11 Ekim 2011 Salı

HERKES GİDER Mİ? 9










'' Erguvanlar senin şehrini de mora boyadılar mı?'' diye sordum ablama bu sabah, bilgisayar ekranından bile olsa karşılıklı oturmuş sabah kahvelerimizi içerken. Aynı rengi görüyor olduğumuz düşüncesi; özlemimi biraz hafifletir düşüncesiyle... Her bahar erguvanlar, sonbarlarda da mimozalardır heyecanla beklediğim. Bir arkadaşım vardı; usanmadan her yıl, erguvanlar çiçeklendi mi alır eline fotoğraf makinesini ölümsüzleştirmeye çalışırdı. Yıllar sonra göremeyecek olursak bu mor çiçekleri, resimlere bakar avunuruz diye. Bu yıl yalnız karşıladım erguvanları ama bu defa içimde açmış çiçeklerim var benim de. Dallarının altında durmuş, kucaklarken gövdesini; yıllardır aradığım hayatımın fon müziğini bulmuşcasına hiç dinmeyen bir melodi var kulaklarımda.

Ekran başından kalkıp, hazırlanma vakti gelmişti. Duş yapıp, üzerime biraz çeki düzen verdikten sonra çalışmaya başlamalıydım. Evde, bahçede yapılması gereken düzenleme ve değişiklikler tamamlandıktan sonra günlerim bir rutine oturmaya başlamıştı. Sabah ilk fasıl bahçede: Saksıdaki çiçekleri sulamak, sarmaşık gülümle sohbetle geçiyordu. Sonrasında kahvaltı için birşeyler atıştırmak, iki günde bir köy meydanına inerek orada bir kaç saat takılmak, okumak, film izlemek ve yazmakla geçiyordu. Beni eskisi gibi tatmin eden yazılar yazabilmek için, disipline olmam gerektiğine karar verdim. Ve o günden beri her gün işe gitmişcesine, bir kaç saat aralıksız çalışıyorum.

Deniz ve bahçe manzarama nazır camımın önünde ki çalışma masam; çevresinde gün geçtikçe biriken dergiler, kitaplarla zaten ofisteki masamın havasına büründü bile, çoktan. Günlük aktüel haberleri, insanlar nelerden bahsediyorlar takip etmeye çalışıyorum. Böyle inziva bir hayat yaşıyorken, şehir yaşantısı içinde ki insanlar için çıkan bir dergide yazıyorsan bunu yapmak zorundasın. Ama tecrübeyle sabitlenmiş olduğu üzere, tek bedene iki ayrı kimliği sığdırmaya çalışmadan. Bu bedende yaşayan ruhun gücü, tek kimliğe anca yetiyor. Daha fazlasının neler yaptığını gördük.

Yıllar boyunca hep birşeyler olmaya çalıştım. İyi bir evlat, başarılı bir öğrenci, güvenilir bir arkadaş, örnek bir eş derken Nesrin arada kaynamış, küsmüştü. Halbuki; dönem dönem bir ucundan yakalayarak, çok emek harcamıştım kendime. Özellikle kendime dışarıdan bakabilmeyi öğrendiğim dönem; uyanışım olmuştu. Gerçekten sevebilmek için, önce kendimi sevmem gerektiğini anlamış ve listelemiştim. Kendimde sevdiğim, nefret ettiğim yönleri. Şimdi dönüp baktığımda görüyorum ki; çoğunu başarabilmişim.

Listemin başında olan dürüstlüğüm hep aydınlık tutmuştu yolumu. Hayatım boyunca hiç kimseyi, en başta kendimi asla aldatmadım. Boşanma kararı almamın temelinde yatanda bu yönümdü, aslına bakarsanız. Sadece yürütmek adına, yıllarca sürebilecek aldatma ve aldanışın dehlizlerinde kaybolabilirdim. Bu yollardan geçerken çok ağladım, çok hayal kurdum, çok ama çok okudum, kalabalıklar içinde yalnız kaldım, yalnızlığımın içinde bir yığın sesle konuştum. Sonunda kendi doğru cevabımı buldum. Ahmet'i bu şekilde aldatamazdım. Ne onu ne de kendimi.

Yaşanılan bu düzende herşey sonsuza kadar sahip olmak üzerine kurulmuş olabilir. Ama bu düzeni kabul etmek zorunda değiliz. İşte sonunda yüreğimdekileri, beynimdekileri, gerçekten sahip olduğum tek şeyi; kendimi aldım ve buradayım. Hiçbir yerden gelmemişcesine, gidecek bir yeri yokmuşcasına, buradayım. Özgürüm.

Bütün bunları yazarken, zamanın içinden gene hızla geçmişim. Gün batımı gelmiş yerleşmiş penceremden gözüken denizin üzerine. Bu saatten sonra keyif vakti. Ama önce gidip meydanda ki kahveden, adıma gelmiş olan postaları almalıyım. Başlarda; köyde yaşayanlarla çay içmeye, iki sohbete bahane olsun diye posta adresi olarak kahvehaneninkini vermiştim. iyiki de öyle yapmışım. Artık alışkanlık ve büyük keyif oldu orada, onlarla vakit geçirmek. Bakın işte insanoğlu; nereye giderse gitsin, hangi yaşta olur, hangi tercihleri yaşamış olursa olsun, bir şeylere alışma hissi, güven verici oluyor.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Hiç yorum yok: