21 Aralık 2011 Çarşamba

GEÇ KALDIM



 

    Başımdaki ağrı sabah uyandığımdan beri peşimde. Tutunacağı noktayı bulamamış bir şekilde dolanıp duruyor. Yolda arabayı kullanırken düşündüğüm kopuk kopuk düşüncelerle beraber koşturup duruyorlar kafamın içinde.

    Eve gelir gelmez üzerimdekileri çıkartıp pijamalarımı giydim. Beni yumuşacık saran pembe sabahlığımı da üzerime alıp mutfağa geçtim. Dün akşam yemiş olduğum pizzanın kutusu hala tezgahın üzerindeydi. Kurumuş, üzerinde ki peynirin rengi kirli sarıya dönüşmüş olan iki dilimden birini aldım. Çekiştire çekiştire kopartabildiğim tek ısırıktan sonra vazgeçip alternatifim olup olmadığını kontrol etmek için buzdolabını açtım. Yoktu. Açlığımı nasıl bastırabileceğime bile kafa yormak istemedim. Dedim ya: - çok yorgundum.- Hızlıca şarap şişesi ve kadehi elime aldım. Işığı söndürüp çıktım mutfaktan. Şimdi balkonda öylece oturuyorum.  Karşımda deniz; gökyüzünde ki yıldızların altında, yeni gelin gibi nazlı nazlı süzülüyor.

     Kocaman soru işaretlerim tekrar benimleydiler. Kendimi anlatmaya çalışmaktan ne zaman vazgeçmiştim. Hissettiklerimi kelimelere dökmekten. Şimdi burada oturup uzaktan bakınca hayatımın üzerini örtmüş kocaman bir teslimiyet görüyorum. Aslında vazgeçiş. Uzun yıllardır süren bir arkadaşlığımın da sonunu getiren vazgeçmişlik. Aramızda öylece duran, gittikçe içi dolan sessizliği bozmadık. Bilmek, açıklamak istemeyecek kadar yorgundum. Merak etmeye bile üşendim. Duyacaklarımdan korkmuş olabilir miyim? Gerçi artık çok geç. Bu ikinci geç kalışım. Çocukluk arkadaşım Esra’yla da böyle ayrılmıştı yollarımız, konuşmadan. Zamanla garip bir şekilde, hissettirmeden çok gerilerde kalıyor tüm yaşanılanlar, paylaşılanlar. Bir defa daha konuşmak için çok geç kaldım. Hem de bilerek. Ama bu gece böyle hissedeceğimi bilmeden.

    Bir balıkçı takasının sesi geliyor uzaklardan. O takanın içinde olmak istiyorum. Motorun sesinden duyamaz olmayı düşüncelerimin sesini. Gecenin karanlığına sarılmış denizi koklamak istiyorum. Hiçbir şey görememeyi. Önümde duran kadehteki şarabı yudumluyorum. Ağzımı buruşturan tatla kısa bir mola alıyoruz düşüncelerim ve ben.

     Aslında çok uzun yıllar anlattım. Kafamdakileri, yüreğimdekileri... Sonunda bir  çıkmaz sokakta, yalnız bulunca kendimi…Yapayalnız. Etrafıma baktım, herkes yalnız, her şey sahteydi. Oldukları gibi değil görünmek istedikleri gibiydiler. Seçilmiş rollerin oynandığı kocaman bir tiyatro sahnesinde buldum kendimi. İnsanlar neye inanmak istiyorlarsa ona inanıyor, nasıl görmek istiyorlarsa öyle görüyorlardı. Seçilen rollerin oynandığı tiyatro sahnesinde ayakta duramadım. Daha doğrusu rolüm belli değildi. Sonra mı? Sustum. Anlatmaya çalışmaktan vazgeçtim. İşte o zamandan beri yalnızca yazıyorum. Kalem, kağıt ve benim aramda sahte hiçbir şey yok. Satırlardakiler gerçek.

    Motorun sesi uzaklaştı. Üşümeye başladım. Sarındığım pembe sabahlığım ısıtmıyor artık. Yatağımın sıcaklığına gitmeye üşeniyorum. Bir de şu baş ağrısı. Lanet şey zonklayıp duruyor şakaklarımda. Kalkıp banyo dolabında duran ilaçtan bir tane içmeliyim. Yoksa ağrı yavaş yavaş dişlerime inecek.

   Esra’yla annelerimize yalan söyleyip limanda ki bara ilk gittiğimiz gecenin ertesi gün de aynı böyle ağrımıştı başım. O zamanlar küçük bir kasaba olan Şarköy’de açılan ve gençlerin gidebileceği tek bar İskele’ye gitmek için nasıl can atardık. Babamın tembihlediği saatte evde olabilmek için koşa koşa eve dönerdik. Yatağa girdikten sonra da sabaha kadar fısır fısır konuşurduk. Başrollerinde bizim olduğumuz hayaller kurardık. Onların evi çok kalabalık olduğu için genelde bizim evde kalırdık. Zaten ailesi de yalnızca bize gelmesine izin verirdi. Mahalle arkadaşlığı olarak başlayan ilişkimiz; ilk, orta ve lisede de devam etti. İlk adet gördüğümüzde ki korkularımızın, ilk aşk acılarımızın, sırlarımızın, ailelerimize söylediğimiz masum yalanlarımızın ortakları yalnızca ikimiz olmuştuk. Sonra üniversite için ayrı şehirlere gittik; arkadaşlığımızla ilgili geleceğe dair planlar yaparken hesaba katamadığımız şeylerden habersiz. Ayrı geçirdiğimiz üniversite yılları içinde, dahili olduğumuz arkadaş gruplarının da etkisiyle değiştik. Mezun olduğumuzda; artık hayata apayrı pencerelerden bakan iki insandık. Dünyayı, düzeni değiştirme planlarımız artık birbirimizinkilerden farklıydı. Bunu kabul etmek istemedik başlarda. İkimizde dile getirmedik. Korkmuştuk belki de ortak geçmişimize ihanet etmiş olmaktan. Kısa bir süre denedik paylaşabileceğimiz tek şey olan çocukluk hatıralarımıza tutunmayı. Ama olmadı.

   Esra, aldığı iş teklifinden hemen sonra İzmir’e yerleşince de peşini bıraktık, zamanın gerisinde kalanların. Birkaç yıl, ara sıra telefonla konuşup, onun İstanbul’a gelişlerinde buluşarak sürdü ilişkimiz. Farklı şehirlerde yaşıyorduk artık. İkimizde geceler boyu, fısır fısır konuşarak hayalini kurduğumuz hayatların, düzenin çarklıları arasında gerçekten hayal olarak kalışlarını adım adım izliyorduk. Gene Esra’nın kısa süreli bir İstanbul kaçamağında, benim seçmiş olduğum, lüks restoranda yemek yedik. O gece; konuşmaktan korktuğumuz, bakış açılarımızın, inanç ve politik görüşlerimizin değişimiyle aramızda örülmüş olan duvara çarptık. Belki o zaman, o yaşlarımızda tanışmış olsaydık farklı olurdu her şey. Ama birbirimize baktığımızda çocukluk, ilk gençlik yıllarımızda ki bizleri görmeye çalışıyorduk. Elimizde olmadan. Bu da gittikçe uzaklaştırmıştı bizi.

   O geceden birkaç yıl sonra, tesadüfen annemleri ziyaret etmek için Şarköy’ye gittiğimde karşılaştık. Bir daha da görmedik birbirimizi. Bu son karşılaşmamız oldu. Uzun zaman sonra gazetede ölüm haberini aldım. Hiçbir şey hissetmedim. Tüm bunlar yaşanmamış gibi. Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu.  

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL



Hiç yorum yok: