duyduğum herşey uçup gitti. Böyle zamanlarda hepsi zırvaymış gibi gelmiyor mu, sizlerede. İyi günümüzde ya da arkadaşımıza akıl verirken, anlatıp duruyoruz: iyi düşün iyi olsun, Tanrı herşeyi görüyor O'na teslim ol, ışığın parlasın ki etrafın aydınlansın...falan falan. Heh şimdi işin yoksa, gelde ışık saç.

     Boğazımın, dilimin ucunda bir höngürdeme, dolanıp duruyoruz hepberaber. Bunların hiç birinden haberi olmayan, masum bir kurbanın üzerine hepsini birden kusmayayım diye kapattım kendimi ofise. Telefonlar kapatıldı, oturuyorum. Okumaya başlamam lazım hemen ki alıp götürsün kelimeler beni buralardan. Yazarın kalemiyle çizdiği yol, yolum olsun. Belki diyorum, dün gece izlediğim filmde ki karakterlerin kaybetmiş olduklarını düşündüğüm şeyler, sürüklemiştir beni buralara... Önemsiz olduğunu bildiğim ufacık ayrıntıyı kocaman yapıvermişlerdir, kafamın içinde. Filmde; elde etmiş olduğu kariyer ve buna bağlı olarak sahip olduğu maddi güçle balona dönmüş egosu sayesinde, kadın olmanın anlamını kaybetmiş bir kadın, bebeğini kaybetmiş bir kadın, çocukluğunu kaybetmek üzere olan bir oğlan, bunların arasında sürüklenip duran bir adam vardı. Yapmış olduklarından dolayı hangisini haklı ya da haksız bulacağımı şaşırdım kaldım. Yolları kesiştiğinde, hepsi haklı oluverdiler aslında. Farkına varmıyoruz ama ne kadar birbirleriyle ilintili hayatlarımız. Buna çok inandığımdan olsa gerek kelebeklerin, yazılarımın içinde bu kadar olmaları.

     Yıllar önce ''Kelebek Etkisi'' adlı filmi ilk izlediğimde hiç bir şey anlamamıştım. Ama, anlayamamış olmamın sebebini biliyordum. Filmin altında yatan felsefeyle ilgili bilmediğim birşeyler olmalıydı. Bunun üzerine açtım bilgisayarı ve arama motoruna, kelebek etkisi yazdım. Karşıma çıkan açıklama:

     ''Sonsuzluk içinde uçsuz bucaksız evrende küçücük bir insanın bir anlık davranışının hayatındaki her şeyi temelinden sarsmasının mümkün olduğunu hatırlatan bir teoridir. Küçük etkiler büyük sonuçlar doğurabilir.Bir kelebek, Çin’de kanatlarını çırparsa, Kaliforniya’da fırtına koparır anlatımı, Mevlana’nın "Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı Rahman’ı titretir" gerçeğine de uymaktadır. Hiçbir şey sebepsiz olamaz ve her şey bir şeyin gereğidir. Hiçbir şey başıboş değildir. Evrende tesadüfe yer yoktur.'' Bunları okuyup filmi tekrar izlediğimde taşlar yerlerine oturmuştu. Nerede, ne zaman hangi kelebek kanat çırptıda benim başıma bugün bunlar geliyor bilmiyorum. Bu sebepten, kabuğuma çekildim ki, rüzgarı üzerimden yalayıp geçip gitsin.  Benden sonra da, kime ne etki edecekse etsin.

     Bak! yazınca biraz rahatladım, sanki. Şimdi aklıma geldi, bu gün cuma, yarın iş yok, yağmur var ama iş yok, akşam ''Beyaz Şov'' var, yemekte; fırında tavukla zeytinyağlı fasulye var. En önemlisi, Erdo ve çocuklarım, haftasonunu bende geçirmek üzere gelecek kardeşim var. Beni bekleyen ne kadar çok şey varmış. En iyi ben yazıma son verip işe döneyim.

                                                    Herkese iyi bir haftasonu diliyorum.

                                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

HATIRLATMA


 


Söylediklerinize dikkat edin düşüncelere dönüşür,


Düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür,


Duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür,


Davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür,


Alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür,


Değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür,


Karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür.


GANDHİ

kraL



Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralının 4 eşi varmış.
Kral en çok dördüncü eşini sever, bir dediğini iki etmez, her şeyin en güzelini en iyisini ona verirmiş.
Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş.
İkinci eşini de severmiş, kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur sorunun çözümünde ona destek verirmiş.
Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmezmiş ve onunla hiç ilgilenmezmiş.
Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayanlız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda kendine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanan kısa ve net "mümkün değil" olmuş...
Hayatım boyunca seni sevdim. Sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin sorusuna üçüncü eşi de "hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim" diye yanıt vermiş. Kral bir kez daha yıkılmış.
Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardım eden sendin, bu sorunumda da bana yardımcı olur musun talebine karşı ikinci eşinden; "bu sorunun için hiç bir şey yapamam, olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım" karşılığını almış.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesi ile irkilmiş. "nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim..."
Ah diye inlemiş kral; "keşke bir şansım daha olsaydı..."
Yaşamda hepimiz 4 eşliyiz aslında. Dördüncü eşimiz vücudumuz. Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.
Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.
İkinci eş, ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.
Birinci eş ise ruhumuzdur. Bizimle gelir...
Unutmayın;
Yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü yapar.
Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar. Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

TRENE BİNİP GİDESİM VAR


     Trene binesim, penceresinden uzaklara dalıp dalıp gidesim, okuyup okuyup gelesim var. Fazla değil, 3- 4 gün. Kısacık bir essss.


      Her yeri nasıl boyamıştır, yeşilin her türü... Sabahtan beri hayalini kurup duruyorum. Daha doğrusu, yıllardır kurduğum hayalimin ayrıntılarını kurguluyorum. Yanıma alacağım cd bile belli. İki parça eşyamı, bilgisayarımı koyacağım valiz de tamam, ama kafamda. İki şey var halletmediğim; birincisi nereye gideceğim, ikincisi tüm bunları Erdo'ya nasıl anlatacağım. Neyse; gitmeden önce Erdo'nun, daha sonra da sizlerin haberi olur nasıl olsa.


        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

SOKAK TAŞLARI


      Çocukluk günlerimin en güzel hatıraları, sokak taşlarında kaldılar.


       Okulların kapanmasıyla; sokaktaki yoğun mesai günlerimiz başlardı. Sabah duyulan ıslık sesiyle başlayan, akşam ezanı sesiyle son bulan...Giriş katta oturan, çok sevdiğimi hatırladığım komşumuz Semiha Teyze, yıllarca usanmadı, top peşinde koşturup susayan mahalle çocuklarına su vermekten. Su dolu sürahiyi, camının önündeki sehpanın üzerinde hazır tutardı ki, işini bölüp her gelişinde, mutfağa gitmesin. Yalnızca; aramızdan birinin düşmesi ya da balkonların birinden sarkan sepet ara vermemizi sağlardı, oyunlarımıza. Hele ki o sepeti sarkıtan, birer gazozda ısmarladı mı deymeyin keyfimize.

       Akşamüstleri anneler de inerlerdi apartmanın önüne; çocukları sokaktan toparlama bahanesiyle iki soluklanırlardı. Eve girince doğruca banyoya girer, akşam yemeğinden sonra da sızıverirdik. Bu seferde kadınlar devam ederlerdi sıcak yaz akşamlarında, sokaktaki mesaiye; apartman önlerinde, alta alınmış minderler, elde çekirdek dolu tabaklar, termoslarda demleme çaylar...O zamanlar herkesin herkesten haberi olurdu, haliylede konuşulacak çok dedikodu. Dedikodular bile acıtacak cinsinden olmaz, yermezdi kimseleri, demişti annem bir defasında.

      Taşınma hazırlıkları sırasında elime geçen bu fotoğraf götürdü beni, çocukluk günlerime ait en güzel hatıralarımın olduğu o sokak taşlarının üzerine. Sabahları işe giderken, akşamları eve döndüğümde selam verecek, hal hatır soracak komşu arıyorum. Ama herkeste bir koşturmaca, bir telaş...Adeta zamanı yakalamaya çalışırcasına. Çocuklarımın hiçbir zaman hatıralarında, tebessümle anımsayabilecekleri, çocuklarına anlatabilecekleri böyle hatıraları olamayacak olması çok üzücü.


                                                                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

16 Mayıs 2011 Pazartesi

HERKES GİDER Mİ? 9







Bir varmış, bir yokmuş:

   '' Erguvanlar senin şehrini de mora boyadılar mı?'' diye sordum Ablam'a bu sabah; bilgisayar ekranından bile olsa, karşılıklı oturmuş sabah kahvelerimizi içerken. Aynı rengi görüyor olduğumuz düşüncesi; özlemimi biraz hafifletir düşüncesiyle... Her bahar erguvanlar, sonbarlarda da mimozalardır, heyecanla beklediğim. Bir arkadaşım vardı; usanmadan her yıl, erguvanlar çiçeklendi mi alır eline fotoğraf makinesini, ölümsüzleştirmeye çalışırdı. Yıllar sonra göremiyecek olursak bu mor çiçekleri, resimlere bakar avunuruz, diye. Bu yıl yalnız karşıladım erguvanları ama bu defa  içimde açmış çiçeklerim var; benim de. Dallarının altında durmuş, kucaklarken gövdesini; yıllardır aradığım hayatımın fon müziğini bulmuşcasına, hiç dinmeyen bir melodi var kulaklarımda.

     Ekran başından kalkıp, hazırlanma vakti gelmişti. Duş yapıp, üzerime biraz çeki düzen verdikten sonra, çalışmaya başlamalıydım. Evde, bahçede yapılması gereken düzenleme ve değişiklikler tamamlandıktan sonra; günlerim bir rutine oturmaya başlamıştı. Sabah ilk fasıl bahçede:  saksıda ki çiçekleri sulamak, sarmaşık gülümle sohpetle geçiyordu. Sonrasında kahvaltı için birşeyler atıştırmak, iki günde bir köy meydanına inerek orada bir kaç saat takılmak, okumak, film izlemek ve yazmakla geçiyordu.Beni eskisi gibi tatmin eden yazılar yazabilmek için, disipline olmam gerektiğine karar verdim. Ve o günden beri her gün işe gitmişcesine, bir kaç saat aralıksız  çalışıyorum.

      Deniz ve bahçe manzarama nazır camımın önünde ki çalışma masam; çevresinde gün geçtikçe biriken dergiler, kitaplarla zaten ofisteki masamın havasına büründü bile, çoktan. Günlük aktüel haberleri, insanlar nelerden bahsediyorlar takip etmeye çalışıyorum. Böyle inziva bir hayat yaşıyorken, şehir yaşantısı içinde ki insanlar için çıkan bir dergide yazıyorsan bunu yapmak zorundasın. Ama tecrübeyle sabitlenmiş olduğu üzere, tek bedene iki ayrı kimliği sığdırmaya çalışmadan. Bu bedende yaşayan ruhun gücü, tek kimliğe anca yetiyor. Daha fazlasının neler yaptığını gördük.

     Yıllar boyunca hep birşeyler olmaya çalıştım. İyi bir evlat, başarılı bir öğrenci, güvenilir bir arkadaş, örnek bir eş derken Nesrin arada kaynamış, küsmüştü. Halbuki; dönem dönem bir ucundan yakalayarak, çok emek harcamıştım kendime. Özellikle kendime dışarıdan bakabilmeyi öğrendiğim dönem; uyanışım olmuştu. Gerçekten sevebilmek için, önce kendimi sevmem gerektiğini anlamış ve listelemiştim. Kendimde, sevdiğim, nefret ettiğim yönleri. Şimdi dönüp baktığımda görüyorum ki; çoğunu başarabilmişim.

     Listemin başında olan dürüstlüğüm hep aydınlık tutmuştu yolumu. Hayatım boyunca hiç kimseyi, en başta kendimi asla aldatmadım. Boşanma kararı almamın temelinde yatanda bu yönümdü, aslına bakarsanız. Sadece yürütmek adına, yıllarca sürebilecek aldatma ve aldanışın dehlizlerinde kaybolabilirdim. Bu yolardan geçerken çok ağladım, çok hayal kurdum, çok ama çok okudum, kalabalıklar içinde yalnız kaldım, yalnızlığımın içinde bir yığın sesle konuştum. Sonunda kendi doğru cevabımı buldum. Ahmet'i bu şekilde aldatamazdım. Ne O'nu ne de kendimi.

     Yaşanılan bu düzende herşey sonsuza kadar sahip olmak üzerine kurulmuş olabilir. Ama; bu düzeni kabul etmek zorunda değiliz. İşte sonunda yüreğimdikileri, beynimdekileri, gerçekten sahip olduğum tek şeyi; kendimi aldım ve buradayım. Hiçbir yerden gelmemişcesine, gidecek bir yeri yokmuşcasına, buradayım. Özgürüm.

    Bütün bunları yazarken, zamanın içinden gene hızla geçmişim. Gün batımı gelmiş yerleşmiş penceremden gözüken denizin üzerine. Bu saatten sonra keyif vakti. Ama önce gidip meydanda ki kahveden, adıma gelmiş olan postaları almalıyım. Başlarda; köyde yaşayanlarla çay içmeye, iki sohpete bahane olsun diye posta adresi olarak kahveninkini vermiştim. iyiki de öyle yapmışım. Artık alışkanlık ve büyük keyif oldu orada, onlarla vakit geçirmek. Bakın işte insanoğlu; nereye giderse gitsin, hangi yaşta olur, hangi tercihleri yapmış olursa olsun, bir şeylere alışma hissi, güven verici oluyor.

                    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

AMAAA HİÇ EKMEK YEMEDİK

ÖNCE



SONRA



Nedendir bilinmez, ama hep sonunda pişmanlık duyacağımı bile bile aynı şeyi yapıyorum. Hele ki söz konusu et olunca, iş feci. Öyle hamur işi, börek, çöğrek değil...Bugün de bir Adanalı'nın eline düştük ki sormayın. Kafamıza silah dayamadılar, yiyeceksiniz diye, fakat grupta tamamlanmış olunca sonunda şişen karınları kapatmak için, yemek sonunda eşofman üstleri giyilmek zorunda kalınıldı. Sindirmemize yardımcı olsun diye çay istemişken bakın neler oldu;



YA SONRA (2. tabak)



Anlayacağınız Adana'ya gitmişte misafir ediliyormuşcasına, önümüze ne geldiyse yedik, kalktık. Sonrasında; Davut kendini avut durumları...Komik olan yanı; ''Aaaaa saat daha erken'', ''Ama hiç ekmek yemedik''. Yemin ederim stada koşarak gidesim geldi.


Kilolar, kilo kilo böyle alınırken, gram gram nasıl veriliyor, bilmeyenemiz yoktur. Bugün alma faslındaydık. Olmuşla ölmüşe çare yokmuş diyerek, yarın tüm gün meyve yiyerek arınmaya çalışacağız, yapacak başka birşey yok. Sizlere iyi uykular dilerken, ben nefes alabilmek ümidiyle koca bir fincan kahveyle balkona yerleştim.


Herkese iyi bir hafta diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

15 Mayıs 2011 Pazar

RED BULL KANATLANDIR BENİ



Bu bünye bir de Fenerbahçe maçını kaldırır mı bilmiyorum. Red bulldan yana beklentim büyük, kahvaltıdan sonra içtim ve kanatlanmayı bekliyorum. Kanatlanmalıyım ki; maç saatine kadar yapılması gerekenlerede ayak uydurabileyim. Konuyu pazartesi sabahına ne halde olabileceğime hiç getirmiyorum, bile.


Cuma akşamı; hadi hava çok güzel balkon zamanı geldi, cumartesi akşamı; hadi bu akşam şehirde yemek yiyelim derken derken bu durumdayız. Rahmetli büyük ninemizden öğrendiğim ve çok kullandığım bi laf vardır; ''Alışmamış dötte don durmazmış'' diye. İşte bu misal. Gerçi bunun yanında; içimde bir yerlere enerji depolandığınıda hissediyorum. Yarım saat arabanın gelmesini beklemek bile sinirlendiremedi beni. Tıklım tıklım olan mekanda tesadüf eseri, bir anda esip oraya gitmeye karar verdiğimiz için rezarvasyonumuz olamamasına rağmen, deniz kenarında bir masaya oturabilmiş, müthiş bir enerjisi, samimiyeti olan bir garsonun, kusursuz servisiyle keyifli vakit geçirmiş olmamızın etkisiyle...


Etrafımızda gördüğüm bir çok gencin hallerini de görünce şükrederek döndüm, evime. Şükrettim ki; sohpet edemiyeceğim kimseyle aynı masada oturmak zorunda kalmamak, vaktimin boşa geçirilemeyecek kadar değerli olduğunu biliyor olmak, ilk defa denediğim lezzetlerden heyecan duyuyor  olmak gibi lükslerim var. Topluca oturulan masalarda herkesin elinde cep telefonları, hepsi birbirlerinden bi haber...Bu tespit bir masaya göre yapılmadı, inanın ki birçoğu bu durumdalar; masalar dolusu sanal yalnızlıklar.  Evlerinde televizyon başında oturuyor olsalar, muhakkak ki daha mutlu gözüküyor olurlardı.


Bunlar derin mevzular, ben de o frekansta değilim. Şimdi bulabildiğim bir saatlik boşluğu değerlendirip bir köşeye kıvrılmaya gidiyorum. Önce küvetin içinde anne diye çığlık atıp, banyoyu su ve köpüğe boğan Oğuz'u banyodan çıkartmam gerek. Hoşçakalın.


 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

14 Mayıs 2011 Cumartesi

bazı anlar vardır ya!


     Dilin tutulması, kalemin bırakılması, bilgisayarın kapatılması     gereken anlar vardır ya. Ağzınından çıkmış, kağıda dökülmüş, tuşa   basılıp yollanmıştır ve geri alamazsın. Bütün anlatılanlara söyleyecek sözün vardır, çünkü. Bütün hissedilenlerde kendini bulursun, çünkü. Anladığınız üzere benimde tuşa basmışlıklarım daha doğrusu basıpta hatırlayamadıklarım vardır. Eğer hatırlayanınız var ise; bilsin ki ya da bilsinler ki tek suçlusu ben değilim. Ama; bilirim ki o anlarda ben ne söylesem, ne yazsam  hepsi tebessümledir. Öfke hörtlemez, gözyaşı akmaz. İz bırakan, hatırlanan herşeyin güzellik, hoşluk dolu olması dileğiyle. 


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

KELEBEK ETKİSİ



     Tüm duygular gibi, iyilikte bulaşıcıdır. Hem de büyük bir hızla yayılıverir, etrafında ki insanların yüreklerine. İçini o kadar çok şeyle doldurabilirsiniz ki bu kavramın…Kimi zaman bir söz, bir bakış, bir dokunuşunuzla ferahlatıverirsiniz karşınızdakinin yüreğini, güvende hissettirirsiniz.


     Kızım bebekti henüz, yan odada kan alıyorlardı. Bense kapının önünde kızımın ağlama sesleriyle bir başıma, gözlerim dolu kalakalmıştım. Hemşireler içeriye girmeme izin vermemişlerdi. Arkamdan bir el, usulca sıvazladı sırtımı; benimki gibi dolmuş gözleriyle baktı gözlerime ve ”geçecek” dedi, yalnızca. Tanımadığım, yabancı bir kadın; kapıdaki çaresiz bekleyişimi, bir tebessümü, tek bir kelimesiyle paylaşmıştı. O bir dokunuş bir bakışla yüreğinden yüreğime geçen iyilik, unutulmazdı.


     Kısacık anlarda yaşananlar, evrende öyle bir dolaşır büyür ki; kelebek etkisi misali gider bambaşka bir yerde, hiç tanımadığımız birinin içine akar. Emin olun kelebekler kanat çırptıkları sürece, ihtiyacımız olduğu anlarda gelip bizi bulacaktır o bakış, o dokunuşlar.


     Ve hiç birşey hissettiremez iyilik yapmış olmanın yürekte yarattığı, huzuru. Menfaat olmayan bir alışveriştir. Zorla olmaz, karşılık beklenilmez. Babam hep der ”İyilik yap, denize at” diye. Belki de denizlere atılan iyilikler yüzündendir, yaralarımıza merhemi hep deniz manzarasında arayışlarımız.


     Bulaştırmak için çaba harcayalım; iyilik olsun diye. Sokakta yanımızdan geçenin gözlerinin içine bakmaktan korkmadan, ufacık bir selam yollayalım. Aracımız olsun, yanımızdan geçen yabancı. Belki, alıp götürür, ihtiyacı olan birine, selamımızı. Belki; zamanla yastığa kafasını koyduğunda yüzündeki tebessüm silinmeyen insan sayısı artar, çoğalırız. Denizler daha mavi, gökkuşağının renkleri daha parlak olur, kimbilir?
                                                                                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

13 Mayıs 2011 Cuma

THE SWİTCH


Şu halimize bir bakın...


Oradan oraya koşturan,


Her zaman acele eden,


Hep geç kalan.


Sanırım insan olmak böyle birşey.


Hepimiz bir bağ kurmak zorundayız.


Kimilerine bu ilk bakışta olur


Ve sonrası malum...


Kader büyüsünü yapar;


Ne mutlu onlara


Masallarda yaşamaya devam etsinler.


Ama bazen işler hiçte anlatıldığı gibi gitmez


Geriye kalanların durumu çok kötü...


Karmaşık, içler acısı.


Kötü zamanlama sonucu şansını kaybedip


Söylemen gerektiğinde,


Söylemen gerekenleri söylememek.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

YATAĞIMDAKİ YABANCI

   




   Gecenin bir yarısı; sizi derin uykunuzdan uyandıran, bir iteklenme dürtüsü, kafanıza inen bir tekme ya da üzerinizden yorganı zorla çekmeye çalışan bir güç. Göz ucuyla bir bakıyorsunuz ki; çocuğunuz yatağınızda kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Ya sonra; umursamadan uyumaya devam mı edeceksiniz yoksa uzmanların önerilerini mi dinleyeceksiniz?  
 
     Yatma vakti geldiğinde, Oğuz başlıyor zaten, kulis çalışmalarına. Tabi öncesinde televizyonda ”haydi çocuklar uykuya” denmiş olmalı. Önce; en sevimli ses tonuyla; Erdo’ya yanaşıyor ”Babaaaa, yatıyor musun?”. Eğer cevap olumsuzsa bu sefer Elİf’e sesleniyor ”Prensessss; kardeşinle uyumak istermisin?”. Buradan da olumlu bir yanıt alamazsa yandık. Başlıyor, trip atmalar; ”Ne olacak bu çocuğun hali”, ”Böyle yapılır mı hiç?”,”Benimle kim ilgilenecek”ler…



Ama; emin olduğum birşey var ki;  psikologlar, anne babaların uzaylı oldukları sanıyorlar.. Daha doğrusu; çocuğumuz olduktan sonra evrim geçirdiğimizi falan. Mesela; şu gece anne babalarının yatağına gelen çocuklarla ilgili önerileri…Çocuk yatağımıza geldiği anda, hiç konuşmadan, yatağına götürmeli, o uyuyana kadar yanında kalmalı ve alışana kadar her gelişinde bunu tekrarlamalıymışız. Bunu yapacak olanda kim; anneler. Bizler;  uyumadan da yaşabiliyormuşuz ya da bir kabloyla şarj olabiliyormuşuz gibi. O psikologlar, hayatlarında hiç uykularının en tatlı yerinde yataklarından kalkmak zorunda kalmışlarmıdır, acaba? Uykuyu o tatlı anında bölmek, hadi bölüp gittin çocukla yatağına, yatağada sığdınız, kol bacak uyuşmuş, sürünerek yatağına dönmeye çalışmak nasıl birşey? Oğuz söz konusu olunca; bu güne kadar profesyonel tavsiyeler pek sökmedi, zaten. İşe yarayan tavsiyeler yalnızca Vilo’dan(annem) gelenler oldu. Gerçi O’da; Baran ya da Oğuz söz konusu olduğunda biraz taraflı gibi ama neyse…Abicim, çocuk yastığını, oyuncağını, suyunu kapıp geliyor, kenara kay deyip yerleşiyor.


 Bir keresinde uzman bir tavsiyesi dinleyelim dedik; Oğuz yanımıza geldiğinde, bizimle beraber yatmak istiyorsan yerde yatmalısın, bu yatak bizim, senin değil dedik. Oğuz’da, peki anneciğim ben yatağıma gideyim o halde, dedi. Mümkün mü böyle birşey yahu; yerde yatılırmı hiç?, Yazık değil mi bu çocuğa?, Annesini seven çocuklar, anneleriyle yatarlar mış?, sıralamaya başladı, bu aradada yatağa yerleşti….


      Her akşam ben usanmadan yatağında uyutuyorum, Oğuz’da usanmadan, gecenin bir saati yanımıza geliyor. Doğruyu söylemek gerekirse oldukça da hoşuma gidiyor. Kaç yaşına kadar devam eder acaba gece ziyaretleri. O sebepten boşverelim gitsin, yahu. Hatta bazı geceler; saatin kaç olduğuna bakmadan, Elif’i de uyandırıp getiriyorum, bizim yatağımıza. Güne çocuklarımın kokuları ve tekmeleriyle uyanmak, fevkalade bir duygu. Kapıların hiç kilitlenmediği bir evde büyümüş olan, benim için, bundan başkasıda düşünülemezdi, galiba.



                                                                                                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

HATIRLATMA

Günlüğümün sayfalarında karşıma çıkan, zamanında Meral Okay'la yapılan bir söyleşiden aldığım notları sizlerle paylaşmak istedim. Bana zaman zaman çok iyi gelir, silkeler bu tür küçük hatırlatmalar. Kimbilir şimdi olmasa bile günün birinde sizinde ihtiyacınız olabilir? Sevgiyle kalın.

                                                                     ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

        Başarıyı birtek kendinden menkul ve birtek sana bağlı, mutlak zannedersen; akıl sağlığını koruyamazsın. İşini yap, temiz, dürüst yap, tamam. İnsanların kalbini kırmadan, onların hayatlarıyla ilgili kurmak istediklerini kırmadan işini yap. Kimsenin ayağına basmadan, düzgün sıra içinde durmasını bilerek. Birlikte iş yaptığın insanlara inanarak, ellerini tutarak. Kendi hayatlarına müdrik olamayan gariban ölümlüleriz, bizler. Önce bunları başarmak lazım.

      Geleceği görebiliyor muyuz? Hayır. Sevdiklerimizin canının yanmasını engelleyebiliyor muyuz? Hayır. Dünyada acı çeken insanlar için birşey yapabiliyormuyuz? Bir an bile olsa onlara ışık, umut verebiliyormuyuz? Eeee bunun neresi başarı? Ne anladım ben bu işten. Başarı dediğin,  akıl ve ruh sağlığıdır. İyi insan olarak yaşayabilmek, adil olabilmek, vicdanını sağlam tutabilmek.

      Gerçek korkuyu görünce diğerlerinin çok minör olduğunu görüyorsun. Yani; ölüme temas etmek, etrafında dolaşmak. Değmek! Elin yanar. Korkmamak; ana eksen çünkü. O kadar korktum ki ben; birinin canının yanmasından, ölüme koşmasından.

      Geleceğe asla bakmam. Hayat, birşeyler yuvarlar ayağımıza. Güvendiğim şey; hergüne yeniden başlayabiliyorum. Yeter ki Tanrı, sağlığımızı korusun.

                                                                     MERAL OKAY

                                                                  14 / Temmuz / 2002

ELİF



Uzattığı kağıttaki hikayeyi kimden duyduğumu hatırlamasam da ezbere biliyordum. Para sıkıntısı çeken bir adam patronundan para ister. Patron ise onunla iddialaşır; eğer bir dağ başında bütün bir gece tek başına kalabilirse büyük ikramiye alabilecektir. Yok başaramazsa o zaman patrona bedava çalışacaktır.

Yazı şöyle devam ediyordu:

Dükkandan çıkarken dışarıda buz gibi bir rüzgar estiğini gördü. İçine bir korku düştü ve iddiaya girmekle delilik yapmadığından emin olmak için en iyi arkadaşı Aydi'ye akıl danışmaya karar verdi.

Aydi biraz düşündükten sonra cevap verdi: ''sana yardım edeceğim. Yarın sabah dağın tepesine çıkınca hep ileriye bak. Ben komşu dağda senin için harlı bir ateş yakıp bütün gece bekleyeceğim. Ateşi seyret, arkadaşlığımızı düşün, için ısınsın. Sen istediğini elde edeceksin, sonra benim de senden bir isteğim olacak.''

İşçi iddiayı kazandı, parasını aldı, sonra arkadaşının evine gitti: ''Benden birşey isteyecektin.''

Aydi  karşılık verdi: ''Evet, ama derdim para değil. Söz vereceksin, eğer günün birinde hayatımda buz gibi bir rüzgar eserse sen de benim için dostluk ateşini yakacaksın.''

Kıza ilgisinden dolayı teşekkür ettim. O an meşgul olduğumu, ama Moskova'daki tek imza günüme gelmek isterse büyük bir keyifle kitaplarını imzalayacağımı söyledim.

''Ben bunun için gelmedim. Rusya'yı bir uçtan bir uca trenle gezeceğini biliyorum ve ben de seninle geleceğim. İlk kitabını okuduğumda içimden bir ses, benim için kutsal ateş yaktığını söyledi, günün birinde borcumu ödeyecektim. O ateş defalarca rüyama girdi. Seninle tanışmak için Brezilya'ya gitmeyi bile düşündüm. Yardıma ihtiyacın var, biliyorum, onun için geldim.''

Yanımdakiler güldüler. Ben kibarlığı elden bırakmadan, ''Yarın görüşmek üzere'', dedim. Yayıncı beni bekleyenler olduğunu söyledi, ben de kusura bakmayın deyip uzaklaştım.

''Adım Hilal'', dedi genç kız ayrılırken.

On dakika sonra odamdaydım. Dışarıda yanıma gelen kızı çoktan unutmuştum. Adı aklımda kalmamıştı, hatta şu an karşıma çıksa tanımayabilirdim bile. Ama bir şey beni biraz rahatsız etmişti. Gözlerinde hem sevgi okunuyordu hem de ölüm.

PAULO COELHO

9 Mayıs 2011 Pazartesi

ANNEDE Kİ HESAP, ÇOCUĞA UYMAZ



Birinci hikayede; tarladaki domates, ikinci hikayede, çocuğun dizinde açılan yaradan içeriye girmeye çalışan mikrop olmak isterken, üçüncü hikayede; resimde ki ahtapot, pullu balık yerine beni kaçırsa, sonrasındakilerde ise buhar olup kaybolsam diye düşünmeye başladım.

     Çayımı demleyip termosa koydum, çalışma masamı hazırladım, bilgisayarı açtım. Planım; Oğuz'u uyutup, iki satır okumak, eserse bir kaç satır yazmak. Pijama giyme faslı, yarın için, dondurma yeme pazarlığıyla geçti. Aşağıdan suyunu getirdim, okunacak hikaye kitapları seçildi. Tam yattık, kitabı elime aldım; susadı. Suyu içti, çişi geldi. Tekrar yerleştik ki; gecenin şanslı oyuncağını yatağa almayı unuttuğunu hatırladı, tekrar kalktı. Nihayetinde elimde kitap, hızlıca okumaya başladım. Aklımca, hızlı okuyup çabuk bitirirsem o kadar çabuk uyuyacak, bende köşeme çekileceğim. Tam bir buçuk saatim Oğuz'un yatağında geçti. Okunan dokuz sayfadan onlarca soru çıkar mı? Çıkar. Atlanılan her satır farkedilir mi? Farkedilir.

      Benim planım var ya uyumak bilmedi. Ve her zaman ki gibi bende yanında sızıp kalmışım. Zaten anneler ne zaman çocukların bir an önce uyumasını  isteseler, bunu anlamışcasına, inatla uyumazlar. Hatırladıkça sinir katsayımın yükseldiği anlardır; içeride katılmak için sabırsızlandığım sohpet sürüyor ve ben arka odada, ayağımda çocuk, her kahkahada daha da deliriyorum. Çocuklara ne yapmak istediğinizi  kesinlikle hissettirmeyeceksiniz, bu kesin.

      Bak şimdi hatırladım! Yeni doğduğunda bir gün; yazık Erdo bana değişiklik olsun, hemde beraber çıkmayı bir deneyelim diye düşünmüş. Yemek yer hemen döneriz diye karar vermiştik. Ben duramadım gelmişken bir mağazaya gireyim dedim. Mağazadan, Oğuz'un kusmuğunun üzerinden atlayıp nasıl çıktık bilemedik. Arabaya giderken de arkamızda, elinde paspas olan başka bir görevli daha bıraktık. Sonuçta elimizde simit evimizin yolunu tutmuştuk. Yani; uyumayı bırakın ağzını kapamamıştı.


      Kısacası evdeki daha doğrusu annedeki hesap çocuğa hiç mi hiç uymaz. Bu akşam da elimde tadı kaçmış çay, bölünmüş uykudan sersemlemiş bir kafa kalakaldık.

                                                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BAHAR GELİYOR MU?



Gelen çarptı giden çarptı durumu yaşıyoruz, ne olacak bu havaların durumu? Bileniniz var mı? Tam bahar çarptı diyoruz, haydeee yağmur, fırtına. Bak bu gece gene geçirdim ayağıma çorapları. Dün tüm gün bahçedeydik. Mevsimlikler dikildi, lale, sümbül soğanları sökülüp, kurumaları için kasalara yerleştirildi.





Vilo'da da rahat duramadık, anlaşıldığı üzere, geç vakite kadar açık havadaydık. Tabi; bütün bunlardan sonra eve döndüğümüzde, kendimizi nerelere atacağımızı şaşırdık, sızıp kaldık.




   Sabah yeni bir gündü;  panjurları kapatmak , sessizlik sağlama yönündeki  tüm çabalarım sonuçsuz kaldı. Ve, bir pazar günü yine saat 08:00'de başladı. Bir haftadır evde konusu kapanmayan, Oğuz'un okulunun organize etmiş olduğu, anneler günü etkinliği bugündü.






Okulda çocukları nasıl tembihlemişlerse, program hakkında hiç bilgimiz yoktu. Bu sebeple, masada oturmuş diğer velilerle sohpet ederken, bir anda Oğuz'u sahnede tavşan kostümüyle gördüğümüzde çok şaşırdık. Gösteri boyunca hiç bir hareketi atlamadan eşlik ederken düşünmeden edemedim; geliyor bir ketum daha diye. Yahu adam hiç mi, ipucu olacak bir melodi mırıldanmaz, heyecanına yenilmez. Yok hiç birşey anlatmadı. Hepsi de muhteşemlerdi.


       Gösteri boyunca, tertemiz bakışlarla tüm salonu huzurla doldurdu, çocuklar. Hani yazıp, söyleyip durduğumuz, yanıp tutuştuğumuz, çocuk saflığı var ya; iki saat onun tam içindeydik, iliklerimize kadar heyecanla...






     Babane ve büyükbabamız da süpriz yapıp geldiler, bizimle paylaştılar. Dediğim gibi hiç bilmiyorduk ki böyle kapsamlı bir program yapıldığını. Öğretmenleri tek tek tebrik ederek ayrıldık, yemeklerden tadamadan. Çünkü; toplu danstan sonra, '' oyuncakçı çok uzak değildi dimiiii, anne'' deyince anladık ki; Oğuz gösteri sonunda kendisine ödül koymuştu.






Tahmin edebileceğiniz gibi, dersaneye getir- al, gösteri, oyuncakçı, yemek, eve dönünce banyo fasılları derken posam çıktı, bir pazar günü daha. Ama herşeye rağmen tek sloganımız var ''Evde ki huzur, mutluluk budur.''


Hepimiz için iyi bir hafta diliyorum.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

6 Mayıs 2011 Cuma

ANNELER GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN



Her çaldığımızda, açılan kapısı olan tek yer var; annemizin kalbi. O; evinden hiç ayrılmayan komşudur. Birşey mi lazım oldu? Bir yeriniz mi yaralandı, ilacınız ondadır, kapıyı çalmanız yeterli.

     Dün; alışveriş yaptığım dükkanda, kasiyerle sohpet ederken konu neredeyse, olduğu yerden buraya gelmiş ki, çocuk ''erkek olmak varmış, değilmi.'' dedi. ''Asla aklımdan geçmedi, kadın olarak dünyaya gelmiş olmaktan  memnunum'' diye cevap verince çocuk duraksadı. Arkamı dönmüş dükkandan çıkmak üzereyken seslendi çocuk; ''Annemi düşünüyorum da; nasıl bir şey bu annelik? İnsan hiçbir karşılık beklemeden nasıl böyle sevebilir? Annem beni şartsız, koşulsuz seviyor. Ama; ya ben onun için ne yapıyorum.'' deyiverdi, birazda utangaç bir tavırla.Varolman ve mutlu olman, annen için yeterli, emin ol, diyerek ayrıldım dükkandan.

     Bugün onların günü; anneler günü. Hangi düzen yaratmış, kimler çıkar sağlıyorsa, umurumda değil. Aynı şey, sevgililer, babalar günleri içinde geçerli. Hepimiz biliyoruz zaten, yılın bir gününde hatırlanıp, ziyaret edilmediklerini. Ama, ufak bir hediyeyle, ailece bir araya gelmenin ya da bir demet çiçekle mezarında ziyaret ederek, dertleşmenin, dua etmenin, ne zararı olabilir ki? Belki de, beni en korkutan şeyin, çalınmasını beklenen kapılar arkasında kalmak olduğundandır, bu düşüncem.

      Bir arkadaşım, her yıl anneler gününde, yıllar önce kaybetmiş olduğu annesine, mektup yazar, mesela. Çünkü; O, sevdiklerimizi asla kaybetmediğimize, yalnızca ayrı odalarda yaşadığımıza, annesinin bir yerlerde hala O'nu düşündüğüne inanıyor.

      Yaşamımız boyunca; canımız yandığında, canı bizden fazla yanan, mutlu olduğumuzda, bizden fazla mutlu olan tek kişi annelerimiz. Yaşanmış ya da yaşanacak hiçbir şey bu gerçeği değiştiremez. Bu sayfa aracılığıyla, bütün annelere selam olsun; en çokta, gökyüzünden çocuklarını gözleyenlere ve evlat acısı yaşamış olanlara. Birbirimize ve hepimizin olan çocuklara, gözkulak olalım, umudumuzu yitirmeden, güzel yarınlar için beraber olalım. Hepimizi anneler günü kutlu olsun.

       Vilocuğum; kocaman kalpli bir kadın olduğun, bir kalbin nasıl güzellik, dostlukla doldurulabileceğini, yolu, gönlü sapmışlardan nasıl koruyabileceğimizi bize öğrettiğin için,kardeşlerim adına da, sana teşekkür ediyorum. Sayende; bir sürü annenin, bir sürü çocuğun içinde olduğu, aydınlık hayatlarımız var. Şükürler olsun.

                                                                                        ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL  

5 Mayıs 2011 Perşembe

HERKES GİDER Mİ? 8







Bir varmış, bir yokmuş:

      Ahmet, merhaba:

     Aşağıda yazdığım satırlar, okuduğum gece, duam oldular. Ay ışığı ve yüzümü yalayıp geçen rüzgarın şahidim olduğu gecede, dizlerimin üzerinde okuyarak yeniden merhaba dedim; kendime, sana, yeni başlangıçlarımıza. Sevgiyle kal.

Döktüğüm yaşları bağışlıyorum.

Acıları ve aldatmaları bağışlıyorum.

İhanetleri ve yalanları bağışlıyorum.

İftiraları ve ahlaksızlıkları bağışlıyorum.

Nefreti ve zulmü bağışlıyorum.

Yüreğimi yakan darbeleri bağışlıyorum.

Yıkılan hayalleri bağışlıyorum.

Ölen umutları bağışlıyorum.

Sevgisizliği ve kıskançlığı bağışlıyorum.

Umursamazlığı ve kötü niyeti bağışlıyorum.

Haklılık uğruna haksızlık edenleri bağışlıyorum.

Öfkeyi ve şiddeti bağışlıyorum.

İhmalkarlığı ve unutkanlığı bağışlıyorum.

Bütün kötülükleriyle dünyayı bağışlıyorum.

Kendimi bağışlıyorum.

     Seni bağışlıyorum.

                         NESRİN

Düştüm, kalktım, Nesrin. Dibi görmeden yeni bir başlangıç olmuyormuş. Ve düştüğünde yalnız olmak çok zormuş. Sen bunları yaşarken göremediğim, anlayamadığım, elinden tutamadığım için beni affet, lütfen. Yaşanması gereken her neyse engel olunamıyormuş...

     Eninde sonunda yalnız olduğumuzu anladım. Düştüğüm o diplerde, iyi günümde yanımda olanlar, gezip tozduklarım, sürekli birşeyler isteyenler yoktu; sensizlik ve ben yalnızdık.

     Meyhanede çalan o şarkı ve bana yolladığın o mail, aydınlattı, sensizliğe uyandığım sabahlarımı. Düştüğümde uzanan el gene seninki oldu.

     Ufacık bir daire tuttum. Paylaştığımız onca şeyi, duvarlarında miras bıraktığımız evden, dargın ayrılmadım, Nesrin. Bahçede dikili olan sarmaşık gülünlede vedalaştım, ayrılırken. Kocaman iki başlangıca gebe olan  kocaman bir ayrılığın yaşandığı evimiz, dilerim ki kocaman yeni başlangıçlara şahit olsun.

     Yeni evim küçücük bir mahallede. Hani eski Türk dizilerinde ki mahalleler vardır ya; ufak bakkalı, taşlı sokakları olan, öyle bir yerde işte. O günlerden kalmış, bugünden gizlenir gibi bir hali var. Kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı geçmişimle vedalaşıp, gene kimsenin bilmediği geleceğimi yaşamak için geldim, bu mahalleye.

     Çok garip, yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Kalıcı bir tebessüm yerleşti adeta, dudaklarıma. Ardında bıraktığın suskunluk hala burada ama, içindeki acıyla vedalaştık ve huzur yerleşti oraya. Hayatımda ki bütün fazlalıklardan, taşımakta zorlandığım ilişkilerden kurtuldum. Müthiş bir özgürlük ve arınmışlık hissediyorum, prangalarımdan kurtulmuşcasına.

     Ne kadar ağırmış, ruhum. Hep derdin ya ''Zamanın içinden geçip gidiyoruz. Farkında yaşamak lazım, hissetmek, hissettirmek lazım'', diye. Şimdi anlayabiliyorum, ne demek istediğini. Herşeyi; yeni keşfeden çocuklar gibi, heyecanla izliyorum. Kızkulesi'ni, martıları, vapurları, yokuştaki evleri, yanımdan geçen insanların yüzlerini...Herşey yeniden renk buldu.

     Yolun bir yerinde kaybetmiş olduğum, Ahmet'i yeniden bulmuş gibi, heyecanla karşıladım, buyur ettim hayatıma.

     Fazla eşyam yok ama kadife kaplı yeşil koltuğu getirdim. Bu defa; üzerinde hayaller kurup umutlanabilmek, ilk defa duyuyormuşcasına müzik dinlemek, okumayı yeni öğreniyormuşcasına okumak için...

     Benimle paylaştığın her söz,

     Her bakış,

     Hissettirdiğin her dokunuş,

     Keşfettiğimiz her lezzet,

     İzlediğimiz her film,

     Her hayal kırıklığı,

     Her mutluluk,

     Her kahkaha,

     Kokun

     Bende mirasındır, kutsal emanetindir.

     Kalbimden uçurduğum kelebeklerle

     Yolluyorum, kalbimin bir parçasını

     Benden, sana miras olarak.

                       AHMET

    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

BU SENEKİ İLK ANNELER GÜNÜ HEDİYEM



İlahitatlar.com adresinden tarifini alıp, pişirdiğim havuçlu kek, çay ve eşsiz sohpetle geçen günün sonunda Zeyno ve Deniz'den gelen ilk anneler günü hediyesiyle günüm taçlandı.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

HERKES GİDER Mİ? 7

     




İki aydır, günlerimin büyük bölümü, evde ve bahçedeki tadilat işleriyle uğraşarak geçti. Tesisatta yapılması gereken değişiklikler, korniş eklentileri, beyaz eşya eksiklerinin giderilmesi falan derken hayli yoğun geçti günlerim, anlayacağın. Dergiye yollayacağım yazılara, yalnızca geceleri vakit ayırabiliyorum. Gerçi eskiden yetmeyen geceler, şimdilerde daha uzun, adeta.


     Bu sabah, ilk işim, köyde çiçek seracılığı yapanlardan birine gidip, kokularını duymak isteyeceğim, renkleriyle renklenebileceğime inandığım çiçekleri almak oldu. Çitlerin onarım işleri bitmiş, dünde boyanmışlardı. Yani; artık sıra çiçek dikmeye gelmişti. Bahçede daha önceleri dikilmiş meyve ağaçları ve çiçeklerin çoğuna hiç dokunmadım; o kadar buraya ait ve güzeller ki.

      Bütün bu tadilatlarda bana yardımcı olan; Sami Usta ve iki oğlu, muhteşemlerdi. Hani vardır ya elinden her iş gelen adamlar, benimde karşıma bir değil üç tane çıkınca, her şey tıkır tıkır halloldu. Düşünün o kadar ki; buralarda pek ihtiyaç duyulmamasına rağmen, isteğim üzerine bacasını çıkarak bir şömine bile yaptılar, salonuma.


     Bahçeye çıkıp işe koyulmadan önce; Norah Johns'un albümünü cd çalara yerleştirdim, kahve filitresini değiştirip makineyi çalıştırdım. Kahve olana kadar, üzerimi değiştirdim. Artık; bahçeye çıkmaya hazırdım.

     Önce, lavantalarla birlikte, diğer çiçekleri dikeceğim yerleri belirledim. Ama ilk sıra, geldiğimden beri yerini kafamda belirlemiş olduğum, sarmaşık gülünündü. Eskiden, balkonumda da pembe bir sarmaşık gül vardı. Ama, hiçbir zaman sarılabileceği, uygun bir yer bulamadığından; yıllardır dilediği gibi büyüyemediği gibi, bir de saksıya saplanmış olan sırıkla idare etmek zorunda kaldı. Sürgünlerini büyük bir üzüntü ve vicdan azabıyla budadım, yıllarca. Buraya gelmeden, apartman görevlimiz Birol'a bahçeye dikmesini rica ederek bırakmıştım.

     Bir de, ablamı bırakarak gelmiştim; karar alma sürecinde beni en çok zorlayan da, ablamdan çok uzak mesafede olacak olmam olmuştu. Ardımdan, en büyük yalnızlığı yaşayacak olan belki de O olacak olmasına rağmen, bu sefer de, bencillik etmeyerek önce beni düşünmüş ve destekçim olmuştu. Yaşadığım yıllar boyunca hep birbirimize bakıp, göz kulak olmuştuk, zaten. Her sabah yaptığımız telefon sohbetlerimize, buraya geldikten sonra da devam ediyoruz. Günaşırı, annemlerde arıyorlar; yıllar önce yıkılmış olan, aramızda ki köprüleri belki tekrar kurabilecekmişiz gibi. Kimbilir?

     Annem ve babam, yıllarca, temel ihtiyaçlarımız giderebilme çabasında kendilerini o kadar kaybetmişlerdi ki; duygusal ihtiyaçları, paylaşımları, zamanın hızla akıp geçtiğini  atladılar. Biz büyürken, içimizde bizimle beraber büyüyen, kocaman boşluğun, yıllar sonra farkına vardık. İşte bahsettiğim, aramızda ki köprüler bu süreçte yıkılmıştı. Yıllarca, onlar adına haklı gerekçeler bulmaya çalıştım ama bulamadım. Ablam'da bende; okumuş, birer meslek sahibi olmuştuk, sayelerinde. Ama; bizi dinlemesine, saçımızı okşamasına ihtiyacımız olan anlarda annemin, hep yapacak, kendince daha önemli işleri vardı. Babam desen, bizi ne zaman gerçekten görmeye başladı, bilmiyorum. Ama, nereden bilebilirdi ki? Bu kopukluğun, ikimizinde hayatlarımızla ilgili yanlış kararlar almamıza, yanlış seçimler yapmamıza sebep olabileceğini.

     Gözlerimizin içine hiç bakmamıştı, babam. Sonra; ablam da, ben de, gözlerimize bakan ilk adamlarla evlendik. O benim kadar şanslı olamadı, malesef. Daha doğrusu, gözlerdeki anlamı okuyamadı. En azından ben; birbirimize aşık olduğumuz biriyle evlenmiş ve asla duygusal şiddete maruz kalmamıştım. Ama ablam; yıllardır, duygusal olarak ordan oraya sürüklenip duruyor. İki çocukla kendisini, çıkmaz bir yolda kıstırılmış hissederek yaşamaya devam ediyor. Yardım etmek mümkün olmaz, o çıkmaz sokaktakilere bilirsiniz. Hepsi gibi ablam da biliyor çünkü; oradan O'nu çıkartabilecek tek kişi, kendisi. Bir gün ucunda ışık yanan bir sokakla kesişirse yolu, değiştiriverir yönünü, belki.

     Hep aynı şehir de yaşadık, biz. Güvende hissi verirdi; arabaya atlayıp, kahve içmeye gidebileceğim mesafede olduğunu bilmek. Çok yakın bir kaç dost dışında, pek kimsenin girmesinede müsade etmedik, hayatlarımıza. Kan bağımızın olduğu akrabalar deseniz, onların çoğunu hayatımızdan çıkaralı epey uzun zaman olmuştu. Onların yerlerine, seçme özgürlüğümüzü kullanarak, dostlarımızı koymuştuk. Düşünsenize; doğarken anne babanızı seçemiyorsunuz, tamam. Ama, akrabalar için bir kaç seçenek olması gerekmiyor mu? Bu güne kadar yediğimiz en büyük kazıkları, hayal kırıklıklarını, hatırla; en acıları kan bağınız olanlardan gelmedi mi?

     Bahçede kapısında asılı olan çıngırağın sesiyle; sıyrılıverdim düşüncelerimden, bir anda. Muhtar  ve karısı ellerinde sebze fideleri ve üzeri bezle örtülü, mis gibi kokan kekle kapıdaydılar. Bu süpriz karşısında, onları sevinçle karşılamak için kapıya koştum. Sonra da, kek ve sohbetimize eşlik etmesi için, mutfağa, çayı ocağın üzerine koymaya...

                                                                                           ÖZGÜR TAMŞEN  YÜCEDAL

3 Mayıs 2011 Salı

ALIP BAŞINI GİDENLER



İçimizdeki sesler, biz büyüdükçe nasılda çoğalıyor. Annemizin, babamızın, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın...Eğer; bu sesler içinde kendi sesimizi kaybedersek, ne yaparız?

     Bir türlü susmazlar çünkü. ''onu öyle yap'', ''bunu böyle yapma'', ''oraya gitme'''ler, bir türlü bitmez. Başına gelmeden, yaşamadan anlaşılmıyor ki; doğru ya da yanlış.

     Haaa, önündeki seçenekleri göstermek, olabiliteleri sunmak, ayrı...Ama, seçim kişinin kendisine bırakılmalı, değil mi? Tersi olursa, yolların sonundaki kavgalar, sorgulamalar kalabalık ve yüksek sesli oluyor. Eğer; insan kendi tercihlerinin sonuçlarını yaşıyorsa; kavgası yalnızca kendisiyle ve sessiz oluyor.

      Bu günün birinde alıp başını giden insanlar galiba kendi seslerini artık duyamaz olanlarımız. Bakıyor ki, diğerlerinin susacakları yok; alıp başını içindeki kalabalıkları susturabileceği bir yer bulmaya gidiyor.

     Bu; alıp başını gitme serüvenlerinin sebeplerinden yalnızca biri, aslında. Sürekli başkaları, özellikle çocukları ve kocaları için yıllarca didinen, kurulu aile düzeni bozulmasın, herkesin gönlü hoş olsun diye kendinden vazgeçen ve ilerleyen yaşlarında alıp başını giden anneler, biliyorum. Yanlış anlaşılmasın, küskünlük, kırılmışlık olmadan. Çünkü; yıllardır kendi tercihini yaşadığını biliyorlardır. Ama, bir gün, kalan ömrü içinde seçme şansı olduğunun farkına vararak, yalnızca kendisi için yemek pişirmek, dilediği saatte uyanmak ya da bütün gün yatakta kalmak, dilediğince okuyabilmek, dilediğince hiç bir şey yapmamak için, gidiverirler.


      Böyle kararlar arifene kadar gelmemek için; kalabalıklar içinde bile kendimize ait özel alanlar, özel bir hayat yaratmak ve sınırlar koymak gerekmez mi?

                                                                             ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

2 Mayıs 2011 Pazartesi

BİR HAFTA SONU DAHA BİTTİ

Evet! Nihayet, masamın başına oturabildim. Oğuz'la yapılan, noktaları birleştir, boya, faliyeti, Elf'in saçlarını maşalama ritüeli, benim için haftasonunun son aktiviteleri oldular. Boyama işinin kısa süreceğini zannederek başlamıştım.



Fakat; zamanın birinde renkleri kullanırken, özgür ol, kendi renklerini yaratabilirsin demişim. Demişim de sonunda beni bekleyen, renk üretme ve uygulamasının nelere maal olabileceğini hesaplayamamışım. Şükür ki, üç adet denemeyle kurtardım paçayı...Fenerbahçe'nin maçına gitmiş olan Erdo döndüğü için uyutma faslı, bana kalmadı. Ben de; bunu fırsat bilerek, kahvemi hazırlayıp, kuytu köşeme yerleştim.


      

      Bu haftasonu, geçenlerde yazmış olduğum, barbekü adlı yazımdakinden biraz farklı oldu. Ve; yemeği bir erkek hazırladı. Herkesin bir yerlerde, farklı programların içinde olduğu, dün yani cumartesi; bir telefonla başlayan ve spontene gelişen yemek programı yapıldı. Malzemeleri biz aldık, ana yemeği Bülent pişirdi. Salata, makarnayı ve bulaşıkları toparlamayı ben, rendeleme ve organizasyon işlerini Şebo, sofra kurma, tatlı, çay işlerini Özlem halletti. Fotoğraflama işiylede Elf ilgilendi; 10 dakika kadar. Sonrasında salona geçene kadar da kendisini gören olmadı, zaten. Erdo ve Önder'in, bütün bunlar olurken; ne yaptıkları konusunda açıklama yapılmıyor.





       Aaaaa özürdilerim, şimdi aklıma geldi. Onlar da bahçedeki zeytin ağacının dallarına, şamdanları yerleştirdikten sonra içlerindeki mumları yaktılar ki, manzaramız daha da güzelleşsin diye. Cumartesi kabusu olmasının yanında, komedi dalında aday olan; Survivor eşliğinde yenilen meyve ve tatlı sonunda ancak Baran'ın uykusunun gelmesi sebebiyle yerlerimizden kalkabildik. Aklımızda; yemiş olduğumuz yemekleri  ne zaman sindirebileceğimiz hakkında ki soru işaretleriyle geceyi sonlandırmış olduk.

       Bu gece son bulurken ise kafamdaki tek şey; yarının, asla ve asla tekrarını yaşayamayacağımız yeni bir haftanın daha başlangıcı olması.

                                                                                                                                     NOT:


Cuma akşamı Derin'imizin birinci yaşını kutladık. Nice yeni yaşlarını, beraber ve mutluluk içinde kutlayabilmek, ümidiyle...


              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL