28 Temmuz 2011 Perşembe

RANGO



 

Sakin ve sıradan bir hayat yaşayan;

     ''Kimim ben?- Hiç kimse'' sorularıyla kimlik arayışında olan bukalemun Rango kendini, çölün ortasında  asfalt yolla birbirinden ayrılmış vadinin kurak bölgesinde olan ''Toprak Kasabası''nda bulur. Kasabalılar Rango’yu beklemekte oldukları kurtarıcı olarak karşılayınca, rolünü oynamaya mecbur kalır ve giderek gerçek bir kahramana dönüşmeye başlar.

 



     

        Biz aileCEK izledik ve çok beğendik. Film bittiğinde Oğuz:

     '' Anne eğer biz suları boşa harcarsak hayvanlar mı ölür?'' Diye sorduysa düşünün ki nasıl bir nokta atışı.

      Gezegendeki gelecek üzerine yazılmış bir çok senaryonun gün gelip gerçek olacağına inanan ben ve karşımda yeni bir senaryo konusu: SUSUZLUK...Film de derki:

       ''Suyu kontrol edersen herşeyi kontrol edersin.''

        Ve film anlatır ki;

       . Su tükenince, yok olan umutlarla beraber nasıl bir kaos yaşanır.

       . Eğer büyük kuşu öldürürsen, her yeri yılanlar sarar.

       . Hiç kimse kendi kaderini terkedemez.

       . Herkesin hayatın içinde hırpalandığı anlar olacak.

Evet! Oğuz litrelik su şişesini komidinin, dolayısıyla komidinin üzerindeki, saat, telefon ve kitabın üzerine devirdiiii. Hadi; Özgür kaçar.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


 

27 Temmuz 2011 Çarşamba

TIRNAĞIN VARSA KAŞINACAKSIN

Gene süper bir günnnn. İlk olarak önümde yol alırken kapısı açılarak  bir torba çöpün yola atıldığı otobüsü durdurup muaviniyle kavga ederek başladığım bir gün. Sonrasında bir türlü çözülemeyen, İski Silivri Genel Müdürlüğü ile alakalı sorunum için yol gösterici olmaları umuduyla gittiğim Belediyeden, Silivri Belediye Başkan Yardımcılarından birisiyle yapmış olduğum görüşmeden sonra dişlerim sızlayarak ayrıldım.

     Yok arkadaş benim kafa yetmiyor bu ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya, bu çark nasıl dönüyor? Biz onlara bağlı değiliz, onlar bize bağlı değil...Peki biz kime bağlıyız? Bu belediyeler yalnızca çöp toplayıp (ki bu konudada ne kadar yeterli oldukları tartışılır) çiçek dikmeklemi görevliler. Belediye olarak hizmet verdikleri bölgede görevli tüm birimleri kontrol altında tutmayı başarabiliyor olmalı değiller mi?

     Bir belde; afedersiniz (en amiyane tabirle yazmak zorundayım) ''BOK'' kokuyorsa, otopark sorunu sebebiyle belde içinde alışveriş yapmaktan çoktan vazgeçmiş olan yazlıkçılar sebebiyle esnaf kan ağlıyorsa, kanalizasyon sistemi yeterli gelmiyorsa, üstelik iki kere sel baskınına maruz kalmış bir yerleşim bölgesiyse, bu sorunlar belediyeyi bağlamaz mı? Merak ettiğim budur. Üstüne üstlük Silivri'yle ilgili yapılan bu süper projelerinin içinde yaşayacak insanların dışkılarını ne yapacaklar? Toplu konut yaptılar ama işletmesi maliyetli diye arıtma tesisini çalıştırmıyorlarmış. Ve bunu kontrol edip, telafini sağlamak belediyenin görevi değilmi? Bana yol göstermekle bile lütufta bulunuyorlarmış, direk İski'ye yollayabilirler miş.

    Bunun yerine bana gidip kendi imkanlarımla bir kanalizasyon çukuru açmamı, içine bir motor, ağzınada suların bize geri dönmesi engelleyecek bir başlık takmamı (ben tıkarsan arkadaki apartmanlara gidecek) önerdiler. İski'yi beklersen bu sorun 3-4 yıldan önce çözülemezmiş.

     Halkın nasıl bu noktalara geldiğini, bu çözüm olamayan önerilerinden, alıngan tutumlardan nasıl bıkıp usandığını bu sabah çok daha iyi anladım. Hizmet vermek yerine politika yapmaktan asla vazgeçmeyecek bunlar. Anlayacağınız o ki; yılmadan ideolojisinin peşini bırakmayan, vergisini hiç aksatmadan ödeyen bir işletme sahibi, aylar öncesinden yazılı ve sözlü başvurması gereken heryere başvurmuş olan bir vatandaş olarak benim karşıma çözüm sunabilecek birini çıkartamadılar. 

     Ben şimdi kafamda bunca soru işaretiyle döndüm geldim iş yerime. Önce yazıp rahatlayayım dedim. Sonra da; kazmaya başlayacağız el mahkum. Bu işler nerelere gidecek, ne olacak bu milletin hali.

     Özet: '' TIRNAĞIN VARSA KAŞINACAKSIN ''

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

26 Temmuz 2011 Salı

AMY WİNEHOUSE VEDASI







 

 

sadece kelimelerle vedalaştık
yüz defa öldüm ben
sen o kadına geri döndün
ve ben de 'siyah'a geri döndüm

25 Temmuz 2011 Pazartesi

DÜĞÜNE GİTTİK







     Günlerden Salı, aylardan Ağustos, yıl 1999. İstanbul - Gölcük arası yol hiç bitmeyecek gibiyken, zamanda alabildiğine hızlı akıyordu. Gözyaşları, feryet figanlar arasında, arabadan kendini atıp oturdukları apartmana giden yolda koşarken yine feryat figanlar arasında...Evlatlarına sağ salim kavuştuktan sonra çevresine görebilen gözlerinde gözyaşı, kulaklarında feryat figanlar; uzun yıllar  hiç dinmedi, susamadı. Beraberce sarılmaya çalışılan yaralardan hala taze olanları var. Yürekte her daim yanan evlat acısı geçer mi, söner mi...

    Çok uzun yıllar önce Erzincan'a giriş yolunda da benzer şeyi hissetmiştim ki; bu kadar taze olmamasına, bu kadar '' ateş düştüğü yeri yakar '' misali olmamasına rağmen. Garip bir hüzün, mağrurluk, olgunluk, yeniden doğuş havasıydı şehirlerde hissettiklerim. Orada yaşayan halk sanki daha kıymet bilir, daha birbirine bağlı gelir...

      Zaman...Kah hızlıca içinden geçip gitmeyi, kah o anda, oracığında kalmayı istediğimiz, zaman.

       İçinden çabucak geçmek istediğimiz zamanlardı onlar.

     

 

       Herşeye özellikle hayata inat; güzel şeyler için koşuyor insanlar şimdi o sokaklarda. Bu gidişimde de anladım ki; o acıları asla unutmadan koşuyorlar. İşte evini, evlatlarını feryat figan aramışlar arasında olan Handan Teyzem'in yanına bu defada o sokaklarda, yepyeni bir başlangıcın telaşıyla koşmak için Gölcük'teydik  haftasonu. 

      Yine beti bereketiyle taştı, Teyzem'in mutfağı...Nadir görürsünüz; bir kap yemeğin, bir dünya insana rızık olup arttığını. Hele ki o yemekleri tabaklarımıza koyan el; deprem sonrası Teyzem'lerin evinde geçirdiği bir yılın anlamını, değerini hiç unutmamış birisi olunca, herşey daha da lezzet buldu adeta.



      Evde o kadar kalabalık olduk ki; Oğuz '' Bunların hepsi akrabamız mı? Yeter artık gelmesinler NESEF alamıyorum '' dedi.

    Bu hafta sonu; yaşanmış herşeye, her acıya tanık olmuş olan o sokaklardaydık: Son dakikaya kalan fermuarı diktirmek için terziye, serilen çeyizi görmeye, kuaföre koşturup durduk, o sokaklarda. Oğlum kediler köpeklerle tepişti, gidilecek bakkal buldu, o sokaklarda. Tümünün akrabamız olduğu mahalledeki konuşmalarımız yankılandı, o sokaklarda. Düğün konvoyuna takılıp, konvuyo kaybettik yine o sokaklarda. Kocaman bir film stüdyosunu andıran, içindeki herkesin güzel giyimli olduğu Kocaeli Fuar Merkezi'ne vardık, sonra. Takı kuyruğuna girdik, nikah kıyılırken bir kez daha hatırladık kendi nikahlarımızı, biriktirmiş olduğumuz kurtlarımızı döktük. 

        Bütün bunları yaşarken dile dökmemiş olsak da tüm aile yürekten biliyorduk; özlediklerimiz, çok özlediklerimizinde gökyüzünde biryerlerden bizi izliyorlardı, bizimleydiler.

        

    Veeee bütün iyi dileklerimizi bırakıp döndük.  Buradan, sizin nezdinizde; yeni başlangıçlarında Bora ve Songül'e;  gözlerindeki ışığın, aşkın tükenip sönmeyeceği, mutlu nice nice yıllar dilemek istiyorum. Sevgiyle...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

24 Temmuz 2011 Pazar

YALNIZ UYANINCA BİR SABAH

  




Yalnız uyanınca bir sabah!


Terkedişler, terkedilişler...''Tanrı beni unuttu mu?'' dedirten cinsinden olanları...Kesiklerimizden kan akmayacakmış gibi hissettirenleri...Asla kabuk tutmayacak yaralar bıran cinsinden olanları...Ne sözler ne zaman ilaç olmaz, olamaz. Ellerinin arasına kafanı alıp öylece kalakalıverir, yokolmak istersin ya, öyle işte.


   Acıyacak, kanayacak yerlerimiz kalmayana kadar mücadeleye devam mı edeceğiz? Büyümek böyle birşey mi; acıyacak kanayacak yerlerinin kalmaması mı...Mucizelere inanmak ama bize olacağına olan inancımızı kaybetmek mi? Uzaktakini beklemekten vazgeçmek, kelimelerin bakışların daha az anlam ifade etmeye başlaması...Rüyaların, hayallerin değişmesi...Kocaman bir yalnızlıkla başbaşa...Taaaki; Tanrı'nın bizi tekrar hatırlayacağı gün gelene kadar.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

21 Temmuz 2011 Perşembe

KAVRULUYORUZ



      Uyandığımda; özellikle son iki gündür olduğu gibi gene gözler, ayaklar bildiğin balon..Balon ama uçamayacak bir balon. O kadar ki bir iğne batırıp patlamak istiyorum. Duş almak falan kar etmiyor. Hadi duştan çıktım, hiçbir şeyin içine sığamayacakmış gibi hissediyorum. Modun hiç bir türlüsü yok. İşe gidesimde, evde kalasımda yok...

       Ama kendimi geçtim, kendimden çok düşündüklerim varken şükredip güne başlamak kaldı bana. İki çocuğunuda kış mevsiminde doğurmuş, dolayısıyla kışın emzirmiş olmasına rağmen afakanlar basan birisi olarak; bu yaz günlerinde kan ter içinde yavrularını emziren annelerde aklım en çok. Her yıl sıcaklara güçleri daha az yeten yaşlılarda, hasta olanlarda, hasta bakanlarda, bir bedende iki kişi mücadele etmek zorunda olan hamileliğinin son günlerini yaşayanlarda, güneşin altında çalışmak zorunda olanlarda, servis işinde çalışanlarda, uzun yol şöförlerinde... Ayyy hele o hamilelik; vantilatörle gezesi gelir insanın en soğuk kış günlerinde bile. (Seda; seni düşünüyorum sabahtan beri...) 

        Ki; bizim buraların rüzgarı hiç eksik olmaz, buralarda bile dal kımıldamıyor. Elime kitap almaya, bilgisayarı açmaya takatim yok. Dün akşam belki biraz esiyordur, balkonda, ne zamandır biriktirdiğim gazeteleri okuyayım dedim, ne mümkün. Bir süre sonra sıcakla ve uçuşup duran böceklerle mücadele eden halimi görüp kaçtım içeriye. Şu yaz ne zaman gelecek diyenlerin arasında değildim, iyiki. İyiki mi? Ne farkedecekse, neyse saçma oldu. Ama balkonda oturup rahat rahat okuduğum, yazdığım, dinlediğim serin geceleri çok ama çok özledim.

        Bir kez daha anladım ki; ben ne yaz ne de kış insanıyım. Bana bahar olsun, sonbaharı, ilkbaharı hiç farketmez. Bana incecik hırka isteten havalar olsun. Her nerede, nasıl hissediliyorsa hissedilsin dilerim herkesin havası güzel olsun. Birbirimize dikkat edelim.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL  

18 Temmuz 2011 Pazartesi

HARBİYE'DE BİR KEZ DAHA SEZEN AKSU







 

İçinde bir yerlerde kalmış masum çocuğu unutmamış, kirpikleri olur olmaz ıslanan, annesini daha iyi anlamaya başlamış ama bir o kadarda yalnızlaşan, unutulmaktan unutmaktan korkan herkes, hepimiz istedik ki; gene Sezen şarkıları merhem olsun, yaşadığımız ortak duyguları Sezen haykırsın bizim için...Ben de Sezen sahneye çıkar çıkmaz günlerdir biriktirdiğim gözyaşlarıma yol verdim, içim boşalsın istedim, çığlığım olsun istedim.

    Veee bir kez daha O'nu izlemek için Açık Hava'daydık. Bu sefer ki klasik Sezen konserlerinden çok farklıydı; sahnede yıllardır bu topraklarda yaşanan acıları ayyuka çıkaran son şehitler için isyan, ağıt, birlikte olmanın verdiği güç, gelecek için kaybetmemeye çalıştığımız umut, gözyaşı, haykırış, aşk, ayrılık herşey vardı. Bu duyguları hiç konuşmadan yalnızca şarkılarıyla dinleyicinin içine akıtabilen kaç kişi vardır?

   Bir de; çok kalabalıktık. Sezen sesiyle daha doğrusu yüreğiyle çağırdı oraya; bütün şehitleri, annelerini, çocukları, öldürülen ezilen kadınları, barış içinde bir dünya hayal eden herkesi, Onna Tunç başta olmak üzere şarkıları, şiirleri, filmleriyle yakın tarihimize imzasını atmış sanatçıları...Anlayacağınız şarkılar her iki alem için de söyleniyor gibiydi.

    Kızım Elif ve kuzeni Ece'de parçası olsun istedim bu paylaşımın. İstedim ki; tanıştıkları her yeni duyguya eşlik eden bir Sezen şarkısı olsun. İstedim ki; kızımla paylaştığım anların birinde Sezen'de olsun. Gerçi onlar etrafta ünlü birilerini görmeye kitlenmişlerdi özellikle Ece; Kıvanç'ı (Behlül) görebilmeye. Bir kaç devlet erkanı, spiker, pek dinlemedikleri iki pop şarkıcısıyla yetinmek zorunda kaldılar. Gecenin ilerleyen vakitlerinde ağızları açık, hayran hayran Sezen'i izlediklerini gördüğümde ''Tamamdır'' dedim. Sezen sihrini yapmıştı, gene...

     ''Arkadaş'' şarkısı eşliğinde ''...gün gelirde göçüp gidersem bu alemden bilinki şarkılarımla hep yanınızda olacağım. Yıllardır bana yaşattığınız tüm güzelliklerden dolayı duyduğum sonsuz minneti ödeyebilmek için. Umarım kimsenin gönlünü kırmamışımdır, bana gönül koyanınız yoktur. Yaşamım boyunca, elimden geldiğince sevginize layık olmaya çalıştım. Ellerimiz hiç ayrılmasın...Ellerimiz ayrılması ki; bu zor günleri hepberaber atlatabilelim, ayakta kalabilelim. Biliyorum ki; bu zor günler geçecek, herşeyin güzel olduğu, daha kolay yaşanabilir bir yer olacak dünya. Şarkılar hep bizler için söylenecek...'' sözleriyle sahnede ağır ağır kayboldu Sezen, izleyenleri bir kez daha gözyaşlarına boğarak.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

17 Temmuz 2011 Pazar

AYVALIK - BADAVUT


Veeee Ayvalık...Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun da, neler görüp yaşadığımız hepimizin olsun:


     1) Bütün yaşlılar tonton, güleryüzlü olmuyorlarmış; her sabah saat 07.00'da kumsalda başladıkları, büyük bölümünde dedikodu olan sohpetler eden, çevrelerini sürekli eleştiren, yargılayan gözlerle izleyenlerini gördüm.

     2) Belediye ve yaşayan halkında yardımlarıyla bir kaç yıla kadar Ayvalık'ın da hakkından gelirler evelallah...Başkalarından her yıl çekilen çile olduğunu duyduğum ve şahit olduğum üzere; her yerde yol çalışmaları var. Feribottan indikten sonra çooook uzunca devam eden tek şerit yollar bir kenara şehir merkezide aynı durumda. Düzenlenmemiş olmaları sebebiyle kaos olan yol trafik, doldurulmayı bekleyen toprak yığınları ve bütün bunlar turistlerden, yazlıkçılardan kazanç elde edecek halkın yaşadığı bir yerleşim bölgesinde. 

     3) Meşhur Ayvalık pazarına gelince; imal edilen en kalın poşetler, pazar içinden geçen at arabaları, İstanbul sosyete pazarlarıyla denk fiyatlar. Fakat; tatilin en güzel anlarından biri; o pazarın kurulduğu daracık sokaklardan birisinde yer alan, karşısındaki fırında yeni çıkan sakızlı kurabiyeler elimizde  çay içtiğimiz kahvehanede geçirdiğimiz bir saat oldu.

     4) Sivri ve kara sinekler feciler. İlaçlamanın yapılıp yapılmadığını sormadım. Ancak cibinlikle gezmek istiyorsunuz desem sanırım yeterli olur.

     5) Yazlık yerleşim yerlerine renk ve kazanç katacak nedir; gece pazarları. Burada düzenlenmiş, düzgün bir pazar yeri yok. Bunun yerine; trafiğe kapatılmış olan sahil şeridinde, nereyi gezdirdiklerini anlayamadığım, sürekli korna çalan at arabaları var. Biz herşeye rağmen iki gece, orada uzun yıllardır hizmet veren, meşhur dondurmacıya gitmekten geri kalmadık. Tahminen tezgah altında para sayma makineleri vardır.

     Bütün bunlara rağmen sizin tatiliniz nasıl geçti diye soracak olursanız; Erdo'ya olan özlemim dışında süperdi. Elf en yakın arkadaşıyla eğlenmenin, Oğuz kumda oynayıp yüzmenin, ben arkadaşımla keyif etmenin dibine vurduk. Sertap'ın şarkısında söylediği gibi; kumsala yayıldık, güneşte damladı içimize.  Zaten çocukların keyfi yerinde olunca sorunda çıkmıyor.

    Kaldığımız Özak Hotel'in ( http://www.ozakhotel.com.tr/ ) sunduğu hizmetin, konumununda etkisi büyük tabiki. Otel denize sıfır olduğundan uyutma, uyuma, yemek yemek, yedirmek, odada birşeyler unutmuş olmak hiç sorun olmadı. Sağolsunlar sahip oldukları yıldız sayısının üzerinde hizmet verdiler, bir dediğimizi iki etmediler. Sorumlu Güner Hanım; gün içinde tüm yoğunluğuna rağmen çocukları bile takip ediyordu. Otelde en çok sohpet ettiğim çalışan sanırım Yasin olmuştur. Her gün, sabahın bir körü, şezlonglarımızı ayarlamak için kumsala indiğimde ilk gördüğüm o oluyordu. Gece boyunca kumsalda gitar eşliğinde eğlenen gençlerin  bıraktıkları çöpleri toplarken arkalarından verip veriştirmeyide ihmal etmedik. İnsanların aklımın almadığı davranışlarından biri olan çevreyi kirletmenin boyutuna böyle canlı canlı, elimde çöp poşetiyle tanıklık etmekte ayrı bir tecrübe oldu. Düşünün ki; önünde yol alan arabanın camında dışarıya çöp atan eli, aracı durdurup kırmak isteyen ben...

    Yalnız otelin yanında  bakkal olması beni yıktı. Çünkü; Oğuz'a para yetiştiremedim. O kadar ki; dönüşümüze bir gün kala, bakkala gitme talebine benden yanıt alamayınca, yan masada yemek yiyen, tanımadığımız bir bayana önce ''merhaba'' dedi, ardından çantasını gösterip ''Bu sizin mi?'' diye sordu veee bomba ''Bana para verebilirmisiniz?''. Alınmadık hiç bir ürün bırakmadık galiba, bügün açtığmız valizlerde o bakkaldan alınan, her ebat ve boyda topun yanında lüzumsuz bir dünya plastik oyuncak var.

    Bir de; deniz havasından olsa gerek çocukları bir türlü doyuramadık. Anneleri olarak bizde kusur kalmadık. Elindeki açma henüz bitmemişken dondurma seçmeleri yapıyor, mısırcıyı uzaktan görünce hayatlarında hiç mısır yememişcesine denizden atıveriyorlardı kendilerini. Yalnızca kumsalda tüm gün boyunca önümüzde arzı endam eden, midye dolmalardan yiyemedim; Nükhet tüm gün güneşin altındalar diyerek izin vermediği için.

    Burada tanıştığım ve iyi ki gelmişim dedirten iki kişi var ki; Nükhet'in kayınvalidesi ve kayınpederi. Yirmibeş yıl önce başlamış komşulukları, şimdilerde vazgeçilmez dostluklara dönüşmüş  olan site sakinleriyle yaşadıkları yazlık sitede bizi de ortak ettiler; içilen Türk kahvelerine, tarçınlı çaylara, edilen sohpetlere...O komşular arasında, tanıdıktan ve kağıt oynadıktan sonra,  çağırdığı kağıt gelen insanlarında yaşadığına şahit olduğum Figen Abla'da var. Yahu hatun ''şimdi gelir biterim'' diyor, kağıt geliyor ve bitiyor, inanamazsınız. Gerçi o gece masada oynanan elli bir değilde, Nükhet ve ben olduk. Bu işlerden hiç anlamayan, bu tür oyunlara karşı hırsı ve tecrübesi olmayan ikimizle oynadılar masada.

    Çekilen fotoğraflarla ölümsüzleştirdiğimiz, hatıralarımız arasında yerini alacak olan güzel bir beş gün oldu. Şükürler olsun ki; dönüş yolunda trafik oldukça rahattı ve evimize rahatlıkla ulaştık. Ardı arkası kesilmeyen; ''Anne geldik mi?'', ''Yaklaştık mı?'', ''Ne kadar kaldı?'' vb. sorular bozamadı kafamı, yolun sonunda Erdo olduğu için. Düşünmedende edemedim: hadi bende soran bir tane, Vilo'lar üç çocukla nasıl bitirebiliyorlarmış, o her yaz çıktığımız uzun araba yolculuklarını. Babamın sürekli tekrarladığı, o yaşlarda bizce hiç bir anlam ifade etmeyen ''kızım etrafınızı, doğayı seyredin, düşünmeyin siz ne kadar kaldığını...'' cümlelerinin benzerleri benim ağzımdan çıkınca tebessüm etmedende alamadım kendimi.

 

Kumdan kaleler





Sakızlı kurabiye ve çay keyfi





Dondurmacı




Arabada piknik


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL