17 Şubat 2012 Cuma

ÇIRILÇIPLAK

Her sabah aynı saatte çalan alarm sesiyle güne açtım gözlerimi. Can yataktan kalkmış tuvalete doğru yönelmişti. Duşta akan suyun sesiyle beraber yataktan kalktım. Sırtımda hissettiğim ürperti hatırlatmaktan usanmıyor geçen günün telafisi olmadığını, kumbaradan harcadığım günlerin giderek azaldığını. Ben ise her defasında o ürpertinin üzerine geçiriveriyorum sabahlığımı ve inatla doğruluyorum karşısında günlerin.

   Mutfağa indim. Demliğin altına su doldurup ocağın üzerine koydum. Buzdolabından beyaz peynir, zeytini çıkarıp servis tabaklarına aldım. Ekmek kızartma makinesini tezgâha yerleştirirken diğer yandan da çayı demledim. Masaya kahvaltılıkların yanına bal ve kaymağı da koyunca hazırdı işte her şey kızarmış ekmek kokusu ve demli çayın fokurtusuna. Günüm açılan mutfak kapısının önünde gözlerini ovuşturan Mert belirince aydınlandı. ‘’ Günaydın anne. ‘’ Ardından kucağıma alıp sardığım küçücük bedenden içime akan huzur, yanağıma konan öpücükle dudaklarımda beliren tebessüm. Mert’i ben kahvaltısını hazırlayana kadar oturma odasında televizyonun karşısında ki mavi koltuğa yerleştirip üzerine polar battaniyeyi sardım.

   Can gelişini haber veren parfüm kokusunun ardından aşağı indiğinde ben Mert’in kahvaltısını yedirmeye başlamıştım. Mutfağa döndüğümde bitmiş olan kahvaltı faslının sonunda bir bardak çayda eşlik ettim Can’a. Sabah haberlerini izlediği televizyon ekranından gözlerini ayırmadan ‘’Bu gün ne yapacaksın?’’ Diye sordu. İşe gidecek olduğumu bildiği halde her sabah yalnızca bir şey söylemiş olmak için sorduğu malum soru. Ben ise usanmadan, her defasında içini gereksiz ayrıntılarla doldurup cevaplamaktan vazgeçmiyorum. Arayacağım kişilere, planlanmış bir toplantım var ise onun saat bilgisine, eve gelirken alacaklarımın listesine varana kadar anlatıyorum. Aramızda geçen daha doğrusu sesli olarak yapılan alışverişimiz devam etsin diye. Bu sabah anlatmadım hiçbirini. Mutsuz, çıkmazlara girmiş bir ilişki falan değil bizimki aslında. Beraberliğimizde geçen on dört yılı düşününce araya giren küslükler, değişen kişilik ve beğenilerimiz, inip çıkan tansiyona rağmen paylaşmaktan, beraber yapmaktan zevk aldığımız şeyler oldukça fazla. Sosyal hayatımız, dostluklarımız, kurmuş olduğumuz düzen içinde örnek denilebilinecek bir çiftiz aslında. Ama... Şu ‘’ama’’ ile başlayan cümleler hiç hayırlı olmaz değil mi? Ama içimde kaybetmiş olmaktan endişe duyduğum ki aynı şeyi Can’da hissediyor olabilir: Kadın ya da erkek olarak yaşadığını hissedebilme isteği kafamda bir yerlerde dolanıp duruyor. Beğenilme - beğenme, arzulama – arzulanma, damarlarımda akan kanın delirmesi isteği hep var. Kim bilir belki de tatminsiz biriyim. Son bir hafta için söyleyebileceğim ise bencilce, çok kadınca, insanca bir heyecan yaşıyor olduğum, o kadar.

  ‘’ Bu akşam geç gelebilirim. Anlaşmanın imzaları atıldıktan sonra ufak bir kutlama partisi planlıyorum.’’

   Ekrandan kayan gözler gözlerimdeler işte.

  ‘’ Merak etme. Ben Gül ile konuştum. Bu gece bizde kalacak. Sorun yok.’’

    O sırada kapanan sokak kapısı sesinin ardından Gül’ün sesi duyuldu. Kafasını uzatıp bize günaydın dedikten sonra Mert ile beraber yukarıya çıktılar. Bunu Can ile aramızdaki konuşmanın ayrıntılara dökülmesini önleyecek fırsat bilerek

   ‘’ Gün içinde telefonlaşırız, tamam mı? ’’ diyerek ben de arkalarından gittim. Beş dakika kadar sonra Can ‘’ Ben çıkıyorum. Konuşuruz.’’ Diye seslendi. Ardından oğlumun dişlerini fırçalaması, giyinmesiyle yaşanan telaş ve çalan servis kornasıyla o da çıktı evden.

   Elimde bir fincan çayla soluklanmak için yatak odamızda ki balkonun kapısını açtım. Kalabalık ve kalabalılığımla geçireceğim güne hazırlık anım. Duştan sonra tüm vücudumu özenle kremlendim. Makyajımı tamamlayıp gardırobun önünde kararsızlıkla dikildim. - Ne giyeceğim? - Dördüncü denemeden sonra her defasında olduğu gibi bu kez de siyah elbise. Yüreğimin köşeciğinde saklanmış, ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da bir yanımla içinde boğulup yok olmak istediğim heyecan ile beraber arabadayım. Sebebi Darrel’ı görecek olmam.

                                                                                         ***

 

      Ofiste mesai başlayalı yaklaşık bir saat olmuştu. Bilgisayar ekranları, çalan telefonlar, fotokopi makinesinin sesi, kâğıt hışırtıları arasında benzer sabah seremonilerini yaşamış onaltı insan. Tebessüm ve yarım ağız günaydınların arasından odama geçtim. Henüz oturdum ki Nihal elinde ajandasıyla girdi odaya. Günlük akışın üzerinden geçti. Bir haftadır süren görüşmelerin son ayağı olacak olan toplantıyla ilgili hazırlıkları gözden geçirmek için Hakan’ı da çağırdım. Dünyanın birçok ülkesinde mağazalar zinciri olan markanın örme işlerini alabilmek için aylardır uğraşıyorduk. Bağlantıyı Fransa’da ki aracılarımız John’la Rachel sağlamış ve gerçekten çok uğraşmışlardı. Bir haftadır ise firma adına resmi prosedürlerin tamamlanması için beş yetkili ile İstanbul’daydılar. Darrel tasarım ekibinin başındaydı. Ve çok hoş genç bir adamdı.

   Dalgalı kumral saçları, dolgun dudakları, yapılı – dik duruşlu endamı, en çokta konuşurken gökyüzünde uçan kuşları hatırlatırcasına kullandığı uzun parmaklı elleri. Kendimi söylediklerini duyamaz, onu izlemeye dalmış yakaladığım anlar çok olmuştu toplantılarda.

   Kararlaştırmış olduğumuz üzere saat 14.00’ de ofisimizdeki toplantı odasındaydık. Sözleşmedi ki maddelerin üzerinden ayrıntılarıyla tek tek geçtik. Saat 17.00 olduğunda açılan şampanya eşliğinde kutlama başlamıştı. Herkes kapıda bekleyen arabalara binmek üzere şirketten çıkarken odama geçip Can’ı arayarak gece otelde kalma ihtimalimin yüksek olduğunu söyledim. Ses tonundaki düşüşten hissedilen memnuniyetsizliğini kelimelere dökmedi. Sebebi ise sanırım bu anlaşmanın şirket için ne kadar önemli oluşunu anlamış olmasının yanında bana karşı duyduğu saygıydı. Daha sonra Mert’e de iyi geceler dileyip yarın okul çıkışında onu alacağıma söz vererek kapattım telefonu. Son olarak oteli arayarak adıma rezervasyon yaptırdım. Dekorasyonuna hâkim, yatak başı ve döşemeliklerde kullanılmış turkuaz tonu o gece görmeyeceğim, her zaman kaldığımız Swissotelin 106 numaralı odası için.

    Sahil yolundan yemek yiyeceğimiz otele doğru yol alırken Darrel benim arabamdaydı.  – En son ne zaman bu kadar heyecanlanmıştım? – Yol boyunca önünden geçtiğimiz yerler, bundan sonra ki gelişlerinde yapabileceklerimiz hakkında konuştuk durduk. Tabi benim yalnızca konuşuyor olan kısmım bunlarla ilgiliydi. Duyuyor olduğum heyecanın kanatlarına binmiş dolaşıyor olan tarafım gökyüzündeydi adeta. Gömleğinin yakasından gözüken köprücük kemikleri nasıl bu kadar dokunulası, uzun boynu nasıl bu kadar öpülesi olabilir, teninden yayılan koku nasıl unutturabilirdi beni bana?

    İşte ben bu haller içindeyken nihayet otelin önündeydik. Diğerleri bizden önce gelmiş ve rezervasyon yaptırmış olduğumuz üzere on dördüncü katta bulunan restorana çıkmışlardı. Çok kereler yemek yediğim bir yerdi Gaja. Göz kamaştıran Boğaz manzarası, ünlü şeflerin elinden çıkan eşsiz lezzetleri, dünyanın en ünlü şaraplarını bulabildiğiniz kavıyla mükemmeldi. Ve o geceyi yaşadıktan sonra diyebilirim ki – Kesinlikle o gece içindi. - Darrel ile birlikte restoranın kapısında şefin yanımıza gelişine kadar geçen süreden itibaren romantik bir aşk filminin içindeydim artık. Mert, Can, evli oluşum, yaşım hiç ama hiçbir şey yoktu. Kapıda o gecelik vedalaşmıştım hepsiyle. Kararımı vermiştim. Korku ve endişede izin verircesine önümden çekilmişlerdi. Tek istediğim ana, arzuma teslim olmaktı. Suyun akışına bırakmıştım kendimi. Masada oturan kimsenin içinde olmadığı, başrolünde benim olduğum masalsı bir gece yaşıyordum.   

     Tasarım dünyasında yaşananlar, ülkelerin gümrük politikaları, ülkeler arası ilişkilerin bu endüstriye yansımaları derken içilen içkilerinde etkisiyle konular yavaş yavaş arkadaş sohbeti havasına büründü. Son kadehlerden sonra yardımcılarım evlerine, misafirlerimizden ikisi dışında diğerleri ise odalarına gitmek üzere yanımızdan ayrıldılar. Geri kalan biz dört kişi bar katına indik. Saat üçe kadar süren canlı caz performansı eşliğinde devam etti gece. İçki servisi sırasında birbirine tesadüfen değen ellerimiz, çarpışan ayaklarımız, kaçamak bakışmalarımız, söylemek istediğimiz her şeyi söylüyor gibiydiler. Masalıma o da katılmıştı. O gece için sessiz bir anlaşma imzaladık. Müzik bitti. Artık yalnızdık. Bize servis yapan garson, aldığı bahşişten memnun ayrılırken yanımızdan biz de bardan çıktık.

   Asansöre beraber bindik. Hiç konuşmuyorduk. Ne dilimde tek bir cümle, ne de kafamda tek bir düşünce vardı. Geçmişimdeki hayal - hayal kırıklıklarım, hatalarım, yeminlerim, beklentilerimden haberi yoktu. Yalnızca ben vardım. Üzerime yapışıp kalan onca şeyden, onca kimlikten sıyrılmış olmanın özgürlüğünü hissediyordum. Kata gelince asansörün kapısı açıldı. Elini uzattı. Bakışlarım gözlerine kilitlendi ve tutuverdim elini. Bir genç kızın edalı hali vardı üzerimde. Kartın dokunuşuyla açılan odanın kapısı... Odayı aydınlatan abajur ışığının ardında muhteşem boğaz manzarası hoş geldin dercesine karşımdaydı. Elimi bırakmamışken ışıl ışıl şehir tanığımdı. Usulca yatağa oturduk. Yan yana. Bedeninden yayılan koku ve sıcaklık sardı bedenimi. Boynuma değen dudakları bir süre öylece kaldı. Derin derin içine çekti sanki beni. Gözlerimi kapattım. Midemde hissettiğim şey gözyaşlarımla çıkmak istiyordu. Henüz on iki yaşımda ilk öpücüğümde de aynı şeyi hissettiğimi hatırlayıp gülümsedim. Yanağıma dayadığı yüzüyle çok uzaklara, daha önce gitmediğim kadar uzaklara gittim. Hangisinin gerçek olduğunu anlayamadığım iki zaman vardı sanki. O an mıydı gerçek olan? O andı bu gecelik gerçek olmasını istediğim.

   Fermuarını açmasıyla üzerimden sıyrıldı elbisem. Gözlerine kitlenmiş gözlerimle karşısındaydım. Bedenimle ruhumla çırılçıplaktım. Dokunuşu, soluğu telaşsız, şefkat doluydu. Tenimde dolaşan elleriyle biraz daha soyundum. Belki de ilk kez o kadar çıplak kalmıştım. Onu arzulamakla aramda hiçbir şey yoktu. Sarılışlarının rengi beyaz, duygusu huzur, kokusu deniz… Tüğ gibi hafif, yumuşacık. Taşıması, tadına varması kolay. Kendimi güzel, bir o kadar incitilmez hissediyordum. Adeta bedenim değil de ruhumdu okşanan, tazelenen. Gözlerimi açmaktan bile korkar halde kana kana içtim saatleri. Terleyen vücutlarımızla tadı dilimde, kokusu burnumdayken mahrem sırlarım vardı. Sonra pufff. Gizler çözülüverdi. Kasıklarımdan başlayıp tüm vücudumu saran sıcaklık, hızına yetişemediğim kalp atışlarım, kulaklarımdaki çınlama, bedenimden yükselen neredeyse dokuna bilinecek kadar yoğun enerji ve bahçemde açan çiçekler: Rengârenkler.  Anın içinde donup kaldık. Yan yana uzandık yatakta.  Soluksuz kalışımızın gürültüsü, düşüncelerimin sessizliğine inat.

    Sarındığım beyaz bornozla banyodan çıktığımda o elinde kadehle boğaza karşı oturuyordu. Sehpanın üzerinden duran, benim için hazırlamış olduğu diğer kadehi alıp yanına oturdum. İçinde uzun süre oturduğumuz sessizliği bozan ben oldum.

   ‘’Ben seni ne zaman çağırdım. Ne zaman diledim. Kendimi, yaşadığımı hatırlatacak bu gece için nereden geldin. Kim yolladı seni buraya bilmiyorum. Hangi güç, ihtimal, döngüyse ona minnet doluyum. ‘’dedim. Bana doğru döndü;  

   ‘’Asansöre binerken bu gecenin ikimiz içinde unutulmaz olmasını dilemiştim.  Anlaşılan o ki sen gerçekten unutulmaz, bu gece ise tebessümle hatırlayacağım hatıran olarak kalacak. Bilmeni istiyorum böyle olduğu için duyduğumuz minnet ortak.’’ Dedi ve yerinden kalkıp dudaklarıma bir öpücük kondurdu.

                                 ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

Hiç yorum yok: