16 Eylül 2011 Cuma

SAPSARI SOLUĞUMLA


 

   Sabah uyandım; evde huzurlu bir sessizlik, panjurda bulduğu boşluktan içeriye sızmaya çalışan yeni gün...Üzerimdeki örtüyü çekiverdim başıma. Örtü; pike desen değil, yorgan hiç değil. Bir kaç hafta oldu alalı bu sapsarı örtüyü. Galiba bahtaniyeye daha yakın birşey; üzeri ipekli kumaşla kaplandıktan sonra eski yorganların olduğu gibi kalın yorgan ipliğiyle desenler işlenmiş. Nasıl güzel işlenirdi o eski çeyizlik, sünnetlik yorganların üzerleri. Büyüdüğüm kasabanın meydandaki çarşısında vardı bir tane yorgancı; durmadan çalışırdı, kardeş olduklarını tahmin ederek önünden her geçişimde izlediğim adamlar. Bizim evde de vardı hemde gelen misafirlere yetmesi için çok sayıda. İç taraflarına geçirdiği kumaşı söküp sık sık yıkardı annem, tekrar yüzleyeceği zamanda yayardı yere yorganı, alırdı eline yorgan iğnesini kaplardı her seferinde yüzünü. Ben evlenirken çeyizim içinde yaptırmıştı, çokça; acaba hala ısıttıkları birileri var mıdır?

   Neyse kafama çektim; ayçiçeği tarlaları gibi sapsarı örtüyü. Gerçi bu günlerde güneşin aşkının peşinde döne döne kavrulmuş durumda hasadı bekliyorlar ayçiçekler, ölümü bekleyen insanlar gibi...


   Örtünün altında yalnızca soluk alış verişimi duyuyorum, tıpkı denizin dibindeki gibi garip bir sessizlik ve yalnızlık hissediyorum. Şnorkelle ilk suya daldığımda henüz ilkokula başlamamıştım. Kapaklı Köyü'nde geçirdiğimiz tatillerde; kalabalığımızla başbaşa kalıp rahat edebilmek için Kemer denilen bir buruna giderdik.Yalnızca zeytin ağaçları, çakıl taşları, üzerinden maviliklere atladığımız kayalar...Hala öylece duruyormudur acaba; üzerinde ateş yakıp denizden çıkarttığımız midyeleri pişirdiğimiz çakıl taşları... Bütün kuzenlerin gibi kardeşlerim ve bende yüzmeyi orada öğrendik; ayaklarımıza deniz kestaneleri bata bata. Hatırladığım kadarıyla dedem dikenlerin battığı yere zeytinyağı sürer ateşe tutardı, uzaktan. O yıllarda teyzemlerin Almanya'dan gelirken getirdikleri paletler, şnorkeller ne kıymetlilerdi, getirdikleri herşey özellikle çikolatalar gibi.

     Ayaklarımıza batan deniz kestanelerini, yosunları, rengarenk çakıl taşlarını, kıyıya yakın yüzen balıkları şimdi bu örtünün altındayken hissettiğim gibi; garip bir yalnızlık ve yalnızca soluğumun sesiyle ilk izlediğin an nasıl dehşetli bir heyecan duyduğumu hatırlıyorum. Sanki ben o yaşlardayken; denizler daha soğuk, daha sıcak, daha mavi, adeta canlıydı. Şimdi ne oldu da; denizler bu türlü gelmiyor, hissettirmiyor bana. Büyüdüm mü acaba?

     Fakat; büyümüş olamam! Çünkü; ben hala hayal kurarak uyumaya çalışıyorum, herşeye rağmen. Şu anda kafama bu sapsarı örtüyü çekmiş, soluğumu dinleyerek, öyle dehşetli heyecan duyabileceğim bir hayal arıyorum, bulamıyorum. Gerçekten büyümüş olabilirmiyim? Büyümüş ve hayal kurmayı unutmuş!

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

3 yorum:

two of us dedi ki...

Benimse korkulu bir düşkünlüğüm vardır gerçeğe. Kendisinden başka vaadettiği hiç bir şeyi yoktur çünkü. Tek mal varlığı budur. süssüzdür, çıplaktır. Belki bundandır hayalci olmayışım. Şimdi ben de yazınızın ışığında soruyorum kendime: gerçekten büyümüş olabilir miyim? Yoksa hayal kurmaya başlayınca mı büyümüş olacağım?

Oysa biliyorum hayal kurmamanın korkaklığın dik alâsı dolduğunu. Onların gerçeğe dönüşemeyecek olmasını göğüslemeye cesaret edemezsin çünkü, korkun budur. İşte bu nedenle hayal kurmaya başlarsam korkularım bitmiş ve artık büyümüş mü olurum?

Sevgi ve saygılar Özgür Hanım

ouzelf dedi ki...

Benim hayallerim; içinde mutlu olduğum küçük masal diyarlarından ibaret. Sizin kelimelerinizle; gerçekliğin bunca çıplaklığından, süssüzlüğünden kaçtığım, kurgulayıcısının, Tanrısının benim olduğum yaşamlar. Gerçekliğin içinde kaybolup, Alice'in masalında ki gibi; hayallerimin kapısını açacak anahtarı kaybetmiş olduğum duygusuyla başbaşa buluveriyorum zaman zaman kendimi. İşte o örtünün altında kendimi bu korkuyla yakalayınca sordum kendime ''büyüdüm mü acaba?'' diye. Kimbilir? Belki de gün gelecek siz de hayaller kurmaya başladığınızda... Kimbilir?
Sevgiyle...

BuRCu dedi ki...

Hangisi hangisini çağırıyor, tam kestiremiyorum açıkçası. Bazen büyüdüğümü bazen çocuklaştığımı hissede hissede gerçekle hayal arasında dolanıyorum. Yeri geliyor en gerçek çocuk halimde, yeri geliyor en hayal büyük halimde. Ya da tam tersi. Sanırım ben hepsini harmanlıyorum ve ayırt etme gereği duymadan hareket ediyorum. Veya içgüdüsel zamanı gelince birisi devreye giriyor. Karışıkmış...