27 Ekim 2011 Perşembe

ZAMAN



   Haftalardır hissettiği ve git gide büyüyen acıyla hiçbir şey göremez duruma gelmişti o sabah evinden kendisini atarcasına çıkan Aslı. Mert’e duyduğu özlem öylesine sarmıştı ki her yanını görebildiği her şey zifiri karanlıktı. Yataktan o an kalkmışçasına dağınıktı saçları. Onları bir arada tutan tokadan ha kurtuldu ha kurtulacaklardı. Mert yoktu artık. Hayattayken koklayıp okşadığı bu saçlar eskisi gibi parlayıp, dalgalanacaklar mıydı? Rengi solmuş pantolonunu durmadan, aslında farkında olmadan sürekli çekiştirip durmasına rağmen ayaklarına dolanan paçaları yüzünden arada tökezliyordu. Altlarında ki mor halkalar daha da belirginleşmiş olan gözlerinden akan yaşlar, Mert’in ani ölüm haberini aldığı andan beri hiç durmamıştı. Dönüşü olmayan ve tarifsiz acı veren ayrılıkları için ağlıyordu.


  Apartmandan çıktığında yüzüne çarpan rüzgardan başı döndü. Rüzgara da öfkelendi, darıldı. Sürekli çevresinde dolanıp duran, telefon ederek O’nu avutmaya  çalışan ve hiç birinin O’nu anlamadığına inandığı herkese karşı duyduğu öfke gibi. ‘’Sende mi?’’ diye söylendi arabaya doğru koşarcasına giderken. ‘’Sende mi savuracaksın oradan oraya beni. Sevmiyorum seni ey deli rüzgar. Ben denizleri severim. İçinde atılan iyilikleri, dilekleri biriktiren denizleri. Şimdi alsa beni dalgalarının arasına yanan, kanayan, acıyan her yerime, her şeyime iyi gelirdi. İçimde gün be gün büyüyen özlemede çare bulabilirdim belki o iyilikler, dilekler arasından. Ben sana anlatmam ey deli rüzgar. Ben bir denizlere bir de anneme anlatırım.’’


      Bu yüzden arabaya binmiş annesine gidiyordu. Ateşlerde kalmışçasına…O’nu göğsünde sarsın, avutsun diye…Belki de; çocukluğunda masallar dinleyerek huzurla uyuduğu geceler gibi bir gece geçirebilmek için.


      Mert’in ani ölümüyle duvara toslamışçasına darmadağın olmuştu Aslı. Ölüme isyan eder, her şeyi dağıtırcasına esiyorken rüzgar, tüm gök ağlıyor gibiydi şimdi Mert’in ardından. Gök gürültüsü çığlık gibiydi. – Yırtsa güneş bulutları, kamaştırsa gözlerimi, ısıtsa içimi- diye düşündü. Annesinin evinin önünde park ettiğinde arabasını; pencerenin önünde, Aslı’nın evlenmeden önce eve geç geldiği gecelerde olduğu gibi, kollarını kavuşturmuş O’nu bekleyen annesinin gözlerinde anlık yakaladığı şefkat dolu bakışla içinde beliren ışık gibi, ışık düşseydi her su birikintisinin üzerine.


       ‘’ Anne.’’


       ‘’ Hoş geldin.’’


       ‘’…………….’’


       ‘’ Gel içeriye. Çok ıslanmışsın. ‘’


       ‘’ Neden? Neden gitti anne? ‘’


       ‘’ Gel canım. Tek ilaç zamanın içinde, zamanla geçecek. Gir hadi. ‘’


       ‘’ …………….’’


         Diyor ve dikiliyordu öylece kapının önünde ve süzülüyorken yağmurun izleri üzerinden sokakta ki kaldırımlar gibi olmuştu basıla basıla yıpranmış, eskimiş, ayaklarının altında ki kirli yüzlü çiniler.


         Elinde sıkıca tuttuğu çantasını, annesinin evine ilk defa gelen bir yabancı gibi nereye koyacağını bilemez halde etrafına bakınıyorken, koridorun sonunda ki duvarda asılı duran Dali’nin, ‘’ Belleğin Azmi ‘’ adlı tablosunun reprodüksiyonunda takılı kaldı Aslı'nın bakışları.


          ‘’ Zaman…’’


          ‘’ Gerçekten ilaç olur muydu, adına hayat dediğimiz bu keşmekeşin içinde yaşanan tüm acılara? ‘’


           Sıkıca tuttuğu çantasının esaretinden kurtulmuştu elleri. O an hissettiği acıyla avuçlarını açıp baktı ellerine. Sonra içinde ki her şey aniden kayıp gidiyormuş gibi hissederek çöküverdi dizlerinin üzerine. Ne telaş içinde O’nu tutmaya çalışan annesinin, ne yağan yağmurun sesini duyabiliyordu, yalnızca dudaklarının arasında belli belirsiz bir kelime:


   ‘’ Mert ’’


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

1 yorum:

Belgin Aydın dedi ki...

'Kirli yüzlü çiniler' ilk okumada yazıdan aklıma kalan tekşey... Diğerlerini unutturdu, Mert'in gittiği gerçeği değil, Aslı'nın acısı değil, annenin kokusu değil, çıldıran saçlar değil sadece kirli yüzlü çiniler kalan aklımda, mekan tanımı ne kadar önemli... Rüzgarla uçuşturamadığımız tüller gibi...