6 Ekim 2011 Perşembe

HERKES GİDER Mİ? 5



Köye 20 km. kaldığını gösteren tabelayı görünce, emlakçıyı aradım. ''Tamam Nesrin Hanım; muhtar sizi bekliyor.'' cevabıyla biraz daha rahatladım. Evin anahtarının olduğu ve beni eve götürecek olan muhtarla meydandaki kahvede buluşacaktım. Öğle saatleri yavaş yavaş geride kalmıştı, artık. Kahvede buluştuğum muhtarın, ikram etmek için ısrar ettiği çayı içtikten sonra yorgunluğumu iyiden iyiye hissetmeye başlamıştım. Ev diğer evlerden yürüme mesafesinde olmasına rağmen pek köyün içinde sayılamazdı. Denizin üzerinde yükselen bir burunun üzerinde inşaa edilmişti; bir deniz feneri edasıyla. Eve varınca; anahtarla kapıyı açıp önüm sıra içeriye giren muhtarın bir an önce gitmesini ve yalnız kalmayı istiyordum. Bunu sorularına verdiğim kısa cevaplardan anlayabilecek kadar kibar biriydi muhtar. Bir ihtiyacım olduğu taktirde aramam için telefon numarasını bırakarak yanımdan ayrıldı.

Arabada ki eşyalarımı boşaltmaya başlamadan önce, bahçeye çıkıp manzaraya karşı öylece durdum. Denizi köpük köpük dalgalandıran, saçlarımı savuran bir rüzgar vardı. Yağlı boya bir tablonun içinde gibiydim, adeta. Bir melodi peydahlandı kulaklarımda; gözlerimdeki yaşları çağıran. Gözyaşlarım, bir çığlıkmışcasına süzülüyordu yanaklarımdan. O an hissettiğim neydi tam olarak bilmiyordum bile ama ağlıyordum, işte.

Eve girdiğim anda ilk dikkatimi çeken ve hayran kaldığım zemine döşenmiş çiniler oldu. Arabadaki eşyalarımı, girişteki sahanlığa taşıdım. Evde çok az eşya vardı. Salonda bir çekyat, masa ve iki sandalye, yatak odasında ise üzerinde sünger bir döşek olan somya, boyası iyiden iyiye gitmiş iki kapılı bir dolap. İlk iş olarak; masayı camın önüne çektim. Çantamdan bilgisayarımı çıkartarak üzerine yerleştirdim. Ricam üzerine teknoloji, benden önce eve gelmişti bile. Ekranda Google amblemini gördüğüm an yaşam başlamıştı sanki evde.

O an yorgunluğuma iyi gelecek tek şey demlenmiş çay olabilirdi. Mavi dolapları olan mutfağa girdim. Çiniyle döşenmiş beton tezgahın üzerinde, mutfak eşyalarımı sığdırmış olduğum koliyi açtım. Acil ihtiyaç listesi yaparak hazırladığım koliden; demliğimi, çayımı, ince camdan yapılmış, ince belli çay bardağımı çıkarttım. Musluktan akan suyu direk kullanabilmenin lüksünü yaşayarak demliği ocağa koydum. Akşamı geçirebileceğim atıştırmalıklarım vardı. Zaten sabah ilk işim şehre inmek olacaktı.

Geceyi, tavanda sallanan ampül eşliğinde çayımı içerken e-postalarımı okuyarak ve diğer kolileri üstün körü açarak geçirdim. Hep burada yaşamışcasına rahattım. Bu huzurla sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Deliksiz uyuduğum geceleri hatırlayamıyordum bile.

Günün ilk ışıklarıyla uyandım. Zamanın birinde, cuma pazarından aldığım, kıymetlim olan polar sabahlığımı üzerime geçirdim. Ocağın üzerine suyu koyup banyoya girdim. Onbeş dakika sonra, yeni güne, denize, bahçeme, yarısı yıkılmış çitlerime, günaydın demek için; üzerimde polar sabahlığım, elimde kahvemle bahçedeydim.

Hazırlanıp evden çıktım. Meydana uğrayıp, fırından simit aldıktan sonra yola koyuldum. Evden çıkarken, akşam almış olduğum ölçüleri not ettiğim kağıdı, yanıma alıp almadığımı kontrol etmeyide ihmal etmemiştim. Planım; bugün mobilya alışverişinin birinci etabını bitirmek, mutfak için yiyecek alışverişi yapmaktı. Hiç araştırma yapmaya falan gerek duymadan önceden kafama koyduğum gibi, köye geliş yolunda önünden geçtiğim Ikea'nın yolunu tuttum.

Her zaman ki gibi olan oldu; kendimi tutmakta hayli zorlandım. Buna rağmen neredeyse tüm günü orada geçirdim. Vidasıydı, otuydu, püsürüydü saatlerimi aldı. Gerçi yapacak daha önemli işim, yetişecek bir yerim olmadığından olsa gerek hayli yaydım kendimi. Montaj ekibiyle, ertesi sabah için sözleşerek ayrıldım oradan. Yiyecek alışverişi için gideceğim markette de sapıtmamak için çıkmadan karnımı doyurdum. İsabetli bir karar vermiş olduğumu anlamam uzun sürmedi. Çünkü; reyonların önünde, bomboş olan buzdolabı gözümün önüne geldikçe, içimdeki canavar hörtlüyordu.

Bu sefer; dönüş yolunda, aldıklarımı nasıl yerleştireceğim kabusu sarmadı. O anda kurduğum ve beni heyecanlandıran tek şey; acele tarafından bir salata yapıp, şarabın eşliğinde oturup keyif yapacak olmanın hayaliydi. Öylede yaptım. Dönüşte yanıma aldığım temel mutfak eşyaları ve yiyecekleri yerleştirdim. O eşyalarla birlikte aldığım abajurda, masamın üzerindeki yerini aldı. -Gerisi bekleyebilir- diye düşündüm. İyiki de öyle yapmışım.


Sabah gözlerimi açıp saate baktığımda, bu kadar erken ve zinde gözlerimi açabildiğime inanamadım. Uzun bir gece olmuştu, çünkü. Baştan başlıyor olmak diriltmişti sanki beni. O saatlere kadar okuyup, o kadar şarap içtiğim gecelerin sabahları; yataktan çıkacak gücüm olmaz, ayılamazdım bir türlü. Buraların havasından suyundan ya da yeniden başlıyor olmanın heyecanından mı bilinmez ama tazelenmiş hissediyordum kendimi. Ne istediğimi de, ne istemediğimi de...

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

 

Hiç yorum yok: