İNSANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNSANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Nisan 2012 Pazar

TESTOSTERON

  Bulduk! Her şeyin tek bir sorumlusu varmış: Testosteron… Erkek değil erkeksel, kadın değil kadınsal yaratıklarmışız ve tek yöneticimiz var, o da bu testosteron hormonuymuş.

  Testosteron: Erkeklerde, testislerde ve böbreküstü bezlerde; kadınlarda yumurtalıklarda kolesterolden üretilen bir hormon. Ses kalınlaşmasına, vücut ve yüz kıllarında artışa neden olarak erkeksi özelliklerin kazanılmasına sebep olur. Protein metabolizmasını hızlandırarak kırmızı kan hücrelerinin ve kas miktarının artmasına, yaralanmalar sırasında vücudun kendisini yenilemesine ve vücuttaki yağların yakılmasına yardımcı olur. Erkeklerde, bu hormon ergenlik dönemi ve 20’li yaşların başlarına kadar oldukça yoğun bir şekilde salgılanır. 50’li ve 60’lı yaşlardan sonra ise etkisini kaybederek gittikçe azalır. Ayrıca erkeklerdeki bu hormonun miktarı, kadınlardan yaklaşık 30 kat fazladır.* ( *oyunun tanıtım kitapçığından ) 

 Görüldüğü üzere yaşdönümlerinde davranışlarda oluşan değişiklikler bile bu testosteron oranıyla açıklanabiliyor(muş). Cumartesi akşamı bir kez daha ‘’Oyun Atölyesi ‘’ ndeydik. ‘’Testosteron’’ adlı oyunu izlemek için. Öncesinde Rakı & Balık adlı mekânda kurulan uzun masadaki keyifli sohbeti, sonrasında Moda’da yenen dondurmaları falan yazmayacağım. Diyette ve spor yapıyor olduğumu afişe ettikten sonra utanıyorum artık. Bu defa ‘’ HİÇ EKMEK YEMEDİK ’’ de diyemiyorum, rakıdan dolayı.

   Oyunun ilk bölümünde pek bir şey anlayamadım, kendimi veremedim. ‘’Bu ne yahu? Yuh! Kadınlar bu kadar da değiliz.’’ soruları kafamda dolaşıp durdu. Durum böyle olunca da güleyim mi, kızayım mı arada gidip geldim. İnanın bir ara sahneye atlayıp ‘’ Yeterin len! Ne istiyorsunuz biz kadınlardan.’’ diye haykıracak kadar dellendiğim bile oldu. Ama ikinci bölüm, işte ikinci bölümde anlaşıldı ki; kadınlar gerçekten dünyayı idare edebilecek güçteler. Neden mi? Erkeklerin hayatlarında ki her şeye anlam katan tek şey ‘’Kadınlar’’, tek amaçları kadınlarla birlikte olabilmek. Oyuna adını veren testosteron hormonu var var, yoksa ayvayı yediler. Bütün hayat iki şey  arasındaki kısa mesafede geçiyor. Yaptıkları - yapmadıkları, yapabilip - yapamadıkları her şey bu hormona bağlı, yaradışsal. 

  '' Kocam beni anlayamıyor. - Benimle yeterince ilgilenmiyor. - Beni aldattı. - Canı çekip, keyfi geldiğinde benimle ilgileniyor. - İşi bitince sırtını dönüp yatıyor. '' gibi soru, sorunları olan kadınlar hepsinin cevaplarını almış olarak ayrılıyorlar salondan. İşte cevap: '' Onların bir suçu yok. Hepsi TESTOSTERON yüzünden.'' Erkekler dürtülerinin egemenliğinde hareket ediyorlar. Sahnede birbirlerine kafa göz giren, ana avrat düz giden ( üstüne üstlük bunları çok doğalmışçasına yapan ), sarmaş dolaş olup ağlayan, kadınlarla davasını çözememiş farklı yaş ve farklı statüdeki adamları izledik, yeryüzünde yaşayan tüm erkeklerin yansıması olarak.

    Ve sahnede olmamalarına rağmen, asıl kadınları izledik hem de başrolde. Erkekleri görünür kılan kadınlar. Yaratılmamış oldukları düşünüldüğünde, erkeklerin yaşamsal tüm amaçlarının ortadan kalkacağı kadınlar. Bir futbolcu düşünün ki:  Oynuyor karşı takımı yenebilmek için. Karşı takımı yeniyor para kazanabilmek için. Para kazanıyor mal mülk alabilmek için. Malı mülkü alıyor karıya kıza hava atabilmek için. Testosteron hormonu salgılıyor, kanı pompalayabilmek için. Yemek, içmek, çalışmak, kazanmak, kıskanmak, döllenmek vb. hepsini kadınlarla ilişkili. Yolun sonunda hep bir kadın var.

   Amanın işte böyle… Bizde bu muhabbet epey gider. Hallerimiz nice olur ? Bilemem. Ama buna da bir kılıf bulduk ya, bir taraflarımız göğe erdi.

 Efendim, hepinize sevgi saygı Özgür’den. Bol hormonlu haftalar diliyorum.







NOT: Performanslar müthişti. Özellikle genç oyuncular… Müzik deseniz; tüm izleyenler son bölümdeki melodi dillerimizde çıktık salondan. Beni tek rahatsız eden tüm oyun boyunca oyuncuların oralarına buralarına bulaşmış olan kan görüntüsü oldu.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

2 Nisan 2012 Pazartesi

?????

 Öncelikle herkese, hepimize iyi bir hafta ( haftalar ) diliyorum. Yazıyı sonlandırırken bir daha dileyeceğim ama ne kadar etkili olur, tartışılır. Neden mi? İşte benim nedenlerim:

1) Beynimiz bu kadar soruyla nasıl baş edebiliyor? Beynim almıyor. En yakını dün mesela, kafamdan geçenleri düşününce akıl alınası gelmiyor. Güne gözlerimi henüz açmışken başladı zavallı. Hani hava güneşli olacaktı, bu bulutlarda nereden çıktı? Markete ben mi gitsem acaba? Annemler kahvaltıya gelecekler mi? Neler eksikti? Keşke aklıma geldiğinde not alsaydım. Oğuz’u beraberimde götürsem mi? Derken derken öğle saatleri yaklaştı ve aralıksız devam. Çiçekleri hangi saksılara diksem. Bostan dikenler nasıl baş edebiliyorlar bu işle? Herkesin karnı acıkmaya başladı, ne yesek acaba? Uykum geldi, uyursam akşam uykusuzluk çeker miyim? Dergilere mi baksam yoksa kitap mı okusam? … Hiç durmadı sorular, yatma vakti yaklaştı. Bu survivora katılanlara neler vaat ediyorlar acaba? Televizyon yayınları bir gece dursa, başımıza gelen hiçbir halt için ayaklanamayan bu insanlar ayaklanırlar mı? Nihayet yatağa gireceğim ki; Yüzümü temizlemeden yatsam bir şey olur mu? Bir saat daha takılsam mı? Uykuya yorgun argın teslim olmak ne kadar güzel.

2) Yapılan son zamlarla nasıl baş edeceğiz? Halkı alet ederek haksız kazanç, güç sağlayan herkese lanet olsun.

3) Trafikte takip ettiği sol şeridi para verip satın almışçasına, tali yolda gider gibi araç sürüp trafiği tıkayanları araçlarından indirip, gidecekleri yere kadar yürütesim var. Hâlbuki biz Türk halkı parasını vergilerimizle ödediğimiz halde yılar yıllardır ne şu boğaz köprüsünü ne de otobanları satın alamadık. Ödeme yapmaya hala devam ediyoruz.

4) İşe gelirken yaz için tadilat yapılan evleri görünce geldi aklıma keşke bizlerde sezonu geçen, yorulan, eskiyen yerlerimizi tuğla çimentoyla yenileyebilseydik.

5)Tanrının yarattığı şu bedeni sağlıklı olacam diye spor yaparak yorup durmak, otla beslemek nereye kadar?  Yerimizden kımıldamadan yaşayıp önümüze geleni yiyelim de demiyorum fakat böyle yaşayıp hayatları boyunca kilo problemi yaşamayanlarrrrr. Nasıl yahu?

6) Çocuklar için oradan oraya savrulup, hafta sonlarını peşlerinde harcamak çoktan seçmeliye tabi olamaz mıydı? Şımartmakla yoksun bırakmamak arasındaki dengeyi sağlamak daha kolay olamaz mıydı?

7) İnsanlar dünyayı, dünya mı insanları yok ediyor?

8) Alışverişin sonu var mı? Marketten alınan yiyecekler nasıl bu kadar çabuk bitiyor ve biz her hafta markete gitmek zorunda kalıyoruz?

9) Bu tablet eğitim saçmalığının sonu ne olacak? İleride okumaya, yazmaya gerek kalmadan damar yoluyla verecekler eğitimi. Şimdi televizyon ve tabletlerle idare ediyoruz.

10) Önümüzdeki yıllarda, yapılan ayrımcılığın sonucu olarak ayrı eyaletlerde mi yoksa sığınaklarda falan mı yaşamak zorunda kalacağız?

   İşte bunlar dün düşünülenler. Cumartesi ise apayrı sorular, endişeler, şaşkınlıklarla geçti gitti. Bir de Oyun Atölyesinde sahnelenen ‘’ Antonius ile Kleopatra ‘’ adlı oyunu izledik. Şahaneydi. Bu sezon neredeyse iki haftada bir oyun izledik. İzlediklerimiz arasında kostümünden, müziğine, oyunculuklarından, sahnesine her şeyiyle dört dörtlük olanı sanırım bu oyundu. Kaçırmayın derim. Oyun bahanesiyle Anadolu yakasına geçmişken Çiya’da gözü dönmüşçesine Hatay yemekleri yemek, çıkışta Ali Usta’da dötümüz donsa, dudaklarımız uyuşsa bile dondurma yemek farzdı tabi.

   Bütün bu kafa karışık ve yorgunluklarının ardından, içinden hepinize tekrar iyi haftalar diliyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Sevgiyle kalın.

 Oyundan:

 Kleopatra: Pekâlâ, madem gerçekten âşıksın, o zaman, ne kadar, onu söyle. 

Antonius: Ölçülebilen aşk zavallı aşktır.

                                                                                                                                       Kleopatra: Peki, ya ben ölçmeye kalkarsam?

Antonius: O zaman, kendine yeni bir dünya bulacaksın.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

30 Mart 2012 Cuma

12 dakika

 

 Harcına sevgi katılıp, tuğla tuğla örülmüş evlerde yaşananlardan geriye ne kalıyor? Bence yalnızca, harcında sevgi olan ANLAR...






 

28 Mart 2012 Çarşamba

İnsan gibi!


'' Haydi kalk, kalk Özgür! '' dedim ve kalktım. Ne için mi? Kışlıkların yerlerine yazlık giyisileri çıkartmak için. Hee ben çıkarttım ya kesin tekrar kar falan yağar ve ben her sene ki gibi dötüm dona dona gezerim sokaklarda. İnsan gibi becerebilen biri ol da bir kaç tane kalın giyisi bırak ortalıklarda değil mi? Yok anacığım bununda ayarı kaçacak illaki.


Neyse işte Oğuz'u uyuttuktan sonra tuttum bir ucundan, çorap söküğü gibi ardı gelir diyerek, sek sek sekerekten. Bu defa yanımda '' Bunu at.'' '' Heh bu tam bana göre, ver ver.'' '' Ay Özgür ne kadar çok giydin bunu yeter ben alayım.'' diyen kardeşim Özlem olmadığı için çorap sökülmedi gitti. Oğuz'da uyandı tam oldu. Çingen pazarına döndü soyunma odası.


Yıllardır ayıklanan giyisiler arasında bir türlü ayıklanamayanlar vardır ya işte onlar elimde gene gülmekten alamadım kendimi. Beni güldüren giyisilerden çoğu pijama ve Vilo'nu almış oldukları. Canım annem selvi boylu bir kızı olduğunu sanıyor.  Bunca yıldır hiçbirimiz de ona gerçeği söylemiyoruz, benim topu topu 1.55 olduğumu. Bunun yanında Erdo'nun da beni 1.70 falan görüyor oluşu ayrı ve bence daha acıklı bir durum, benim için. Benim için beğendiği giyisileri her gösterişinde içime içime ağlıyorum yemin ederim. Ama yokkk geçenlerde isyan ettim: '' Bana bak Erdo. Dikkatli bak. Adamım, ahanda ben bu kadarım. Bunca yıldır ne bir santim uzadım ne de kısaldım. Hatta uyarayım yaş aldıkça daha da kısalma ihtimalim var.'' deyiverdim valla. Aaaa yeter ama. Yok yetmez miş! Şimdi de Elif ( kızım ) çıktı başıma. Aynanın karşısına geçip geçip beni çağırıyor: '' Anneeee bi gelsene! ''  .ok var. Bu yaz topuklu ayakkabı giymeyede başlayacakmış. Artık elime bir tabure alır gezerim yanında. Gerçi mahallemizin terzisi Gülçin diyor ki: '' Boşver be topuklular ne güne duruyor. Onlarla istediğin her boydasın.'' . Diyor diyor ama o topukların üzerinde durmanın, becerebiliyor, her şey çok normalmiş gibi yürümeye çalışmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Çünkü O da benden uzun.


Nasıl içime oturmuş bakarmısınız. Konu nereden nereye geldi. Sizlerle paylaşınca biraz rahatladım ama. Ohh! İşte yıllardır durum böyle... Bu satırları yazarken çalışma masamın üzerine, tam karşıma koyduğum, pontunu sevdiğim siyah ayakkabılar bugün ayaklarım onların içindeyken başına geleceklerden habersiz, şıkır şıkır durmaktalar. Benim halimi ise sanırım anlatmama gerek yok. Hadi ben şimdi çakma selvi boyumla arz-ı endam etmeye gidiyorum. Ve eve sağlam ayak bileklerimle dönebilmeyi umuyorum. Sevgiyle kalın...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Ayy durun durun şunu demem lazım: '' Bence Jassica Parker'a topuklu ayakkabılarla her türlü zeminde, her türlü hava şartında, her hızda ( koşmakta dahil ) yürüyebilme ödülü verilmeli. Geçen izlediğim bir filminde arnavut kaldırım taş döşenmiş sokakta koşuyordu hatun ya. Ama yok püf nokta insan gibi yapabilmek! Bunu da dedim kuş kondurdum. Hadi eyvallah.

26 Mart 2012 Pazartesi

Annem gene haklı çıktı!



 ‘’ Yap – koştur sen, sonunda madalyanı takarlar oturursun öylece.’’ der annem. Her zaman olduğu gibi bir kez daha haklı çıktı. Ve ben kucağımda; sözümü tutabilmek, yetişebilmek, geç kalmamak, yalnız bırakmamak, paylaşabilmek uğruna, kâh iki ayağım bir pabuçta, kâh iki elim kanda, en önemlisi her seferinde kendimi bir kenara koyarak yapmış olduğum özveri ya da adı her neyse fedakârlıklarla kalakaldım. Ki o anlarda zaman zaman yaşadığım gerginlik-sinir-stres ise cabası.

    Eminim sizlerde günün, zamanın birinde sormuşsunuzdur karşınızdakine: ‘’ Hiç mi hatırım yok.’’ diye. Ben bir kez daha aldım cevabımı ve galiba bu sorunun tek bir cevabı var: ‘’ Yok! Yok kardeşim. O, o zamandı, yapmasaydın ( gelmeseydin - söylemeseydin - taşımasaydın vb.). Zorla yap diyen mi oldu.’’ İşte cevap bu.

   Bizim gibilere halk arasında ‘’ enayi ’’, durumumuza ise ‘’ Aptallığına doymayan, doyamayan.’’ denir.

   İşte böyle benim bir madalyam daha oldu. Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır demişti Sertuğ Abi ama bu kadar çok olacaklarını söylememişti. Hayat tecrübesi edinene kadar bu dünyadan göçüp gideriz valla. Demek ki; ‘’ Başkalarının hayatından ders alın; çünkü insan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşayamıyor. ’’ diye boşuna dememişler. Haftaya süper bir giriş oldu. Ardından gelecek diğer günler için umudum zirve yapmış durumdan. Bakalım bahtıma daha neler çıkacak? Eee artık ne diyelim '' Züğürtün müğürtün olsun ama sağlık olsun. Gerisi koy ver olsun.Sizlerin havası güzel olsun' '

 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

23 Mart 2012 Cuma

barışalım artık!

  

Nasıl oldu? Ben ne yaptım sana ki bu kadar darıldın bana? Beraber geçirdiğimiz bunca yıldan sonra hala anlamadın mı, ben sensiz yapamam. Dolaşıp dolaşıp gene sana dönüyorum. Sonu gelmez zevkin gerçekten sonunun olmadığını, bedelinin ağır olduğunu bir kez daha anladım. Ki otuz yedi yıllık tecrübe yetmedi, yetmemiş. Üç hafta oldu. Tam üç haftadır üzerine titriyorum. Koştur koştur işten dönüyorum. Hem de nasıl yorgun bir bilsen. Bir türlü gitmek bilmeyen kış? Diğer yanda yılmadan, aradan dereden sıyrılıp ‘’ cööö’’ diyen bahar. Çarptı mı, çarpacak mı belli değil. Anlayacağın depresif halimle bahar çarpmışlığım içimde bir kavga ki sorma gitsin. İşte bu haller içindeyken, işten dönmüş yorgunken, sofra kurulmuş beni bekliyorken ben ne yapıyorum? Üzerimi değiştirip geliyorum yanına. İlk yirmi beş dakika her şey yolunda gibi. Sonra soluk aldığım yer, yer değiştirmeye başlıyor, dilim dışarı çıkıyor, gözüm zaman göstergesinde kilitleniyor, aklım sofradan yanıma gelemiyor... Peki ya sen ne yapıyorsun?  Sesini yükseltiyorsun. Adeta yüzüme yüzüme ‘’ Seni hain! Dur bu kadar kolay değil. Aylardır yüzüme bakmıyorsun. Ödeteceğim bedelini.’’ diye haykırıyorsun. Aslında dile gelip, söylesen senin için de benim için de daha kolay olacak. Rahatlayacaksın. Bak ben dile geliyor, itiraf ediyorum. Çok pişmanım. Keşke olmasaydı bu ayrılık. Söz vermeye korkuyorum, bir kez daha sözümü tutamamaktan korktuğumdan ötürü. Ama şunun sözünü veriyorum. Bir daha üzerine katlanan çamaşırların koymayacağım. Arada muhakkak yanına gelip halini hatırını soracağım koşu bandım. Ayrıca ben yürürken Oğuz’un sana yapmış olduğu tüm işkenceye, dimdik ayakta kalmak için motorunun son damlasına kadar savaştığın için sana minnettar olduğumu da söylemeden edemeyeceğim. Şu ölümlü dünyada bugün var, yarın yokuz, yetmedi mi bu dargınlık koşu bandı? Hadi yolladığım zeytin dalını kabul et de barışalım. Ne dersin?

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Mart 2012 Çarşamba

Duyduk duymadık demeyin!

  


  Duyduk duymadık demeyin!


  Duyanlar duymayanlara söylesinler!


   Hani şu milli çizgi filmimiz ''Pepee'' var ya... İşte o çizgi filmin sinema filmi çıkacakmış. Hem de üç boyutlu. Tek boyutlusuna tahammül edemeyen benim ve benim gibiler için nasıl önemli bir haber değil mi? Şükür ki Oğuz seyretmeyi bırakalı uzun zaman oldu.

   Bu arada öğrendim ki; '' Pepe'' Anadolu’da konuşma zorluğu çeken kişiler için kullanılır, Pepe Ali - Pepe Mehmet denilirmiş. Karakterin yaratıcısı Ayşe Hanım ve ekibi lakabın sonuna bir -e daha ekleyerek '' Pepee '' adını bulmuşlar. Bakın aklıma ne geldi;  çizgi filmi ekranda görür görmez can havliyle, kanalı değiştirebilmek için kumandayı bulana kadar dilimin tutulması bundan olamaz mı? Sesini duyduğumda '' Pepe '' olup kalakalıyorum. Hele o halay çekişleri, türkü söyleyişleri falan yok mu; tüm kültürel geçmişimizden soğuyorum.

   Desenize keşke yalnızca çizgi filmler karşısında pepe olup, konuşmakta zorlansak!  Gerçi biz bu evreyi atlatmışız. Ki şimdi Yüce Google a sordum biz ‘’Demans ‘’ olmuşuz. Demans belirtileri nedir? ( miş )

1) Unutkanlık: demanslı kişiler esas olarak yakın zamanda gerçekleşen olayları, biraz önce ne söylendiğini, ne yapmak üzere olduklarını unuturlar.

2) Oryantasyon sorunları: demanslı bir kişi kolaylıkla yolunu kaybeder.

3) Plan yapma ve ileriyi düşünme zorluğu.

4) Düşünme bozuklukları: demanslı kişiler konuşma güçlükleri ve hesap yapma güçlükleri yaşarlar.  

5) Değişen karakter özellikleri: davranış bozuklukları görülür. Demanslı kişiler ajitedir, çoğu zaman geceleri huzursuz, bazen kuşkucu ya da saldırgandır.

Sizce de belirtilerin çoğunu taşımıyor muyuz toplumca?


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

9 Mart 2012 Cuma

TEMBELLİK HAKKI

Onları görür görmez tanıdım.

Benim eski hastalığıma tutul­muşlardı.

Bir tüberkülozlu bir diğerini nasıl öksürüğünden tanırsa, ben de onları cep telefonlarının sesinden teşhis ettim. Bacaklarında uzun şort, başların­da hasır şapka, ayaklarında şıpıdık terlik, ellerinde cep telefonuyla geldikleri kum­salın her köşesinde cırcır böcekleri gibi arsız ötüp duruyorlardı. "Cırrr" sesini du­yar duymaz telaşla fırlayıp avuçlarındaki kumları silkeliyor, sonra da yüzlerini deni­ze verip koca göbeklerini ovuştura ovuş­tura uzun uzun konuşuyorlardı. Ardından telefonu eşler devralıyor, arada çocuklarını çağırıp "Gel yavrum anneannen bayra­mını kutlayacak." davetiyle emaneti aile­nin en küçüğüne devrediyorlardı.

Büroyu tatil etmemiş, sırtlayıp getir­mişlerdi adeta...

Evlerinde internet bağlantılı dizüstü bilgisayarları, bütün kanalları çeken uy­du antenleri, "ne olur ne olmaz" diye yanlarına aldıkları takım elbiseleri de ol­duğundan emindim.

Emindim; çünkü bir süre öncesine ka­dar ben de onlardan biriydim.

En güzel tatil sabahlarına, günün gaze­telerini alabileceğim bir bayi aramakla başlar, bulamazsam konu komşuya sırnaşırdım.

İşkoliktim. Çalışmadığım her dakika kendimi kötü hissediyordum. Denize dalsam yazı konusu çıkarıyor, bir müze gezsem belgesel kokusu alıyor, kumsal­da güzel bir kadın görsem tv kadrajına oturtmaya çalışıyordum. Kulağım her daim telefondaydı. Diz üstü bilgisayarım şımarık bir çocuk gibi dizimden inmezdi.

Geceleri insanlar sahilleri gezerdi, ben TV kanallarını...

* * *


Sonra tedavi oldum.

"Tembel hakları evrensel beyanname­sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te­mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.

Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.

O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır­mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya­nıtlamak...

Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu.

Orhan Veli'yi evkaftaki memuriyetin­den eden havalarla iyileştim.

Bir nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali?" sorularıyla memleketi ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olma­nın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip bahar­la kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim. Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.

İşte bunu öğrendiğim için tatilde eski hastalığımın pençesinde can çekişenleri görünce yanlarına gitmek, cep telefonlarını anteninden tuttuğum gibi denize at­mak ve sonra onları şaşkın bakan gözle­rinden öperek, "Üzülme yavrucuğum" demek istedim, "İyileşeceksin. Gör bak, onlarsız kendini daha iyi hissedeceksin."

* * *


Yazıya, tembellerce "Düzeltilmiş" bir La Fontaine masalıyla son verelim:

Karınca yine deli gibi çalışmış o yaz; dere tepe gezip kış için yiyecek depolamış. Ağustos böceği ise yine dalgasını geçip şarkılar söyleyerek çiçek çiçek ge­zip eğlenceye vurmuş kendini... Sonra kış gelmiş. Karınca tam biriktirdiklerini yemeye koyulmuş ki kapı çalmış: İki dir­hem bir çekirdek Ağustos böceği... ba­şında şapka, elinde bavul... "Hayrola" di­ye sormuş karınca... "Paris'e tatile gidi­yorum, bir isteğin var mı?" diye sormuş bizimki... Karınca öfkeyle, 'Tek bir ricam var" demiş, "Söyle o La Fontaine denen madrabaza, bir daha öyle poposundan masal uydurmasın..."

CAN DÜNDAR

4 Mart 2012 Pazar

KUMBARAYA ATILAN BİR GÜN DAHA



   Dün hava puslu. Bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur. Penceremin perdesini açıp oturdum masamın başına. Yağan yağmurun davetini kabul ettim. O anlattı ben dinledim. Duyduklarımı yazdım masada duran kâğıda. Bir adam gitti. Ardından ağladı kadın. Pişman oldu adam ama dönemedi. Adam dönsün istedi kadın ama –dön- diyemedi. İşte kadın ve adamı yağmur anlatıyor ben yazıyorken Erdo eve geldi. Dilinin ucunda anlatmak istediği bir dünya kalabalıkla beraber. Baktık ki konuşarak dağılmayacak kalabalık biz de yola vuralım kendimizi dedik. Dedik ki; asfalt ağlasın. ( İnanın anlamı hakkında net bilgim yok. )

   Yol boyunca Microsoft’un işe alacağı adaylara mülakatlarda sorduğu soruları okudum. Okuduktan sonra çözümü için kendimi yormamın anlamsız olduğuna karar verdim. Ve kesinlikle kafa yormadan direk cevaplarını okudum. İlk iki soruda eğlendik. Beşinciye geldiğimizde ise ‘’ Ya allah aşkına Özgür kafam yerinde değil zaten. Boş ver gitsin şu paradoks gibi soruları. Ben olmuşum paradoksun babası zaten.’’ dedi. Oysa kendimi geri zekâlı hissetmeme sebep olan bu faaliyeti yaparken tek amacım onun kafasını dağıtmasına yardımcı olabilmekti. Kişiye özel çözümler yetersiz... Anlayacağınız gene elimde patladı.

   Neyse tüm bunlar olurken bir yandan şehre gelmiş, balık yemeye karar vermiş, kafayı sokacak mekân arıyoruz. Sağa yanaşalım da yolun diğer tarafındaki yere bi bakalım diyorduk ki; birden kendimizi, yanaştığımız kaldırımın dibindeki balıkçının masalarından birinde buluverdik. Cumartesi akşamı, rezervasyon yok. Buna rağmen yer bulduk, siparişi bekletilmeden - hemen verdik. Nasıl mı? Erdo’dan aldığım cevaptan sonra içime içime fısıldayarak ‘’ Hadi be! Bu da olmadı. En azından keyifli yemek yiyebileceğimiz bir yer bulabilsek.’’ diye dilemiştim. Birileri duymuş olsa gerek diye düşünüyorum. Daha doğrusu, böyle olduğuna inanmak iyi hissettiriyor.

    

   Hisleri bir kenara koyalım. Gelelim mekâna; adı Kavak Balıkçısı. Tertemiz, küçük bir yer. Mezeler harika, servis sakin – hızlı, konuştuğunu duyabiliyor, karşındakini görebiliyorsun. Kızarmış ekmeklerle salataya daldık. Kafalarımızdaki kalabalığımız ise kadehte eriyen buzlarla birlikte dağıldılar. Evlerine gittiler. En azından dün gece için. Balıklara eşlik eden güzel sohbetin üzerine bir de dondurmalı irmik helvası yedik. O da yetmedi balıkçılarda korkulanın aksine makul bir hesap ödedik. Öyle keyiflendim öyle keyiflendim ki; Cuma akşamı düşünme yeteneğimi kaybedercesine gülebilmek beklentisiyle gidip, yarısında hayal kırıklığıyla çıktığımız Tolga Çevik’in son filminin acısını bile unuttum.

      Yemek sonrası Tim Sahnesinde İnce Saz’ı dinlerken ve mest olurken ve sanatın bu şekilde mükemmel icra edilişine tanık olurken gene gelmedi değil aklıma Tolga Çevik. Bir kez daha üzüldüm, sinirlendim, anlayamadım. Bir insanın parasını, adını ‘’ Sen Kimsin ‘’ gibi vasat altı bir projeye nasıl yatırabildiğini üstüne bu projeye inanabildiğini anlayamadım. İnce Saz’a eşlik etmek için sahneye çıkan dansçıları görünce ise unuttum. Abicim, Berrak Yedek adında bir dansçı izledik, inanılmazdı. Hani – beden dili – derler ya bu kadının bedeninin bir dili vardı ki izlemeye doyunulmaz. Yüz mimikleri, eli, koluyla, dans ederek enstrüman çaldı adeta. Solistler Dilek Türkan, Bora Ebeoğlu ise orkestrayla birlikte bir müzik ziyafeti yaşattılar, salonun dolduran izleyicilere.

     İşte böyle, Belgin’de görüp kendime de bir tane aldığım kumbarama bir gün daha attım. İçinde güzel anlar olan bir gün. Geçenlerde Jorge Luis Borges’in ‘’ Anlar ‘’ adlı şiirini paylaştım ya sizlerle. O satırlarda yazdığı gibi;

….

Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.

….

Huzurlarınızdan sevgiyle ayrılıyorken hepinize, hepimize iyi pazarlar diliyorum. Esen kalın. Sevgiyle kalın.

                                     ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

1 Mart 2012 Perşembe

BENİM DURUM PEK PARLAK DEĞİL

 



 

Şayet dünya yuvarlaksa, insanlar nasıl ayakta durabiliyorlar? (MIŞ) 

Dünyadan fırlatılan roketler gökyüzünü aşıp uzaya nasıl ulaşıyorlar? (MIŞ)

 Aşk gerçekten var mı? (MIY MIŞ)

Kuş yumurtaları nasıl dölleniyor? Erkek kuşların penisi var mı? ( Bu soru için Belgin’e sevgilerimi yolluyorum. Ki bi kuşun penisinin derdi kaldıydı. Şükürler olsun o da oldu tam olduk ) 

 Mezuniyette topuklu ayakkabı giyebilir miyim?  

 Sivilcelerim ne zaman geçecek? 

 Bunlar Elif'ten... 

  Bebekler annenin karnında nasıl nesef ( nefes ) alabiliyorlar? (MIŞ)


  Bir insan hayatı boyunca durmadan hıçkırabilir mi? (MİŞ)


  Gözümüzde neden çapak oluyor? (MUŞ) 


  İnsanlar ölünce senin dediğin gibi meleklerle gökyüzüne çıkmıyorlar mezara gömülüyorlar mış! Peki, nasıl toprak oluyorlar?


  Köpekbalıklarının kemikleri yoksa nasıl yüzebiliyorlar? Biliyor musun; balıklar gözlerini hiç kapatmıyorlar mış!


  Ablam neden paylaşmayı bilmiyor? (MUŞ)


   Bunlar Oğuz’dan.


Aslında bunlar son bombalar. Peki, ben ne yaptım. Gidip Tübitak’ın yayınlamış olduğu kitaplardan altı tanesini alıp eve geldim. İcatlar, mucitler, dünya nasıl oluştu, bedenimiz falanda falan. Her konu hakkında kitap var da bir tek annelikle ilgili bir kılavuz yok. O abuk sabuk, con con anne tarifi verilen kitaplardan bahsetmiyorum. Gerçek bir kılavuz! Neyse işte evde okumamı bekleyen kitap azdı ya bir de o gün aldıklarım geldi kondular çalışma masamın üzerine.  Önce elimde bir top ( dünya ), girdim Elif’in odasına. Oğuz’un girmesine izin vermedim tabi. Neden mi? Ben anlatırken gelebilecek yeni sorulardan korktuğum için.  Elif, ben odasından çıkarken ‘’ Teşekkür ederim anne.’’ dedi. Gerçekten anlayıp anlamadığını sorup kurcalamaya hiçççç  niyetim olmadığından '' Rica ederim.'' diyerek hemen ayrıldım yanından. 


   Oğuz’a gelince, anlattığım her şeye verdiği  ‘’ Gerçekten mi anne. Çok ilginçmiş.’’ tepkisi karşısında tutup tutup öpmekten kendimi alamadım.  Mütemadiyen her gece, ezberlediği halde yatak duasını sormak, sonra çişinin geldiğini söylemek, sonra üzerini örtmemi rica etmek  ( en az 2 kere tekrarlanıyor ), sonra başucunda olmasına rağmen su istemek gibi bir dünya bahaneyle yanıma her gelişinde olduğu gibi, içimde şükür nidalarıyla tutup tutup öptüm.

    Peki bu yaşananlar karşısında bana ne demek düşer? Kendim ettim kendim buldum. Sen zamanında az soru sorsun, çabuk sussunlar diye ‘’ Tamam. Anneler her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeyi yapabilir. Konu kapandı.’’ der, kapatırsan çocukların ağzını olacağı bu işte. Ne joker, ne telefon hakkı. Kafalar net sorularla dolup, diller uzayınca kalırsın işte ahanda böyle.  Bir de eğitim sistemini bölük pörçük etmeye çalışıyorlar. Ulan biz okuduk okuduk hala okumaya devam ediyoruz. Arkadan gelen neslin hali ise bu. Çocuklar bu kadar meraklı, akıllı olup, dünya bir tuş uzakta olunca bazı adamlar korktular sanırım. Önce tuşları kilitlediler, şimdi eve kapatmaya çalışıyorlar. İstiyor olmalılar ki yeni bir koyun sürüsü halk daha gelsin, otursun ayacıklarının dibinde. Ama avuçlarını yalarlar. Bu çocuklarda hiç o göz yok. Ne o çocuklar da ne de biz annelerde.

   Gerçi benim durum pek parlak değil arkadaşlar. ( Az önce Belgin’le yazışırken söyledim de güldü bana.) Şu an ekran karşısında oturuyorum. Kulağımda kulaklıklar. Fakat çalan hiçbir şey yok. Takribi iki saattir hiçbir şey çalmıyor. Benim kablonun ucunu, hafızasında kayıtlı müzik olan herhangi başka bir alete sokmayı bırakın, kulaklıkları çıkartmaya bile mecalim yok. Kafamda ki sorular ise:

Makyajımı çıkartmadan yatarsam bişi olur mu? Yatakta değilde şu koltukta uyusam olur mu? Televizyonda yayınlanan ve bana saçma sapan gelen diziyi izleyen bir de üstüne gülenler var mıdır? Canım son bir sigara içmek istiyor! Sabah altı da uyanabilecek miyim? Annemler kararlaştırdığımız saatte gelebilecekler mi? Trafik nasıl olacak acaba?....................................................................................................?

Şu saatte durumum bu. Sizce sabah durumumda değişiklik olacak mı? Bence hayır. Hadi size iyi günler!

                              ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

27 Şubat 2012 Pazartesi

lafını sevdiğimin Shakspeare'i



  Shakspeare demiş ya ‘’ Gözyaşı ile yıkanan yüzden daha temiz bir yüz olamaz.’’ diye. İşte benim ki ak pak oldu.

  Üç haftadır tüm ruhumda çınlayan ‘’ Her şeyin başı sağlık!’’ nidaları… Diğer yanda ''Herkesin derdi kendine büyük'' diye bağırıp duran tarafım... Anne olarak kendimle hesaplaşmalarım, içine ettiğimin iç dünyaları, çocuğumu anlayabilme, ona kendimi anlatabilme çabaları, iş yerindeki çalışanlara laf anlatmaktan vazgeçişlerle dolu günler. Tüm bunlardan sonra bu Pazar akşamında ruhumda çınlayan ‘’ Her şeye evet!’’ diyen sesle beraber, mecalsiz ama umutlu ekran karşısındayım işte. Merhaba!

   Bütün bunlar olur, ben oradan oraya savrulurken araya üç tanede tiyatro oyunu sıkışmasın mı? Ve bir kez daha anladım ki o rahmetli Shakspeare ‘’ Dünya bir oyun sahnesidir.’’ derken çok doğru söylemiş.

   İlk oyun ‘’Şems! Unutma’’ydı. Kerra Hatun, Kerra Hatun'un oğulları Veled ile Alâeddin, Kimya Hatun(Evlatlık),Tavus Hatun üzerine kurulmuş bir hikâye. Yaratılmaya çalışılan mistik ortam ve sahneleme yöntemi, kullanılan şiirsel dille, zaten ağır olan konuyu o kadar yavaşlatmışlar ki; yüz seksen dakika boyunca oyunun bir içinde bir dışında helak oldum. Sahnede ter döken oyuncular gibi boncuk boncuk terlemeye başladığımdaysa artık çok geçti. Çünkü hiç ara verilmedi. Ve sonunda salondan dar çıktım.

   İkinci oyun ‘’ Üçüncü Türden Yakın İlişkiler – Başlangıç ‘’. Bir yazarın sancılı geçen yaratma sürecini anlatan oyunu ise çok beğendik. Sahneleniş şekli, kullanılan müzikler, ekip uyumu, oyunculuklarla ( ki özellikle Doğa Rutkay’ın ‘‘kapitalizmin makineleştirdiği iş insanı’’ figürünü çıkarırken ortaya koyduğu, tekrarlara dayalı mizah anlayışıyla sergilediği performans ayakta alkışlandı ) başarılıydı. Heee bu arada sevgililer günü için yapmış olduğumuz programa bu oyunu dahil ettiğimiz için kendimizi de alkışlamayı ihmal etmedik.

  Üçüncü ve son oyun bu hafta sonu geldi. ‘’ Oğluma Bir Haller Oldu!’’ Oğlunun eşcinsel olduğunu ve erkek arkadaşıyla yaşadığını öğrenen bir babanın hikâyesi anlatılıyordu. Ve bence daha doğrusu oyunu beraber izlediğimiz arkadaşlarımızca o babayı kesinlikle yanlış adam oynuyordu. Kim mi? Cem Özer. Diğer ortak fikrimiz ise oyunu kurtaran tek oyuncunun Paşhan Yılmazel olduğuydu. İkinci perdede kumandayı Şahan almamış olsaydı kesinlikle oyunun sonunu beklemeden salonu terk ederdik. Perde kapanırken ayakta alkışlanan da o oldu zaten.

   Bende ki özet haberler bu kadar. Anladığınız üzere  ( Erdo ve Belgin'i anarak diyorum ki ); bir dönemden daha geçiyorum. Yoksa tozun hangi türü yutulursa yutulsun tiyatro yapmanın deli, cesur işi olduğuna olan inancım hakkında uzun uzun yazmak isterdim. Seyirciyle - tepkisiyle burun buruna  nasıl rol yapılabildiğini kafamın almadığını itiraf etmek isterdim. Oyunculuğun yalnızca doğuştan gelen bir yetenek olabileceğine inandığımı söylemek isterdim. Yerlerde sürünen oyunu, sahneye çıkıp uçuran oyunculara hayran olduğumu belirtmek isterdim. Ama dedim ya; mecalim yok. Son dönemde tek yapabildiğim, sizlerle paylaşmak için yazılar yazmak. Onlar da son ütü için bekliyorlar. ( Rasim'e selam. ) Ama içinden geçtiğim dönem her hangisi ise, yazmak bile geçişimi kolaylaştırmıyor. Ayy neyse  ne işte. Yazıma son verirken küçüklerin gözlerinden, büyüklerin yanaklarından öper, tanıdıklara selam ederim. Yeni haftada işlerimiz rast gitsin, içimiz huzur dolsun.

                                    ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

 

20 Şubat 2012 Pazartesi

KAÇ KİŞİYİZ?


BİN YÜZ BİR İNSAN


Kitabın sorusu: ” Bir bedende kaç kişi yaşıyoruz?”


Şimdi oturup size ”Kitabı okudum. Öyle aydınlandım”, ”Aman böyle kararlar aldım.” falan diyerek uzun uzun yazmayacağım. Zaten bu içe dönüp dönüp bakmalardan helak olduk yıllardır. Bir ”Hiç” miyiz? Neyiz? İşte her ne isek  daha ne kadar sınavımız var bilmiyorum. Bildiğim tek şey çok yorucu bir yolculuk olduğu. Paylaşımımın tek sebebi; hemen hemen tüm kitapçı vitrinlerinde, çok satanlar listelerinde gördüğünüz bu kitap hakkında aklınızda bir iki şey kalmış olmasına aracı olmak. Arka kapağı buradan okumanızı sağlamak. Son yıllarda ki kişisel gelişelim, kendimizi bulalım – tanıyalım, ferrariyi satalım – satmayalım, günde üç öğün şunu yapalım… türlerine yakın olsa da hikâye kurgusunda yazılmış olmasından sebep ben okuyabildim. ( Araya başka bir kitap serpmek zorunda kalmış olsam da bitti.) Zaman zaman kendi kalabalığıyla baş etmekte zorlanan biri olarak… Kitaptan kızım Elif’le telefon mesajı, odasının duvarlarına ufak mesajlar yapıştırmak yoluyla paylaştığım alıntılar bile oldu. Yani ben o kadar aydım o kadar aydım ki ona da yardımcı olayım dedim. Gerçi Elif bir okul dönüşü, yazmış olduğum son telefon mesajının mealini sorunca abartmış olduğumun farkına vararak vazgeçtim o ayrı.


               Özet olarak ” Mutluluğun herhangi bir  formülü falan yok. Ama ara sıra  hatırlatmalar – ipuçları  almanın da bir zararı yok.” Sevgiyle…

                                          ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Göz atmak isteyenler için birkaç alıntı:   

17 Şubat 2012 Cuma

ÇIRILÇIPLAK

Her sabah aynı saatte çalan alarm sesiyle güne açtım gözlerimi. Can yataktan kalkmış tuvalete doğru yönelmişti. Duşta akan suyun sesiyle beraber yataktan kalktım. Sırtımda hissettiğim ürperti hatırlatmaktan usanmıyor geçen günün telafisi olmadığını, kumbaradan harcadığım günlerin giderek azaldığını. Ben ise her defasında o ürpertinin üzerine geçiriveriyorum sabahlığımı ve inatla doğruluyorum karşısında günlerin.

   Mutfağa indim. Demliğin altına su doldurup ocağın üzerine koydum. Buzdolabından beyaz peynir, zeytini çıkarıp servis tabaklarına aldım. Ekmek kızartma makinesini tezgâha yerleştirirken diğer yandan da çayı demledim. Masaya kahvaltılıkların yanına bal ve kaymağı da koyunca hazırdı işte her şey kızarmış ekmek kokusu ve demli çayın fokurtusuna. Günüm açılan mutfak kapısının önünde gözlerini ovuşturan Mert belirince aydınlandı. ‘’ Günaydın anne. ‘’ Ardından kucağıma alıp sardığım küçücük bedenden içime akan huzur, yanağıma konan öpücükle dudaklarımda beliren tebessüm. Mert’i ben kahvaltısını hazırlayana kadar oturma odasında televizyonun karşısında ki mavi koltuğa yerleştirip üzerine polar battaniyeyi sardım.

   Can gelişini haber veren parfüm kokusunun ardından aşağı indiğinde ben Mert’in kahvaltısını yedirmeye başlamıştım. Mutfağa döndüğümde bitmiş olan kahvaltı faslının sonunda bir bardak çayda eşlik ettim Can’a. Sabah haberlerini izlediği televizyon ekranından gözlerini ayırmadan ‘’Bu gün ne yapacaksın?’’ Diye sordu. İşe gidecek olduğumu bildiği halde her sabah yalnızca bir şey söylemiş olmak için sorduğu malum soru. Ben ise usanmadan, her defasında içini gereksiz ayrıntılarla doldurup cevaplamaktan vazgeçmiyorum. Arayacağım kişilere, planlanmış bir toplantım var ise onun saat bilgisine, eve gelirken alacaklarımın listesine varana kadar anlatıyorum. Aramızda geçen daha doğrusu sesli olarak yapılan alışverişimiz devam etsin diye. Bu sabah anlatmadım hiçbirini. Mutsuz, çıkmazlara girmiş bir ilişki falan değil bizimki aslında. Beraberliğimizde geçen on dört yılı düşününce araya giren küslükler, değişen kişilik ve beğenilerimiz, inip çıkan tansiyona rağmen paylaşmaktan, beraber yapmaktan zevk aldığımız şeyler oldukça fazla. Sosyal hayatımız, dostluklarımız, kurmuş olduğumuz düzen içinde örnek denilebilinecek bir çiftiz aslında. Ama... Şu ‘’ama’’ ile başlayan cümleler hiç hayırlı olmaz değil mi? Ama içimde kaybetmiş olmaktan endişe duyduğum ki aynı şeyi Can’da hissediyor olabilir: Kadın ya da erkek olarak yaşadığını hissedebilme isteği kafamda bir yerlerde dolanıp duruyor. Beğenilme - beğenme, arzulama – arzulanma, damarlarımda akan kanın delirmesi isteği hep var. Kim bilir belki de tatminsiz biriyim. Son bir hafta için söyleyebileceğim ise bencilce, çok kadınca, insanca bir heyecan yaşıyor olduğum, o kadar.

  ‘’ Bu akşam geç gelebilirim. Anlaşmanın imzaları atıldıktan sonra ufak bir kutlama partisi planlıyorum.’’

   Ekrandan kayan gözler gözlerimdeler işte.

  ‘’ Merak etme. Ben Gül ile konuştum. Bu gece bizde kalacak. Sorun yok.’’

    O sırada kapanan sokak kapısı sesinin ardından Gül’ün sesi duyuldu. Kafasını uzatıp bize günaydın dedikten sonra Mert ile beraber yukarıya çıktılar. Bunu Can ile aramızdaki konuşmanın ayrıntılara dökülmesini önleyecek fırsat bilerek

   ‘’ Gün içinde telefonlaşırız, tamam mı? ’’ diyerek ben de arkalarından gittim. Beş dakika kadar sonra Can ‘’ Ben çıkıyorum. Konuşuruz.’’ Diye seslendi. Ardından oğlumun dişlerini fırçalaması, giyinmesiyle yaşanan telaş ve çalan servis kornasıyla o da çıktı evden.

   Elimde bir fincan çayla soluklanmak için yatak odamızda ki balkonun kapısını açtım. Kalabalık ve kalabalılığımla geçireceğim güne hazırlık anım. Duştan sonra tüm vücudumu özenle kremlendim. Makyajımı tamamlayıp gardırobun önünde kararsızlıkla dikildim. - Ne giyeceğim? - Dördüncü denemeden sonra her defasında olduğu gibi bu kez de siyah elbise. Yüreğimin köşeciğinde saklanmış, ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da bir yanımla içinde boğulup yok olmak istediğim heyecan ile beraber arabadayım. Sebebi Darrel’ı görecek olmam.

                                                                                         ***

 

      Ofiste mesai başlayalı yaklaşık bir saat olmuştu. Bilgisayar ekranları, çalan telefonlar, fotokopi makinesinin sesi, kâğıt hışırtıları arasında benzer sabah seremonilerini yaşamış onaltı insan. Tebessüm ve yarım ağız günaydınların arasından odama geçtim. Henüz oturdum ki Nihal elinde ajandasıyla girdi odaya. Günlük akışın üzerinden geçti. Bir haftadır süren görüşmelerin son ayağı olacak olan toplantıyla ilgili hazırlıkları gözden geçirmek için Hakan’ı da çağırdım. Dünyanın birçok ülkesinde mağazalar zinciri olan markanın örme işlerini alabilmek için aylardır uğraşıyorduk. Bağlantıyı Fransa’da ki aracılarımız John’la Rachel sağlamış ve gerçekten çok uğraşmışlardı. Bir haftadır ise firma adına resmi prosedürlerin tamamlanması için beş yetkili ile İstanbul’daydılar. Darrel tasarım ekibinin başındaydı. Ve çok hoş genç bir adamdı.

   Dalgalı kumral saçları, dolgun dudakları, yapılı – dik duruşlu endamı, en çokta konuşurken gökyüzünde uçan kuşları hatırlatırcasına kullandığı uzun parmaklı elleri. Kendimi söylediklerini duyamaz, onu izlemeye dalmış yakaladığım anlar çok olmuştu toplantılarda.

   Kararlaştırmış olduğumuz üzere saat 14.00’ de ofisimizdeki toplantı odasındaydık. Sözleşmedi ki maddelerin üzerinden ayrıntılarıyla tek tek geçtik. Saat 17.00 olduğunda açılan şampanya eşliğinde kutlama başlamıştı. Herkes kapıda bekleyen arabalara binmek üzere şirketten çıkarken odama geçip Can’ı arayarak gece otelde kalma ihtimalimin yüksek olduğunu söyledim. Ses tonundaki düşüşten hissedilen memnuniyetsizliğini kelimelere dökmedi. Sebebi ise sanırım bu anlaşmanın şirket için ne kadar önemli oluşunu anlamış olmasının yanında bana karşı duyduğu saygıydı. Daha sonra Mert’e de iyi geceler dileyip yarın okul çıkışında onu alacağıma söz vererek kapattım telefonu. Son olarak oteli arayarak adıma rezervasyon yaptırdım. Dekorasyonuna hâkim, yatak başı ve döşemeliklerde kullanılmış turkuaz tonu o gece görmeyeceğim, her zaman kaldığımız Swissotelin 106 numaralı odası için.

    Sahil yolundan yemek yiyeceğimiz otele doğru yol alırken Darrel benim arabamdaydı.  – En son ne zaman bu kadar heyecanlanmıştım? – Yol boyunca önünden geçtiğimiz yerler, bundan sonra ki gelişlerinde yapabileceklerimiz hakkında konuştuk durduk. Tabi benim yalnızca konuşuyor olan kısmım bunlarla ilgiliydi. Duyuyor olduğum heyecanın kanatlarına binmiş dolaşıyor olan tarafım gökyüzündeydi adeta. Gömleğinin yakasından gözüken köprücük kemikleri nasıl bu kadar dokunulası, uzun boynu nasıl bu kadar öpülesi olabilir, teninden yayılan koku nasıl unutturabilirdi beni bana?

    İşte ben bu haller içindeyken nihayet otelin önündeydik. Diğerleri bizden önce gelmiş ve rezervasyon yaptırmış olduğumuz üzere on dördüncü katta bulunan restorana çıkmışlardı. Çok kereler yemek yediğim bir yerdi Gaja. Göz kamaştıran Boğaz manzarası, ünlü şeflerin elinden çıkan eşsiz lezzetleri, dünyanın en ünlü şaraplarını bulabildiğiniz kavıyla mükemmeldi. Ve o geceyi yaşadıktan sonra diyebilirim ki – Kesinlikle o gece içindi. - Darrel ile birlikte restoranın kapısında şefin yanımıza gelişine kadar geçen süreden itibaren romantik bir aşk filminin içindeydim artık. Mert, Can, evli oluşum, yaşım hiç ama hiçbir şey yoktu. Kapıda o gecelik vedalaşmıştım hepsiyle. Kararımı vermiştim. Korku ve endişede izin verircesine önümden çekilmişlerdi. Tek istediğim ana, arzuma teslim olmaktı. Suyun akışına bırakmıştım kendimi. Masada oturan kimsenin içinde olmadığı, başrolünde benim olduğum masalsı bir gece yaşıyordum.   

     Tasarım dünyasında yaşananlar, ülkelerin gümrük politikaları, ülkeler arası ilişkilerin bu endüstriye yansımaları derken içilen içkilerinde etkisiyle konular yavaş yavaş arkadaş sohbeti havasına büründü. Son kadehlerden sonra yardımcılarım evlerine, misafirlerimizden ikisi dışında diğerleri ise odalarına gitmek üzere yanımızdan ayrıldılar. Geri kalan biz dört kişi bar katına indik. Saat üçe kadar süren canlı caz performansı eşliğinde devam etti gece. İçki servisi sırasında birbirine tesadüfen değen ellerimiz, çarpışan ayaklarımız, kaçamak bakışmalarımız, söylemek istediğimiz her şeyi söylüyor gibiydiler. Masalıma o da katılmıştı. O gece için sessiz bir anlaşma imzaladık. Müzik bitti. Artık yalnızdık. Bize servis yapan garson, aldığı bahşişten memnun ayrılırken yanımızdan biz de bardan çıktık.

   Asansöre beraber bindik. Hiç konuşmuyorduk. Ne dilimde tek bir cümle, ne de kafamda tek bir düşünce vardı. Geçmişimdeki hayal - hayal kırıklıklarım, hatalarım, yeminlerim, beklentilerimden haberi yoktu. Yalnızca ben vardım. Üzerime yapışıp kalan onca şeyden, onca kimlikten sıyrılmış olmanın özgürlüğünü hissediyordum. Kata gelince asansörün kapısı açıldı. Elini uzattı. Bakışlarım gözlerine kilitlendi ve tutuverdim elini. Bir genç kızın edalı hali vardı üzerimde. Kartın dokunuşuyla açılan odanın kapısı... Odayı aydınlatan abajur ışığının ardında muhteşem boğaz manzarası hoş geldin dercesine karşımdaydı. Elimi bırakmamışken ışıl ışıl şehir tanığımdı. Usulca yatağa oturduk. Yan yana. Bedeninden yayılan koku ve sıcaklık sardı bedenimi. Boynuma değen dudakları bir süre öylece kaldı. Derin derin içine çekti sanki beni. Gözlerimi kapattım. Midemde hissettiğim şey gözyaşlarımla çıkmak istiyordu. Henüz on iki yaşımda ilk öpücüğümde de aynı şeyi hissettiğimi hatırlayıp gülümsedim. Yanağıma dayadığı yüzüyle çok uzaklara, daha önce gitmediğim kadar uzaklara gittim. Hangisinin gerçek olduğunu anlayamadığım iki zaman vardı sanki. O an mıydı gerçek olan? O andı bu gecelik gerçek olmasını istediğim.

   Fermuarını açmasıyla üzerimden sıyrıldı elbisem. Gözlerine kitlenmiş gözlerimle karşısındaydım. Bedenimle ruhumla çırılçıplaktım. Dokunuşu, soluğu telaşsız, şefkat doluydu. Tenimde dolaşan elleriyle biraz daha soyundum. Belki de ilk kez o kadar çıplak kalmıştım. Onu arzulamakla aramda hiçbir şey yoktu. Sarılışlarının rengi beyaz, duygusu huzur, kokusu deniz… Tüğ gibi hafif, yumuşacık. Taşıması, tadına varması kolay. Kendimi güzel, bir o kadar incitilmez hissediyordum. Adeta bedenim değil de ruhumdu okşanan, tazelenen. Gözlerimi açmaktan bile korkar halde kana kana içtim saatleri. Terleyen vücutlarımızla tadı dilimde, kokusu burnumdayken mahrem sırlarım vardı. Sonra pufff. Gizler çözülüverdi. Kasıklarımdan başlayıp tüm vücudumu saran sıcaklık, hızına yetişemediğim kalp atışlarım, kulaklarımdaki çınlama, bedenimden yükselen neredeyse dokuna bilinecek kadar yoğun enerji ve bahçemde açan çiçekler: Rengârenkler.  Anın içinde donup kaldık. Yan yana uzandık yatakta.  Soluksuz kalışımızın gürültüsü, düşüncelerimin sessizliğine inat.

    Sarındığım beyaz bornozla banyodan çıktığımda o elinde kadehle boğaza karşı oturuyordu. Sehpanın üzerinden duran, benim için hazırlamış olduğu diğer kadehi alıp yanına oturdum. İçinde uzun süre oturduğumuz sessizliği bozan ben oldum.

   ‘’Ben seni ne zaman çağırdım. Ne zaman diledim. Kendimi, yaşadığımı hatırlatacak bu gece için nereden geldin. Kim yolladı seni buraya bilmiyorum. Hangi güç, ihtimal, döngüyse ona minnet doluyum. ‘’dedim. Bana doğru döndü;  

   ‘’Asansöre binerken bu gecenin ikimiz içinde unutulmaz olmasını dilemiştim.  Anlaşılan o ki sen gerçekten unutulmaz, bu gece ise tebessümle hatırlayacağım hatıran olarak kalacak. Bilmeni istiyorum böyle olduğu için duyduğumuz minnet ortak.’’ Dedi ve yerinden kalkıp dudaklarıma bir öpücük kondurdu.

                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

14 Şubat 2012 Salı

Vur patlasın çal oynasın



    ‘’ Seni seviyorum.’’ Yalnızca sevgi… İnsanları rahat bırakalım da bugün içi doluymuş, boşmuş demeden sevgi konuşsun, sevgi düşünsünler. Sevgilisiz geçen günlerinde sevgilisi olanlara gıcık olup kıskansınlar. Uzakta olan âşıklar bugün bir başka buruk olsunlar. İki kişiyi idare etmeye çalışanlar girecek delik arasınlar. Dargınlığı tesadüfen bu güne denk gelenler vahlansınlar. Yıllar sonra bile sevgili yerine konulmak isteyen evliler hediye beklesinler. Daha ne olacaksa olsun ama içinde yalnızca ‘’Sevgi’’ olsun. Aşktan olsun.

   Her sabah güne yeni bir tutuklanmayla uyandığımız, depremlerin olduğu, kadınların öldürüldüğü, çocukların tecavüze uğradığı günlerin sonunda bile dizileri konuşan bir toplum olmuşken… Geçen twitter da yazdığı gibi ‘’ Bilgisayar önce masa üstüne sonra dizüstüne şimdi cebimize girmiş ve birkaç yıla kalmaz neremize girecek bilmiyorken…’’ bırakalım da bugün sevgi konuşulsun, ‘’ Seni Seviyorum.’’ Densin. Kapitalist düzen deyip duruyoruz ya ‘’ Ulan her bir şeyi uğranı verdik, vermeye değer bulduk da bugün hediye almak mı bozacak bizleri. ‘’ Bir sap çiçekmiş, pırlantalarmış boş verin. Birbirleriyle konuşmayı unutmuş, yazmadan anlamayan anlatamayanların telefon mesajı yazan parmaklar bugün yalnızca sevgi sözcükleri için dokunsun tuşlara yahu.

    Nefes aldığımıza, adım attığımıza pişman hale getirilen bizler bunu bile çok görür olduk kendimize.

    Dünyanın çok büyük bir çoğunluğu M.Ö. dördüncü yüzyılda, AŞK sebebiyle iyi savaşmadıkları gerekçesiyle imparator tarafından evlenmelerinin yasaklanmış olduğu çiftleri evlendirmeye devam eden rahip St. Valentine’nin asılmış olduğu gün olduğunu bile umursamadan kutluyor sevgililer gününü. E biz ne yapacağız? Ruhuna Fatiha mı okuyacağız… Bokunu çıkarana kadar kutlansın bence. ( Akşam haberleri izlerken ‘’ Yuh ama bu kadarda olmaz.’’ Diyorken bulmam kendimi inşallah.)

    Bunları yazdığım şu sırada ocağın üzerine bir yandan çayı koymuş, diğer yandan haşlanmış yumurtaları ayıklamış, kahvaltı sofrasını hazırlamış olmam, bugün spora başlıyor oluşum, Erdo’nun tek kelime demeden işe gitmiş oluşu, sevgili yerine konulmak gibi bir beklentimin olmayışı, ama bir yanımla deliler gibi sevgili olmak isteyişim, hiçbirisi düşüncelerimi değiştirmiyor inanın. Vur patlasın çal oynasın.

    Herkes nasıl kutluyor, ne alıyor, nereye gidiyorsa gitsin ama yalnızca SEVGİ olsun. Sevgililer günü kutlu olsun. Bir de Özge’nin doğum günü kutlu olsun. İyi ki doğdun şekerim.

 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

11 Şubat 2012 Cumartesi

BEN DEMİŞTİM

 

 



 

   Yaz tatilimizin huzur dolu sabahında elime gazeteleri almışım. Bir keyif bir keyif. Yanımda ki sehpanın üzerinde bol köpüklü – şekersiz kahvem. Karşımda Erdo. Çocuklar henüz uyanmamışlar. Nasıl ama?

   Gazeteyi aldım elime. Başladım huşu içinde sayfaları çevirmeye. Takdir edersiniz tatil modunda olduğumdan manşetleri atlayarak direk daldım magazin eklerine. Derken, okuduktan sonra hazmı benim için zor olan gazetecilerden birinin Sertap Erener’le yapmış olduğu röportajı gördüm. Daha doğrusu asıl dikkatimi çeken Sertap’ın fotoğraflarıydı. Röportajın sonlarına doğru gazeteci hanım soruyor:

   - Ve gelelim “Sertab çok güzelleşti” konusuna. Ne yaptın da bu kadar gençleştin, güzelleştin? ‘’ diye.

     Sonra Sertap diyor ki;

   - Kendime çok iyi bakıyorum. Dışarıdan hiçbir şey işe yaramıyor; ne krem, ne botoks ne de estetik müdahale. Her şey içeriden iyileşiyor. Ben bunu buldum. İçin iyileştikçe, bu dışarıya cildin, bakışın, duruşun olarak yansıyor. Güzelleşiyorsun. Tabii cildime gereken önemi de gösteriyorum.

   Geçenlerde de kuaförde Oğuz’un saçları kesiliyorken koltuğa oturmuş bekliyorum. Beklerken  duvarda asılı, müzik yayını yapan bir kanala ayarlı olan televizyona bakıyorum. Ve ekranda bir an da Sertap Erener’in videosunu dönmeye başlamasın mı? Aman Tanrım! Bir denge, bir arınma akıyor gene hatunun yüzünden inanamazsınız. Videoda oynayan arkadaşım Gamze’nin duru güzelliğinin gerçekten Tanrı vergisi olduğunu bildiğimden olsa gerek şaşkınlığım zirve yaptı… O an da   - Yok artık.–  diye geçirirken aklımdan Oğuz’un elinden tuttuğum gibi, her yanı aynalarla kaplı mekândan kaçarcasına çıktım. Çıkmayayım da ne yapayım?

   Yani arkadaşlar Sertap Erener son yıllarda geçirmiş olduğu değişimi iç dünyasındaki denge ve arınmaya borçluymuş. Ağzımızın burnun yer değişmesini sağlayabilecek olan denge, arınma sınırı nedir acaba? Tatil süresincede düşünüp durmuştum. – Yarabbi dengesiz olduğumdan mı bu haldeyim acaba?- Diye. O gün bu gündür de pek bi değişiklikte yok. Hatta son zamanlarda manşetleri okuyup, haber dinledikçe gittikçe bozulan dengemi göz önünde bulundurursak, tahmin edin ne haldeyim. 

     He röportajda dediğine göre bir de sevgilisi ile tam beş yıldır hiç kavga etmemişler.  Ben gerçekten ne dengesiz kadınım yarabbi. Sertap’la kıyaslarsam gerçekten çok dengesizim. Bir de arınamamış. Ama ben size söylemiştim: ” Benim daha çok çokkkk yolum var. ” diye. Melekler  'i hatırlayanınız vardır.

    Ayy gene süperim cuma cuma… Neyse anacığım herkes birbirini yok etmek, öldürmek, suçlamak, yalanlamak istiyorken bizim dengemiz yerinde olsa ne yazar.

    Bütün bunlara rağmen kardeşimin dediği gibi bende  ‘’ Dünya dönüyor.’’ Diyor ve herkese, hepimize mutlu hafta sonu dileyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

    Hoşça – sevgiyle kalın. Siz gene de dengenize dikkat edin, ne olur, ne olmaz!

     NOTUN DİBİ: Eklemeliyim ki; bunlar Sertap Erener'in muhteşem sesi, yorumu, başarıları, şaşmaz çizgisine duymuş olduğum saygı ve hayranlığı asla sarsamaz. Bakış açım tamamen kadınsal dürtülerin yörüngesindedir. Aslında sanane kadının değişiminden, güzelliğinden, değil mi? Ama yok hemcinsleriyle biz kadınlar kadar uğraşan başka bir tür var mı? Ben bu aralar ne kadar çok soru sorar oldum. ( içimden son cümleye ''DEĞİL Mİ?'' eklemek geldi ama tuttum kendimi. Yok tutamamışım.)

                               ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

9 Şubat 2012 Perşembe

DÜNYA MI YANIYOR







    Uykusuz geçen bir gecenin sabahından '' Günaydın ''

   Sabah işe gitmek için yola çıktığımda neler vardı aklımda yazacak, geceden kalma. Saat kaça kadardı bilmiyorum oturup Okan Bayülgen'in '' Çıplak Kral '' adlı programını izledim. Konuklar çıktıkça azar azar yok oldum, ümitsizliğim umutsuzluk oldu, pustum.  İlk konuk Ece Temelkuran’dı. O anlattıkça; - Bu ülkede ne olacak halimiz? O bile bu kadar yalnız, umutsuz kaldıysa biz ne olacağız? Daha ne kadar susup izleyeceğiz? Konuşan, konuşacakların hepsi ya öldü (?), ya hapiste, ya vazgeçti, ya da herkes umudunu yitirdi. İsyanımın kelimeleri Neyzen’in mısralarında  ( NEYZEN )…

   Ece Temelkuran’ın ardından Emrah Karaca ( Cem Karaca’nın oğlu ) ve Cahit Berkay konuşmaya başladılar. Ekranda Cem Karaca, Barış Manço beraber şarkı söylüyorlar. Ben ekran karşısında biraz daha sahipsiz! Kim kaldı yahu kim? Ve facebook durum raporuma yazdım ki:

'' ‎"Kral çıplak" diyebilecek kadar cesur insanların yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Daha doğrusu, söyledikten sonra özgür olabilecekleri bir ülke.’’ Hemen arkasından yıllardır hep böyle mücadelelerin içinde olduğunu bildiğim Şule Abla yazdı ki:

‘’ İnsanların artık canından endişe duyduğu bir ülke de yaşıyor olmak ve ''kral çıplak ‘’ diyememek insanın canını çok yakıyor! Keşke siz bu günleri yaşamasaydınız. Sizlere bu günleri yaşatmamak için inan ki çok çabalar harcadık… Hala da harcamaktayız ama bazen yolun sonuna geldiğimizi düşünüyorum… Ve bunu kendime bile itiraf etmekten korkuyorum.’’ 

   Demek yalnız değiliz ama neredeyiz. Nasıl bu kadar uyuşturulduk? Hafızamızı kaybettik, çaldılar? Nasıl bu kadar ayrı düştük, düşürüldük? Çok soru olduğunun farkındayım. Çok yakın zaman önce, yaşanan değişikliğin farkına acı bir şekilde tanık olunca daha doğrusu hep karşısında olduğum, dâhili olmamak için kendimce çok mücadele verdiğim şey hakkında yargılanınca böyle oldum. Gerçekten birbirimize baktığımızda neler görüyoruz bilemiyorum. Kimseye bakmamak mı çözüm? Bakın yeni bir soru daha.

  İşte böyle; uykudan önce depreşen, uykudan sonra hala benimle olan birçok soruyla yaşıyorum. Derken iş yerime gidip oraların kayak yapılabilinecek hale gelmiş olduğunu gördükten sonra arabadan inmeden tekrar yola koyulup geri dönüyordum, radyoda yukarıdaki parça çalmaya başladı. - Sözler ne alaka – diyenleriniz çıkabilir. Ama kimin umurunda arkadaşım. Melodiyle beraber sorular dinlenmeye çekildiler. Oh be! Böyle yaşanmaz arkadaşım. Valla en azından ben yaşayamam. Kafayı zaten zor yettirtiyorum. Bir zaman önce blog arkadaşım EBRU başka bir blog da yazılan yazıya yorum yapmıştı. Net hatırlamıyorum ama konu da ciddi bir şeydi galiba. Yazmış yazmış sonunda da ‘’ Tamam da akşam ne pişireceğiz sen onu söyle.’’ Diye sormuştu yazıyı yazan arkadaşa. Bu kadar dalınca soru işaretlerine aklıma hep bu geliyor. Günlük gerçekleri düşünmek çoğu zaman rahatlatıcı oluyor.

   Ben de müzik eşliğinde semtime geldim. Arabayı pastanenin önünde park ettim. Bilgisayarımı çantama koydum. Masanın birisine oturdum. Söyledim bir duble sade kahve. Taktım kulaklıkları. Gelen – giden, yiyen – içen, konuşan – susan… Dünyamı yanıyor? Yansın be… Ne haliniz varsa görün. Bugünlük ben de ne halim varsa göreyim. Hadi benden bu kadar. Sevgiyle...

                                            ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

25 Ocak 2012 Çarşamba

VAY BE!

 


 


    Vay be! Neler dönüyormuş. Bir kez daha tam bir ‘’ salak ‘’ gibi hissediyorum kendimi. Size de olurmu bilmiyorum ama bazen yaşandığına şahit olduğum olaylar karşısında saf saf düşünür, taraflara hak vermeye falan çalışırım. Ucunda kıyısında olmasam da düşünürüm; tek sebebi de tarafların insan, yaşananların insanca olmalarına inancımdır. Ama gün gelir bir yerde okur ya da bambaşka şekline tanık olurum ki işte o an; anlamaktan vazgeçmeyi bırakmak bir yana en çok kendi saflığıma, salaklığıma kızarım. Pazar günü Yavuz Semerci’nin köşesini okuduğumda gene aynısı oldu. Dilimde gene aynı cümle; ‘’ Vay be neler oluyormuş. ‘’

   Bloğumu az çok takip edenleriniz bilirler. Neyi mi? Futbolla tek ilişkimin ve bilgimin Erdo’nun izlediği programlardan kulağıma çalınanlarla sınırlı olduğunu. Televizyon açık kaldığı ve ben kalkıp kapatmaya üşendiğimden şahit olduğum üzere, gece yarılarına kadar ha babam de babam aynı şeyleri, aynı pozisyonları konuştuklarına inanamadığımı. Yorumcuların kullandıkları dil ve üslup karşısında ağzımın açık kaldığını. ( Evlendirme programları halt etmiş.) Falan falan… Ama son dönemde, şike olayları ortaya çıktığından ve Fenerbahçe takımının başkanı hapse atıldığından beri konu hep aynı. Yok, Federasyon küme düşürsün mü – düşürmesin mi, yok kabul ediyor – etmiyor, UEFA onu dedi - bunu dedi, o yalan ben doğru söylüyorumlar.  Avukatlar, gizli görüşenler, ortalığa dökülenler… Susurluk davasına döndü.

    Meğerse tek dert gene ‘’ PARA ‘’ ymış. Güç, haysiyet, dürüstlük, güven, birlik, dayanışma aklıma gelenler, söylesenize bu para daha hangi insanca şeyleri unutturdu bu insanoğluna. Gerçi bu özet oldu işte. Merak edenler devamını da okuyabilirler. Hazır olun tam dedikodu sütunu gibi olacak:

    Fenerbahçe demiş ki: ‘’ Kimse beni korumasın. Eğer şike yaptıysak ligden düşelim. Kuralı değiştirip, bizi suçlu ilan edip ligde tutacaksanız, biz bir alt lige gidecek yolu açarız…’’ 

   Federasyon demiş ki: ‘’ Yok, suçlu olsan da ligden düşmeyi kaldırıyoruz.’’ 

   LİG TV demiş ki: ‘’ … Eğer ligden Fenerbahçe gibi bir ya da birkaç takım düşerse, asla parayı ( 420 milyon dolar ) ödemem… Yetinmem dava açarım.’’

  Federasyon demiş ki: ‘’Sen merak etme LİG TV. Şike yapmış olsalarda hiçbir takım küme düşmeyecek.’’Fenerbahçe demiş ki: ‘’ Hem beni şike yapmakla suçlayacaksınız. Şampiyonluğumu alacaksınız. Hem de ligden düşürmeyerek gelirden olmayacaksınız. Bu ikiyüzlülüktür. Biz bu oyunun içinde değiliz…’’

    Yavuz Semerci yazmış ki: ‘’ Para ile ahlak arasında sıkıştılar ve parayı tercih ettiler. Öyle formül geliştiriyorlar ki, hem takımları ( başta Fenerbahçe olmak üzere ) şike yaptıkları için cezalandıracaklar. FIFA ve UEFA’yı ikna edecekler. Hem de kimse küme düşmeyeceği için LİG TV’den para almaya devam edecekler. Türk futbolu, sportmenliğe, etik değerlere, ahlaka sırtını çevirmiş, paraya teslim olmuştur.    

  Özgür der ki: ‘’ Alem NE? olmuş. Şeref haysiyet yok olmuş. Her şey, din iman para olmuş. Atatük’ün emanetlerinden birine daha ihanet edilmiş. Sen salaklığa devam et ya da etme.’’                                                                                                                      Bu fanatikçe taraftar olanlar da sakın ha vazgeçmesinler, yağmur – çamur demeden maçlara gitmekten. Takımların tek düşündükleri taraftarları çünkü. SORU: Bir yandan dünyada ki her üç teröristten birisinin Türkiye'de olduğunu iddia ederken, Hrant Dink'in katillerinin hiçbir örgüt bağlantısı olmadığına karar verip serbest bırakan diğer yandan Aziz Yıldırım için 132 yıl hapis isteyen yargı sisteminin olduğu güzel ülkemizde bu salaklıklarımın sonu gelir mi sizce? 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

19 Ocak 2012 Perşembe

Ruhumuzla Buluşmak ( Can DÜNDAR )

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.

Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “

Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetismesini bekledik...”

Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve “niye” ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar’ın yaşlı torunu.

Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki cok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hic kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur. Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?

Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden icimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz. İşte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz... Gerçekte hIz çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe , ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!

Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor. Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; ”yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor.

Telefon hızlılık mesela, konusulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor bana ”Küt” diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler, daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul’da olmak sahiden de cok tatsız. Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalması da cok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler... Dağları bölen, nehirlerle yarışan, köprülerden geçen, agaçları selamlayan, cocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan, yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de.

Uçak değil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrılmaz. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, basarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

 Can DÜNDAR

16 Ocak 2012 Pazartesi

KIZ ÇOCUKLARI VE BEYAZ ATLI PRENSLERİ


 


Hayatımız çocukken dinlediğimiz masallarda ki ‘’ Beyaz Atlı Prensleri ‘’ aramakla geçiyor. Genç kızken hayallerimizin erkeği olan bu prensler evlenip çoluk çocuğa karışınca oluyor ‘’ Rüyalarımın Beyaz Atlı Prensi ‘’ Neden mi? Anlatayım:


Farklı iki aileyle şekillenmiş iki ayrı geçmiş, iki ayrı karakter yanımıza hayallerimizi de alıp çıkıyoruz bir yolculuğa. Ki hayaller ortak bir paydada buluşmuyorsa vay halimize. Neyse işte tanımı, amacı kişilere göre değişkenlik gösteren bu yolculuk karşılıklı atılan imzalarla kanun güvencesi altına alınıyor. Adı ‘’ Evlilik ‘’  açılımı ise kısaca kadın ve erkeğin kanun güvencesi altında rahatça sevişebileceği bir kurum oluverir. Buraya kadar prenslik devam eder. Sonra kirlide biriken donlar, çoraplar, gömlekler… Gidilmesi gereken anneler, kayınvalideler… Aaaa bu da nereden çıktı? Prensin atından inip beni kucaklaması gerekiyordu demeye kalmadan prens attan düşer, kel görünür.


Bilmeyiz çünkü bizler kız çocukları olarak masallarda ki prensleri düşlediğimiz vakitte bizim prens adayları önce pipi sonra misket sonra da araba yarışı yapıyorlardır. Anneleri erkek çocuklarının egolarını bir balon gibi şişirir ve o balon bizim elimizde patlar. Aşk sarhoşluğundan, sarhoş olduğumuz bir gecenin sonunda acı kahve içmişçesine birden ayılıveririz elimizde kirlilerle.


Beni sakın yanlış anlamayın evliliğe karşı, erkek düşmanı falan değilim. Yalnızca diyorum ki kız çocuklarımıza masallar anlatırken bu topraklarda büyüyen erkek çocuklarının hamurlarına katılanlardan da az buçuk haber verelim. Çünkü bizimkiler ‘’ Pazardan aldım bir tane eve geldim gene bir tane ‘’ farklı olan bir şey yok. İmzayı attıktan sonra dallarında nar taneleri, inciler bitmiyor bu adamların.


Son yıllarda ‘’ Evliliğinde aradığını bulamadı.’’ Laflarını çokça duyunca aklıma geldi. Beklenti nasıl yüksek demek ki… Ne bekliyordun ki kızım demezler mi? Seni alıp masallar diyarına götüreceğini mi? Ayrıca eminim o masal diyarlarına gittiğini zanneden prenseslerin bile işi kolay değildir.


Özet; kaportalar birbirlerinden farklı olsa da mal hepsinde aynı. Genç kızlar kulaklarını açıp masalları dinleyeceklerine gözlerini açıp annelerinin o kaportanın altından çıkanı nasıl idare ettiğini izlesinler bence. Balatayı tamamen sıyırmış olanlarla yaşamak zorundayız anlamına falan gelmiyor bu kesinlikle. Ayy neyse toparlayamayacağım galiba ve yazı nefret ettiğim ders verme amaçlı olanlar yönüne doğru gidiyor. Bu sebeple burada kesiyorum. Huzurlarınızdan ayrılırken bir özlü sözü de sizlerle paylaşmak istiyorum:


Aşk karşındakinin bulunmaz Hint kumaşı mı hıyar mı olduğunu anlamak arasında gecen zaman ( MIŞ ).


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

13 Ocak 2012 Cuma

İYİKİ DOĞDUM

 Öncelikle bu kendim için yazdığım bir yazıdır. Resmi olarak yolun yarısını devirdiği tescillenen bir kadının ( umarım henüz çeyreğidir ) iyiki doğdum yazısı. Yani gün itibariyle yaşadığım 36 yıl artık geçmişimde kaldı, ‘’ Hey gidi günler ‘’ oldular. Bu sebeple yazı oldukça uzun, sıkıcı gelebilir. Şayet yeterli vaktiniz yok, modunuz uygun değil ya da merak etmiyorsanız bu günlük sayfadan hemen ayrılabilirsiniz. Aranızda bunu megolamanca bulanlarınız da olabilir. Ki bu kesinlikle nasıl baktıklarıyla alakalı olacaktır. Karşınızda doğum günümün yazısı.


    Günlerdir düşündüm ve sonunda gördüm ki ben keşkeleri olmayan şanslı insanlardan değilim. Ama asla ‘’ pişmanlıklarım ‘’ değil paylaşacak olduklarım. Yalnızca ‘’ keşkelerim ‘’. Sonunda tekrar yazacak olduğum üzere daha erken olsaydı iyi olurdular. Fakat olmasaydılar ben ne olurdum-lar. Evet başlıyorum:


   ** Keşke annemi anlayabilmek için çaba göstermeye çok daha önce başlamış olsaydım.


   ** Keşke herkesten önce kendimi sevmem gerektiğinin farkına çok önceleri varabilmiş olsaydım.


   ** Keşke kendime daha iyi davransaydım.


   ** Keşke sırası geldiğinde kendime daha fazla güvenebilseydim.


   **Keşke daha az konuşup daha fazla dinleseydim.


   ** Keşke sırası geldiğinde daha cesur davranabilseydim.


   ** Keşke pembe ya da simsiyah farketmez hiç yalan söylememiş olsaydım.


   ** Keşke yalan söylemem – susmam gerektiği zamanlarda doğruyu söylemek zorunda hissetmeseydim.


    ** Keşke doğum günleri ve yol tariflerini aklımda tutabiliyor olsaydım.


   ** Keşke sevgimi gösterirken daha bonkör davransaydım.


   ** Keşke başım ağrıyor, yorgunum dememiş olsam ve o kadar daha fazla sevişmiş olsaydım.


   ** Keşke çok ama çok daha fazla kitap okumuş olsaydım.


   ** Keşke yazmayı yıllar önce denemiş olsaydım. ( 15 yıl kadar önce )


   ** Keşke imalı sözleri anlayabiliyor olsaydım.


   ** Keşke insanları gözünden tanıyabilenlerden olabilseydim.


   ** Keşke çalışmadığım dönemde daha az temizlik yapıp daha fazla gezseydim.


   ** Keşke saçlarımı yıllar önce bu boyda kestirmiş olsaydım.


   ** Keşke şüphe duyduğum insanlara daha az değer verseydim.


   ** Keşke beklentisiz yaşamayı öğrenebilmenin daha kolay bir yolunu bilseydim.


   ** Keşke telefonda uzun uzun konuşmayı seviyor olsaydım.


   Of bitmiyor. Hem de yalnızca aklıma gelenler bunlar. Bir de haftalarca sürse bu listeleme işi sanırım gün gün, saat saat keşke çıkartırım ben bu hayatımdan. Ama yazarken daha da emin oldum; tüm bunlar iyi ki olmuşlar. Bu yapmış – yapamamış, olmuş – olamamış, başarmış  – başaramamış olduklarım,  kaybedişlerimin hepsi benim. Temelimi sağlamlaştıran yaşanmışlıklarım. Tüm bunlar olmasalardı bugün kendimle bu kadar mutlu yaşıyor olamazdım. Bundan sonra ki yıllarda devam edeceğim galiba bu doğum günü yazılarına. Çok rahatlatıcı, hatırlatıcı oldu. Geçen son bir yılımı düşününce önümüzde ki yıl yapacağım ‘’ Keşke ‘’ listem daha kısa olur diye umut ediyorum. Çünkü bu yıl;


   ** Bana bu kadar iyi geleceğinden, bu kadar çoğalacağımızdan habersiz, yaşadığımız aşina duyguları paylaşabilmek için bu bloğu yazmaya başladım. Gerçekten sıkıntı - üzüntüler paylaştıkça azaldı, mutluluklar ise çoğaldı.


   ** Kendime bonkörce, bol bol zaman ayırdım.


   ** Yolum bir şekilde Murat Gülsoy’la kesişti. Yazar & Eğitmen & Akademisyen olmuş olmanın devleştirebileceği egolardan sıyrılmış, donanımlı, bozulmayacak gibi duran sükûnet içinde, disiplinli, başarılı bir yazar. Okumak & Yazmak hakkında çok şey öğrendim ondan. Şııışt! Benden yazısal anlamda beklentinizi yükseltecek kadar çalışkan bir öğrenci değilim. Ve bu ayrı bir konu, başka zaman yazarım.


   ** Bu kesişen yol var ya işte orada; üç ayrı geçmişten ve yüksek ihtimal üç ayrı gelecekte olacak olan üç kişi girdi hayatıma. Ortak noktaları; hepsi kendi dallarında başarılı, çılgın, cesur ve kendilerine güvenliler. Hele bir tanesi var ki; o yazsın okuyayım – şaşırıp kalayım - öğreneyim, o konuşsun dinleyeyim – güleyim cinsinden.


   ** Uzun yıllardır hayatımda olan ve hiç çıkmayacaklarını sandığım iki kişi ile yollarımız ayrıldı.  Akarken paylaşılan gözyaşları, içerken paylaşılan bir tas çorba, söze gerek kalmadan anlatılmış onca sırrın hatırı silinmez ama yollar ayrılabilirmiş. Umarım karşılıklı yeni başlangıçlara gebedir ayrılıklarımız. Neyse; bugün doğum günüm...


   ** Coşkun sularda yüzer, pamuklarla sarılıyormuşçasına çokça da sevgi hissettim bu yıl. Hayatım boyunca sürmesini dilediğim feci güzel paylaşımlar.


   ** Hayatımda ki çılgın hatunlardan biriyle iki gün yurtdışına kaçtım.


   ** Kardeşlerimle en sık görüştüğüm yıldı.


   ** Altı yıldır bizimle beraber olan, Oğuz'u büyütürken en büyük destekçimiz, iyi gün, kötü gün, hastalık, sağlıkta hep ama hep yanımızda olan Diloşumuz kendi bebeğini dünyaya getirmek üzere yanımızdan ayrıldı.


   ** Evimiz de her yıl olduğu gibi bu yılda kalabalık, neşeli, lezzetli sofralar kuruldu. Misafirler ağırlandı. Çocuk sesleri eksik olmadı, olmasın da.. Şükürler olsun.


    Bakın henüz aklıma hiç ‘’ keşke ‘’ ile başlayan bir şey gelmedi. Ay! Durun bak geldi bir tane:


   ** KEŞKE bu seriyi yazmaya yıllar önce başlamış olsaydım da bunca ‘’ keşke ‘’ yle yüzleşmek zorunda kalmasaydım. Demek ki bununda zamanı bu zamanmış. Derken derken diyeceklerimin sonu gelecek gibi değil. Özetle:


   İyi ki doğmuşum. İyi ki Vildan & Nazif gibi ebeveynlerin kızı, Özlem & Önder gibi kardeşlerin ablası olarak dünyaya gelmişim. Kocaman sülalem, Erdo, çocuklarım, tüm arkadaşlarım, Belgin, bahçemizde ki ağaçlar, köpeğimiz ne bileyim işte her şey için evrene teşekkür ediyorum. Ve çalışmalarının devamını diliyorum. Tek derdim; yalnızca kendimle. Tek amacım; hayatımda ki her şeyin yolunun sevgiden geçmesi. Tek dileğim;  huzur + sağlık + dostluk + +18 ( fazlaca argo ya da belden aşağı yazınca Erdo kızıyor ) dolu nice yıllar yaşayabilmek.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL