İki aydır, günlerimin büyük bölümü, evde ve bahçedeki tadilat işleriyle uğraşarak geçti. Tesisatta yapılması gereken değişiklikler, korniş eklentileri, beyaz eşya eksiklerinin giderilmesi falan derken hayli yoğun geçti günlerim, anlayacağın. Dergiye yollayacağım yazılara, yalnızca geceleri vakit ayırabiliyorum. Gerçi eskiden yetmeyen geceler, şimdilerde daha uzun, adeta.
Bu sabah, ilk işim, köyde çiçek seracılığı yapanlardan birine gidip, kokularını duymak isteyeceğim, renkleriyle renklenebileceğime inandığım çiçekleri almak oldu. Çitlerin onarım işleri bitmiş, dünde boyanmışlardı. Yani; artık sıra çiçek dikmeye gelmişti. Bahçede daha önceleri dikilmiş meyve ağaçları ve çiçeklerin çoğuna hiç dokunmadım; o kadar buraya ait ve güzeller ki.
Bütün bu tadilatlarda bana yardımcı olan; Sami Usta ve iki oğlu, muhteşemlerdi. Hani vardır ya elinden her iş gelen adamlar, benimde karşıma bir değil üç tane çıkınca, her şey tıkır tıkır halloldu. Düşünün o kadar ki; buralarda pek ihtiyaç duyulmamasına rağmen, isteğim üzerine bacasını çıkarak bir şömine bile yaptılar, salonuma.
Bahçeye çıkıp işe koyulmadan önce; Norah Johns'un albümünü cd çalara yerleştirdim, kahve filitresini değiştirip makineyi çalıştırdım. Kahve olana kadar, üzerimi değiştirdim. Artık; bahçeye çıkmaya hazırdım.
Önce, lavantalarla birlikte, diğer çiçekleri dikeceğim yerleri belirledim. Ama ilk sıra, geldiğimden beri yerini kafamda belirlemiş olduğum, sarmaşık gülünündü. Eskiden, balkonumda da pembe bir sarmaşık gül vardı. Ama, hiçbir zaman sarılabileceği, uygun bir yer bulamadığından; yıllardır dilediği gibi büyüyemediği gibi, bir de saksıya saplanmış olan sırıkla idare etmek zorunda kaldı. Sürgünlerini büyük bir üzüntü ve vicdan azabıyla budadım, yıllarca. Buraya gelmeden, apartman görevlimiz Birol'a bahçeye dikmesini rica ederek bırakmıştım.
Bir de, ablamı bırakarak gelmiştim; karar alma sürecinde beni en çok zorlayan da, ablamdan çok uzak mesafede olacak olmam olmuştu. Ardımdan, en büyük yalnızlığı yaşayacak olan belki de O olacak olmasına rağmen, bu sefer de, bencillik etmeyerek önce beni düşünmüş ve destekçim olmuştu. Yaşadığım yıllar boyunca hep birbirimize bakıp, göz kulak olmuştuk, zaten. Her sabah yaptığımız telefon sohbetlerimize, buraya geldikten sonra da devam ediyoruz. Günaşırı, annemlerde arıyorlar; yıllar önce yıkılmış olan, aramızda ki köprüleri belki tekrar kurabilecekmişiz gibi. Kimbilir?
Annem ve babam, yıllarca, temel ihtiyaçlarımız giderebilme çabasında kendilerini o kadar kaybetmişlerdi ki; duygusal ihtiyaçları, paylaşımları, zamanın hızla akıp geçtiğini atladılar. Biz büyürken, içimizde bizimle beraber büyüyen, kocaman boşluğun, yıllar sonra farkına vardık. İşte bahsettiğim, aramızda ki köprüler bu süreçte yıkılmıştı. Yıllarca, onlar adına haklı gerekçeler bulmaya çalıştım ama bulamadım. Ablam'da bende; okumuş, birer meslek sahibi olmuştuk, sayelerinde. Ama; bizi dinlemesine, saçımızı okşamasına ihtiyacımız olan anlarda annemin, hep yapacak, kendince daha önemli işleri vardı. Babam desen, bizi ne zaman gerçekten görmeye başladı, bilmiyorum. Ama, nereden bilebilirdi ki? Bu kopukluğun, ikimizinde hayatlarımızla ilgili yanlış kararlar almamıza, yanlış seçimler yapmamıza sebep olabileceğini.
Gözlerimizin içine hiç bakmamıştı, babam. Sonra; ablam da, ben de, gözlerimize bakan ilk adamlarla evlendik. O benim kadar şanslı olamadı, malesef. Daha doğrusu, gözlerdeki anlamı okuyamadı. En azından ben; birbirimize aşık olduğumuz biriyle evlenmiş ve asla duygusal şiddete maruz kalmamıştım. Ama ablam; yıllardır, duygusal olarak ordan oraya sürüklenip duruyor. İki çocukla kendisini, çıkmaz bir yolda kıstırılmış hissederek yaşamaya devam ediyor. Yardım etmek mümkün olmaz, o çıkmaz sokaktakilere bilirsiniz. Hepsi gibi ablam da biliyor çünkü; oradan O'nu çıkartabilecek tek kişi, kendisi. Bir gün ucunda ışık yanan bir sokakla kesişirse yolu, değiştiriverir yönünü, belki.
Hep aynı şehir de yaşadık, biz. Güvende hissi verirdi; arabaya atlayıp, kahve içmeye gidebileceğim mesafede olduğunu bilmek. Çok yakın bir kaç dost dışında, pek kimsenin girmesinede müsade etmedik, hayatlarımıza. Kan bağımızın olduğu akrabalar deseniz, onların çoğunu hayatımızdan çıkaralı epey uzun zaman olmuştu. Onların yerlerine, seçme özgürlüğümüzü kullanarak, dostlarımızı koymuştuk. Düşünsenize; doğarken anne babanızı seçemiyorsunuz, tamam. Ama, akrabalar için bir kaç seçenek olması gerekmiyor mu? Bu güne kadar yediğimiz en büyük kazıkları, hayal kırıklıklarını, hatırla; en acıları kan bağınız olanlardan gelmedi mi?
Bahçede kapısında asılı olan çıngırağın sesiyle; sıyrılıverdim düşüncelerimden, bir anda. Muhtar ve karısı ellerinde sebze fideleri ve üzeri bezle örtülü, mis gibi kokan kekle kapıdaydılar. Bu süpriz karşısında, onları sevinçle karşılamak için kapıya koştum. Sonra da, kek ve sohbetimize eşlik etmesi için, mutfağa, çayı ocağın üzerine koymaya...
ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder