8 Nisan 2012 Pazar

TESTOSTERON

  Bulduk! Her şeyin tek bir sorumlusu varmış: Testosteron… Erkek değil erkeksel, kadın değil kadınsal yaratıklarmışız ve tek yöneticimiz var, o da bu testosteron hormonuymuş.

  Testosteron: Erkeklerde, testislerde ve böbreküstü bezlerde; kadınlarda yumurtalıklarda kolesterolden üretilen bir hormon. Ses kalınlaşmasına, vücut ve yüz kıllarında artışa neden olarak erkeksi özelliklerin kazanılmasına sebep olur. Protein metabolizmasını hızlandırarak kırmızı kan hücrelerinin ve kas miktarının artmasına, yaralanmalar sırasında vücudun kendisini yenilemesine ve vücuttaki yağların yakılmasına yardımcı olur. Erkeklerde, bu hormon ergenlik dönemi ve 20’li yaşların başlarına kadar oldukça yoğun bir şekilde salgılanır. 50’li ve 60’lı yaşlardan sonra ise etkisini kaybederek gittikçe azalır. Ayrıca erkeklerdeki bu hormonun miktarı, kadınlardan yaklaşık 30 kat fazladır.* ( *oyunun tanıtım kitapçığından ) 

 Görüldüğü üzere yaşdönümlerinde davranışlarda oluşan değişiklikler bile bu testosteron oranıyla açıklanabiliyor(muş). Cumartesi akşamı bir kez daha ‘’Oyun Atölyesi ‘’ ndeydik. ‘’Testosteron’’ adlı oyunu izlemek için. Öncesinde Rakı & Balık adlı mekânda kurulan uzun masadaki keyifli sohbeti, sonrasında Moda’da yenen dondurmaları falan yazmayacağım. Diyette ve spor yapıyor olduğumu afişe ettikten sonra utanıyorum artık. Bu defa ‘’ HİÇ EKMEK YEMEDİK ’’ de diyemiyorum, rakıdan dolayı.

   Oyunun ilk bölümünde pek bir şey anlayamadım, kendimi veremedim. ‘’Bu ne yahu? Yuh! Kadınlar bu kadar da değiliz.’’ soruları kafamda dolaşıp durdu. Durum böyle olunca da güleyim mi, kızayım mı arada gidip geldim. İnanın bir ara sahneye atlayıp ‘’ Yeterin len! Ne istiyorsunuz biz kadınlardan.’’ diye haykıracak kadar dellendiğim bile oldu. Ama ikinci bölüm, işte ikinci bölümde anlaşıldı ki; kadınlar gerçekten dünyayı idare edebilecek güçteler. Neden mi? Erkeklerin hayatlarında ki her şeye anlam katan tek şey ‘’Kadınlar’’, tek amaçları kadınlarla birlikte olabilmek. Oyuna adını veren testosteron hormonu var var, yoksa ayvayı yediler. Bütün hayat iki şey  arasındaki kısa mesafede geçiyor. Yaptıkları - yapmadıkları, yapabilip - yapamadıkları her şey bu hormona bağlı, yaradışsal. 

  '' Kocam beni anlayamıyor. - Benimle yeterince ilgilenmiyor. - Beni aldattı. - Canı çekip, keyfi geldiğinde benimle ilgileniyor. - İşi bitince sırtını dönüp yatıyor. '' gibi soru, sorunları olan kadınlar hepsinin cevaplarını almış olarak ayrılıyorlar salondan. İşte cevap: '' Onların bir suçu yok. Hepsi TESTOSTERON yüzünden.'' Erkekler dürtülerinin egemenliğinde hareket ediyorlar. Sahnede birbirlerine kafa göz giren, ana avrat düz giden ( üstüne üstlük bunları çok doğalmışçasına yapan ), sarmaş dolaş olup ağlayan, kadınlarla davasını çözememiş farklı yaş ve farklı statüdeki adamları izledik, yeryüzünde yaşayan tüm erkeklerin yansıması olarak.

    Ve sahnede olmamalarına rağmen, asıl kadınları izledik hem de başrolde. Erkekleri görünür kılan kadınlar. Yaratılmamış oldukları düşünüldüğünde, erkeklerin yaşamsal tüm amaçlarının ortadan kalkacağı kadınlar. Bir futbolcu düşünün ki:  Oynuyor karşı takımı yenebilmek için. Karşı takımı yeniyor para kazanabilmek için. Para kazanıyor mal mülk alabilmek için. Malı mülkü alıyor karıya kıza hava atabilmek için. Testosteron hormonu salgılıyor, kanı pompalayabilmek için. Yemek, içmek, çalışmak, kazanmak, kıskanmak, döllenmek vb. hepsini kadınlarla ilişkili. Yolun sonunda hep bir kadın var.

   Amanın işte böyle… Bizde bu muhabbet epey gider. Hallerimiz nice olur ? Bilemem. Ama buna da bir kılıf bulduk ya, bir taraflarımız göğe erdi.

 Efendim, hepinize sevgi saygı Özgür’den. Bol hormonlu haftalar diliyorum.







NOT: Performanslar müthişti. Özellikle genç oyuncular… Müzik deseniz; tüm izleyenler son bölümdeki melodi dillerimizde çıktık salondan. Beni tek rahatsız eden tüm oyun boyunca oyuncuların oralarına buralarına bulaşmış olan kan görüntüsü oldu.


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

2 Nisan 2012 Pazartesi

?????

 Öncelikle herkese, hepimize iyi bir hafta ( haftalar ) diliyorum. Yazıyı sonlandırırken bir daha dileyeceğim ama ne kadar etkili olur, tartışılır. Neden mi? İşte benim nedenlerim:

1) Beynimiz bu kadar soruyla nasıl baş edebiliyor? Beynim almıyor. En yakını dün mesela, kafamdan geçenleri düşününce akıl alınası gelmiyor. Güne gözlerimi henüz açmışken başladı zavallı. Hani hava güneşli olacaktı, bu bulutlarda nereden çıktı? Markete ben mi gitsem acaba? Annemler kahvaltıya gelecekler mi? Neler eksikti? Keşke aklıma geldiğinde not alsaydım. Oğuz’u beraberimde götürsem mi? Derken derken öğle saatleri yaklaştı ve aralıksız devam. Çiçekleri hangi saksılara diksem. Bostan dikenler nasıl baş edebiliyorlar bu işle? Herkesin karnı acıkmaya başladı, ne yesek acaba? Uykum geldi, uyursam akşam uykusuzluk çeker miyim? Dergilere mi baksam yoksa kitap mı okusam? … Hiç durmadı sorular, yatma vakti yaklaştı. Bu survivora katılanlara neler vaat ediyorlar acaba? Televizyon yayınları bir gece dursa, başımıza gelen hiçbir halt için ayaklanamayan bu insanlar ayaklanırlar mı? Nihayet yatağa gireceğim ki; Yüzümü temizlemeden yatsam bir şey olur mu? Bir saat daha takılsam mı? Uykuya yorgun argın teslim olmak ne kadar güzel.

2) Yapılan son zamlarla nasıl baş edeceğiz? Halkı alet ederek haksız kazanç, güç sağlayan herkese lanet olsun.

3) Trafikte takip ettiği sol şeridi para verip satın almışçasına, tali yolda gider gibi araç sürüp trafiği tıkayanları araçlarından indirip, gidecekleri yere kadar yürütesim var. Hâlbuki biz Türk halkı parasını vergilerimizle ödediğimiz halde yılar yıllardır ne şu boğaz köprüsünü ne de otobanları satın alamadık. Ödeme yapmaya hala devam ediyoruz.

4) İşe gelirken yaz için tadilat yapılan evleri görünce geldi aklıma keşke bizlerde sezonu geçen, yorulan, eskiyen yerlerimizi tuğla çimentoyla yenileyebilseydik.

5)Tanrının yarattığı şu bedeni sağlıklı olacam diye spor yaparak yorup durmak, otla beslemek nereye kadar?  Yerimizden kımıldamadan yaşayıp önümüze geleni yiyelim de demiyorum fakat böyle yaşayıp hayatları boyunca kilo problemi yaşamayanlarrrrr. Nasıl yahu?

6) Çocuklar için oradan oraya savrulup, hafta sonlarını peşlerinde harcamak çoktan seçmeliye tabi olamaz mıydı? Şımartmakla yoksun bırakmamak arasındaki dengeyi sağlamak daha kolay olamaz mıydı?

7) İnsanlar dünyayı, dünya mı insanları yok ediyor?

8) Alışverişin sonu var mı? Marketten alınan yiyecekler nasıl bu kadar çabuk bitiyor ve biz her hafta markete gitmek zorunda kalıyoruz?

9) Bu tablet eğitim saçmalığının sonu ne olacak? İleride okumaya, yazmaya gerek kalmadan damar yoluyla verecekler eğitimi. Şimdi televizyon ve tabletlerle idare ediyoruz.

10) Önümüzdeki yıllarda, yapılan ayrımcılığın sonucu olarak ayrı eyaletlerde mi yoksa sığınaklarda falan mı yaşamak zorunda kalacağız?

   İşte bunlar dün düşünülenler. Cumartesi ise apayrı sorular, endişeler, şaşkınlıklarla geçti gitti. Bir de Oyun Atölyesinde sahnelenen ‘’ Antonius ile Kleopatra ‘’ adlı oyunu izledik. Şahaneydi. Bu sezon neredeyse iki haftada bir oyun izledik. İzlediklerimiz arasında kostümünden, müziğine, oyunculuklarından, sahnesine her şeyiyle dört dörtlük olanı sanırım bu oyundu. Kaçırmayın derim. Oyun bahanesiyle Anadolu yakasına geçmişken Çiya’da gözü dönmüşçesine Hatay yemekleri yemek, çıkışta Ali Usta’da dötümüz donsa, dudaklarımız uyuşsa bile dondurma yemek farzdı tabi.

   Bütün bu kafa karışık ve yorgunluklarının ardından, içinden hepinize tekrar iyi haftalar diliyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Sevgiyle kalın.

 Oyundan:

 Kleopatra: Pekâlâ, madem gerçekten âşıksın, o zaman, ne kadar, onu söyle. 

Antonius: Ölçülebilen aşk zavallı aşktır.

                                                                                                                                       Kleopatra: Peki, ya ben ölçmeye kalkarsam?

Antonius: O zaman, kendine yeni bir dünya bulacaksın.

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

30 Mart 2012 Cuma

12 dakika

 

 Harcına sevgi katılıp, tuğla tuğla örülmüş evlerde yaşananlardan geriye ne kalıyor? Bence yalnızca, harcında sevgi olan ANLAR...






 

Ah Sen Yokmusun Sen













Ah Sen Yokmusun Sen
ah tenine hasretlik çektiğim geceler
ah sen yokmusun sen
ne de çabuk geçmişim sizi özlemekten...

ah hüznümü yazdığım sokak köşeleri, dostlarım

oturduğum yıldızları saydığım duvardipleri
ne de çabuk vazgeçmişim sizlerden...

ah gençliğim, ah hissettiklerim
bertaraf etmedim mi sizleri,geçmişim...



ah dalgalar ah deniz
hüznümü paylaşmadınız mı siz...

ah sen yokmusun sen
biraz peynir biraz hüzün
biraz aşk birazda rakı
sevmek dediğinde bu değil mi...


Gürkan Akan


28 Mart 2012 Çarşamba

İnsan gibi!


'' Haydi kalk, kalk Özgür! '' dedim ve kalktım. Ne için mi? Kışlıkların yerlerine yazlık giyisileri çıkartmak için. Hee ben çıkarttım ya kesin tekrar kar falan yağar ve ben her sene ki gibi dötüm dona dona gezerim sokaklarda. İnsan gibi becerebilen biri ol da bir kaç tane kalın giyisi bırak ortalıklarda değil mi? Yok anacığım bununda ayarı kaçacak illaki.


Neyse işte Oğuz'u uyuttuktan sonra tuttum bir ucundan, çorap söküğü gibi ardı gelir diyerek, sek sek sekerekten. Bu defa yanımda '' Bunu at.'' '' Heh bu tam bana göre, ver ver.'' '' Ay Özgür ne kadar çok giydin bunu yeter ben alayım.'' diyen kardeşim Özlem olmadığı için çorap sökülmedi gitti. Oğuz'da uyandı tam oldu. Çingen pazarına döndü soyunma odası.


Yıllardır ayıklanan giyisiler arasında bir türlü ayıklanamayanlar vardır ya işte onlar elimde gene gülmekten alamadım kendimi. Beni güldüren giyisilerden çoğu pijama ve Vilo'nu almış oldukları. Canım annem selvi boylu bir kızı olduğunu sanıyor.  Bunca yıldır hiçbirimiz de ona gerçeği söylemiyoruz, benim topu topu 1.55 olduğumu. Bunun yanında Erdo'nun da beni 1.70 falan görüyor oluşu ayrı ve bence daha acıklı bir durum, benim için. Benim için beğendiği giyisileri her gösterişinde içime içime ağlıyorum yemin ederim. Ama yokkk geçenlerde isyan ettim: '' Bana bak Erdo. Dikkatli bak. Adamım, ahanda ben bu kadarım. Bunca yıldır ne bir santim uzadım ne de kısaldım. Hatta uyarayım yaş aldıkça daha da kısalma ihtimalim var.'' deyiverdim valla. Aaaa yeter ama. Yok yetmez miş! Şimdi de Elif ( kızım ) çıktı başıma. Aynanın karşısına geçip geçip beni çağırıyor: '' Anneeee bi gelsene! ''  .ok var. Bu yaz topuklu ayakkabı giymeyede başlayacakmış. Artık elime bir tabure alır gezerim yanında. Gerçi mahallemizin terzisi Gülçin diyor ki: '' Boşver be topuklular ne güne duruyor. Onlarla istediğin her boydasın.'' . Diyor diyor ama o topukların üzerinde durmanın, becerebiliyor, her şey çok normalmiş gibi yürümeye çalışmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Çünkü O da benden uzun.


Nasıl içime oturmuş bakarmısınız. Konu nereden nereye geldi. Sizlerle paylaşınca biraz rahatladım ama. Ohh! İşte yıllardır durum böyle... Bu satırları yazarken çalışma masamın üzerine, tam karşıma koyduğum, pontunu sevdiğim siyah ayakkabılar bugün ayaklarım onların içindeyken başına geleceklerden habersiz, şıkır şıkır durmaktalar. Benim halimi ise sanırım anlatmama gerek yok. Hadi ben şimdi çakma selvi boyumla arz-ı endam etmeye gidiyorum. Ve eve sağlam ayak bileklerimle dönebilmeyi umuyorum. Sevgiyle kalın...


ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL


NOT: Ayy durun durun şunu demem lazım: '' Bence Jassica Parker'a topuklu ayakkabılarla her türlü zeminde, her türlü hava şartında, her hızda ( koşmakta dahil ) yürüyebilme ödülü verilmeli. Geçen izlediğim bir filminde arnavut kaldırım taş döşenmiş sokakta koşuyordu hatun ya. Ama yok püf nokta insan gibi yapabilmek! Bunu da dedim kuş kondurdum. Hadi eyvallah.

26 Mart 2012 Pazartesi

Annem gene haklı çıktı!



 ‘’ Yap – koştur sen, sonunda madalyanı takarlar oturursun öylece.’’ der annem. Her zaman olduğu gibi bir kez daha haklı çıktı. Ve ben kucağımda; sözümü tutabilmek, yetişebilmek, geç kalmamak, yalnız bırakmamak, paylaşabilmek uğruna, kâh iki ayağım bir pabuçta, kâh iki elim kanda, en önemlisi her seferinde kendimi bir kenara koyarak yapmış olduğum özveri ya da adı her neyse fedakârlıklarla kalakaldım. Ki o anlarda zaman zaman yaşadığım gerginlik-sinir-stres ise cabası.

    Eminim sizlerde günün, zamanın birinde sormuşsunuzdur karşınızdakine: ‘’ Hiç mi hatırım yok.’’ diye. Ben bir kez daha aldım cevabımı ve galiba bu sorunun tek bir cevabı var: ‘’ Yok! Yok kardeşim. O, o zamandı, yapmasaydın ( gelmeseydin - söylemeseydin - taşımasaydın vb.). Zorla yap diyen mi oldu.’’ İşte cevap bu.

   Bizim gibilere halk arasında ‘’ enayi ’’, durumumuza ise ‘’ Aptallığına doymayan, doyamayan.’’ denir.

   İşte böyle benim bir madalyam daha oldu. Tecrübe, yediğin kazıkların toplamıdır demişti Sertuğ Abi ama bu kadar çok olacaklarını söylememişti. Hayat tecrübesi edinene kadar bu dünyadan göçüp gideriz valla. Demek ki; ‘’ Başkalarının hayatından ders alın; çünkü insan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşayamıyor. ’’ diye boşuna dememişler. Haftaya süper bir giriş oldu. Ardından gelecek diğer günler için umudum zirve yapmış durumdan. Bakalım bahtıma daha neler çıkacak? Eee artık ne diyelim '' Züğürtün müğürtün olsun ama sağlık olsun. Gerisi koy ver olsun.Sizlerin havası güzel olsun' '

 

ÖZGÜR TAMŞEN YÜCEDAL

25 Mart 2012 Pazar

Yerli yersiz, başlamak lazım

Bir yerden başlamak lazım sevmeye.
Kimi ya da neyi olduğunun hiçbir önemi yok, kendinden başlamışsan eğer.
Hayat zor, çekilmez ve aksini iddia edemeyeceğimiz kadar açık, net.
İktidarına yenik düşmüş bir ülkenin umudu kadar sağlam,
Henüz kaybedilmiş savaşın unutulmuşluğu kadar yalan.
Hayat, hayalin, kolu bacağı kırık hali.
Sevmek, alçısı ömrün, ‘ya tutarsa’ niyetine sarılan kırıklarına.
Bir yerden başlamak lazım inanmaya.
Neye ya da kime olduğunun hiçbir önemi yok, putlarını yıkmışsan şayet.
Aşk gibi, merhamet gibi, cehennemde Allah gibi…*
Yok gibi, yoksul gibi.
Hiçbir şeyi olmayan her şey gibi.
Körü körüne, bilinçsiz, aldırmadan, sorgulamadan,
İnanmadan inanmak lazım artık
Bir çift elin elinize düştüğü anın bütün dünyayı kucaklamak oluşuna!
Korkmadan ve korkutmadan açmak lazım kalbi,
Yüreğini mabet edinmişin usûllü, usûlsüz yalanlarına.
Bir yerden başlamak lazım yalnız kalmaya.
Nasıl ya da ne şekilde olduğunun bir önemi yok,
Uyumak, en büyük etkinlikse hayatında,
Bir sigara dumanına, bir içkinin yakışına kurban gidiyorsa için
ve ikinci kadeh hiç dolmuyorsa…
Bütün kemirgenlerden daha kemirgendir yalnızlık,
İçten içe, sinsice bitirir sizi,
Canınızı yakmaz, öyle eştir, eşittir size.
Bir yerden başlamak lazım gitmeye.
Nerden ya da kimden olduğunun hiçbir önemi yoksa şayet, gitmek farz olmuştur artık.
Ardınızda bıraktığınız insanlar kadar küçük bir tablo daha göremezsiniz.
Gittikçe uzaklaşırsınız, gittikçe küçülürler,
gittikçe unutursunuz, gittikçe unutulursunuz.
Gittikçe, umursamaz herifin teki olursunuz.
Bu güzel olan.
Umursamamak, hayata ve insana karşı dik durmaktır.
Yıkılmamak, yere sağlam basmaktır.
Göğsünüzden koparılıp alınan bütün değerlerin ecdadına küfretmektir.
Umursamamak, bu dünyanın size bahşettiği en mükemmel intihar biçimidir.
Ki bana ilk intiharımı sorduklarında, adını fısıldayacak olmamın sebebi de bu.
‘Başarısız bir denemeydi’ diyeceğim, ‘ama yılmadım, hâlâ azimliyim!’
Bir yerden başlamak lazım ölmeye.
Belki seve seve,
Belki de öylesine…
ATTİLA İLHAN