31 Ekim 2011 Pazartesi

BİTTİ

Geçen hafta sonunu Oğuz’la baş başa geçirdik. Baş başa pek doğru olmadı. Oradan oraya ve yollarda  demek daha doğru olur sanırım. Cumartesi saç tıraşıydı, yemek, uykuydu dedikten sonra akşamüzeri bindik arabaya vardık Baran’ımızın doğum gününü kutlamak için Önder’lere – kendisi erkek kardeşim olur.- Onlara gitmek demek; Boğaziçi Köprüsü’nden geçmek demek. Köprüden Oğuz’la beraber geçmek demek; en sağda ki şeritten ağır ağır ilerlemek, vapurlar – kıtalar- deniz – denizin derinliği  hakkında bildiğim, bilebildiğim ne var ne yoksa anlatmak demek. Soruların sonu gelmeyince de ‘’Yeter anneciğim. Biraz uyumayı denesene.’’ diyerek kestirip atmak istemek.

    Neyse sağ salim vardık. Şebo’nun özenle hazırlamış olduğu doğum günü organizasyonunu kazasız belasız, süsleri parçalamadan atlattık. Şebo'nun pişirdiği lezzetli yemekleri yemekti, sohbetti çaydı derken  Oğuz’un mıncıklamalarından arta kalan enfes pastayı yedikten sonra Baran’ı öpüp koklayıp ayrıldık. Sonra ver elini Çekmeköy. Evet! Özlem’lerin peşine takılıp bastık gaza…Bu defa benim araba Oğuz’la beraber kim vardı? Duygu! ( 8 ) Yol boyunca Oğuz’a lunapark tecrübelerini anlattı. Ta ki Oğuz ‘’ Daha fazla anlatma. Belki uyuyamam ‘’ diyene kadar. Çünkü; anlattıkları benim bile giremediğim, yaş sınırı olan korku tünelleri, baş döndürücü gondollardan ibaretti. Ama Pazar günü öğleden sonrasına kadar süren beraberliğimiz boyunca Duygu Oğuz’la ilgilenmeseydi halimiz nice olurdu, demeden geçemem. Faaliyet manyağı oldular. Öğretmencilik oyununda ise hiçbir eksik bırakmadılar.

     Bütün bunlar olurken Özlem ve benim neler yaptığımız konusunda bir şey yazmama bilmem gerek var mı? Kah mutfakta, kah salonda ya da balkon da kahvenin türlü türlü hallerini tadıp durduk.

     Evet! Asıl bomba: Pazar dönüş yolculuğumuz iki saati aşkın sürdü. Bu iki saatte neler yaşadık; feribot sırası beklerken kuşları besleyen, beslemekle kalmayıp elimizde ki kek bitince arkadaki arabada çekirdek yiyen adamdan camdan sarkıp bağırmak suretiyle çekirdek isteyen Oğuz. Karşı kıyıya geçene kadar takribi beş – altı kez Kızkulesi, Galata Kulesi, Martılar’la ilgili hikayeleri anlatmak ve bitmeye sorularına cevap vermek zorunda kalan ben. Sonunda Hazarfen  Çelebi gibi uçup uçamayacağını sorana kadar. Bu günden sonra çocuklara mümkün olduğunca az şey anlatmaya karar vermiş bulunuyorum. Bitti. Gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor yaşadıklarım. Geçenlerde kendimi ahtapotlarla savaş serüvenimi anlatırken buluverdim. Halbuki yok öyle birşey. Herif sorularıyla ne noktalara getiriyor beni, düşünün artık. 

      Eve gelir gelmez Oğuz'u emin ellere teslim edip attım kendimi banyoya. Suyu yiyince iyice mayıştım mı? Saat sekizde feci bir uyuma isteğiyle girdim yatağa. Dön baba dönelim, uyku muyku yok. Kendimi şuursuzca televizyona teslim ettim. Ama kelimenin tam anlamıyla ‘’şuursuzca’’. Neden mi? Ne seyrettiğimi bile hatırlamıyorum. Yalnızca ekrana öylece baktım. Öküz – tren misali. Uyduğum da saat tahminimce onbir kırkbeş falandı.  

      Sabah uyandığımda iş günü olduğu için şükür ettim. Daha Oğuz tam uyanmadan da evden çıktım.

– ya da kaçtım -


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

2 yorum:

betül dedi ki...

Bizdeki problem arabada şöyle gelişiyor.Ben arabada müzik dinlemeyi seviyorum,yasemin müzik dinlemek istemiyor ve hiçbir zaman bana anlatmadığı hayat bilgilerini anlatıyor bu arada sarp sürekli şöyle sorular soruyor;neden durdun,sağa mı park ettin,senin araban yavaş mı.....

ouzelf dedi ki...

Yani desene hepimzin Hazarfen olup uçası geliyor. Başka başka türlü ama aynı etki yaratan şeyler. Bu arada okullar açıldı Betül, umarım bu kış görüşebiliriz. Sevgiler...