29 Ağustos 2011 Pazartesi

PAZAR GÜNU ANILARI


    Geçen hafta vapur gezisi dönüşü karar verdiğimiz üzere dün sabah kahvaltıyı Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesindeki kafede yapmak üzere evden çıktık. Anacığım saray bahçesi deyince insan bir halt bekliyor; hataaa. Gene beklentiyi yüksek tutmanın getirdiği büyük hayal kırıklığı! Zaten bu son günlerde yaşanan hayal kırıklıklarıyla nasıl başa çıkacağız; o ayrı. Dönelim kahvaltıya; sakın sizde bizim gibi saray bahçesinde kahvaltı lafına aldanmayın, gidin bir çay bahçesine. Kale'de ki kahvaltının canını seveyim. ( http://www.kalecafe.com/ ) Ekmeği menemene bandırıp, bal-kaymak yemedikten sonra ne edeyim pazar kahvaltısını.




                  Ama kahvaltı bahanesiyle erken gitmiş olmamız iyi oldu; kafeye girmeden gezi biletlerini almamış olsaydık hayli sıra beklermişiz. Eşeden köşeden bir şeyler yedikten sonra adım attık saray bahçesine. Ne mi oldu; Oğuz başladı ''Dolmabahçe Sarayı''ndaki dolmaları aramaya. Onları bulamayınca keşif sırasında bulduğu, yanında ''lütfen dokunmayın'' tabelasının bulunduğu aslan heykeline sarılmış yatıyor üzerinde.



   Neyse girdik sıraya, başladık Türkçe rehber eşliğindeki tur grubunun oluşmasını beklemeye. Tabi tura türkçe bilen arap, azeri herkesin alındığını bilseydik eğer; rehpersiz gezmeyi tercih ederdik. Zannedersiniz adamlar sarayı gezmeye değil tekrar feşfetmeye gelmişler, sanırsınız rehper onları bırakıp kaçacak diye o kadar korkuyorlar ki önündekini ite ite ilerlemeli, sanırsınız dokunmayın ya da basmayın, fotoğraf çekmeyin uyarıları laf olsun diye yapılıyor. Elif ve ben insanları ağızlarımız açık izlerken baktım Oğuz paçamı çekiştiriyor; kestane ağaçları nerede, diye. Rehper yerdeki parke cinsini anlatırken kestane ağacınında kullanılmış olduğunu söylerken ne bilsin Oğuz yaş grubundaki çocuklar bunu böyle algılayacaklar. Allahtan Selamlık bölümü gezisi sonunda o kadar yorulmuştu ki birşey duyamaz ve göremez hale gelmişti. Çareyide ablasına yalakalık ederek kucağına çıkmakta buldu; bahçedeki kedileri görene kadar...

  Bu turda canın nerede yandı, nerede Atatürk'e verdiği sözü tutamadığına inanan cumhuriyet çocuklarının hepsinin sorumluluğunu üzerimde hissederek gözlerim doldu, başım öne düştü dersiniz; Atatürk'ün üzerinde Türk Bayrağı serili yatağının başucunda tabiki!!!


Oradan ayrıldık ver elini Galata...Oğuz'un deyimiyle Rapunzelin kulesi!




Tırmanışa başlamadan önce öğle yemeği yiyelim diyerek oturduk çevresindeki bir restauranta. Oturduk ama bizim ki gene yok oldu ortalıktan. Kafayı çevirdik ki turistler çevresini sarmış fotoğraflarını çekiyorlar, ne halde mi;







     Dolmabahçe'dekiler elinden kurtulmuşlardı ama bu kedi başaramadı. Gerçi bu güzel yaratıkta halinden pek şikayetçide değildi. Bunların hepsini bir sandelye çekişi arasında geçen saniyelerde nasıl başarıyor aklım almıyor. Yemek kedi ve Erdo'nun hemşosu çıkan garsonda katılınca oldukça keyifliydi. Bayramlaşıp ayrıldık ve bu seferde kuleye çıkış için asansör kuyruğuna girdik. Manzara nefes kesiciydi; Hazerfen misali kanat takıp uçası geliyor insanın. Abicim çok güzel bir şehir şu gözünü sevdiğim İstanbul be...







Çıkışta tabanlara kuvvet vurduk Tünelden Taksim'e; Oğuz'un da pusette uyumuş olmasını fırsat bilerek. Gerçi Elif'te bir puset içinde oturuyor olmak için neler verirdi.


İşte o kaldırıma, yanına ben de oturdum başladık düşünmeye; bunca insan, bunca birbirine hiç benzemeyen, birbirinden farklı düşünen, inanan, yaşayan insan...Her gece girilen bunca ev, açılan bunca ekran, edilen bunca sohpet, kavga, okunan o kadar kitap...Alınan o kadar soluk, harcanan o kadar enerji...Ve yaşanan bu kadar hayat. Hepsinin yükünü çekmeye çalışan, yokolan, yokolmaya direnen bir tane gezegen, dünya...





Biz de onca insan arasında insanlar olarak kitaplarımızı, cd lerimizi sonunda da hepimizi dirilten dondurmalarımızı alıp otoparkın yolunu tuttuk, yedi tepesi binalardan gözükmez olmuş, yeşili git gide azalan, kendi sesini kaybetmeye başlamışken yalnızca yaşayanların seslerinin duymaya başlamış bu güzel şehrin trafik keşmekeşiyle yüzleşerek evimize dönmek için...Ama tekrar görüşmek üzere vedalaşmayı unutmadan. Sevgiyle...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Hiç yorum yok: